30 Haziran 2012 Cumartesi

John Steinbeck - Bilinmeyen Bir Tanrı'ya



İlk defa bir romanda uzun doğa tasvirlerden sıkılmadım. Hatırlarım, çocukken okuduğum "Sefiller"de uzun uzun anlatılan Waterlo Savaşı'ndan, Paris'in kanalizasyonlarından nasıl da sıkılmıştım.

Doğada, onunla bir uyum icinde yaşayan için ölüm fikrini kabul etmek zor olmalı. Romanın kahramanı Joseph içinde öyle olur. Kaybettiği babasının ruhunun bahçesindeki bir ulu ağaçta yaşadığını kabul edere. Böylece yaşayan, üreyen; devamlı bir canlılık/hareket içindeki tabiatla da uyum sağlamış olur. Yüzler unutulurken hatıralar zihnlerde bir sekilde canlı kalır.
Geride kalanların güç alacağı bir haldedir, bazen bir oyun/bazen bir iman.Steinbeck bize atalar dinlerinin, panteizmin insan ruhunda nasıl kök saldığını "Bilinmeyen Bir Tanrı'ya"da en renkli bir şekilde anlatır.

Bizde de çaput bağlanan, kudsiyet atfedilen ağaçları hatırlattı; sedirler, incirler, cevizler. Başucuna sadece bir ceviz ağacı isteyenler. Bir belgeselde Aşık Veysel'in vasiyetini izlemiştim. Mezarının cevresinin yapılmasını istemiyordu ulu ozan. Ondan bitecek otlardan koyunların, keçilerinde istifade etmesini ister.

Çevirinin hakkini da teslim edelim. Bir kez daha usta ısı bir çevirinin okuma keyfini nasıl artırdığına şahit olduk.

6 Haziran 2012 Çarşamba

Notlar



http://www.irancartoon.ir/gallery/album529/goush

Galiba;

Muhafazakarlığın korumacılığının bir iddiası olmak zorunda.

Muhafazakârlık var olanın korunması üzerine de, bu koruma derdi neyin üzerine? Kanımca bu, üzerinde anlaşılmış ve halihazırda sürdürülen bir toplumsal ilişkiler ağı, insana bakış, haddini hududun bilme yani bir medeniyet, toplumsal yaşayış, birlikte oluş algısı/reçetesi üzerine olmalı. Bir arada barış içinde yaşama anlayışı olmayan bir medeniyetten ve onun varoluş iddiasından söz edilebilir mi? Muhafazakârlığın medeniyetle bağlantısı onun yumuşak karnı. Belki paradoksu, kendini sınaması.

Bir arada barış içinde yaşayabilme algısı şaşı bakmaya başladığında, yani şekiller kurumlarla yer değiştirdiğinde sanırım Altemeyer’in “sağ kanat otoriteryanizmi”nden bahsetmek mümkün. İlericiliğin de kendi muhafazakarlığını yaratıp bir arada yaşama arzusunu otoryatirmize dönüştürme ihtimalini paranteze alalım.

Muhafazakarlık bir medeniyet tarzını koruma refleksini içinde taşırken, bu medeniyetin yaşaması için gerekli olacak bir arada yaşama hukukunu da zihinlere yerleştirmediğinde kendi iddiasının altını oymaya başlar. Burda tahammül mü, hoşgörü mü sorusuna tekrar dönmek mümkün. Tahammülün sınırını hoşgörü lehine mümkün olduğu kadar daraltarak.

Tam nereye denk geliyorlar emin değilim ama, ben de uyandırdığı izlenim üzerinden söz edersem; tahammülün tahamül edilen eylemle, eyleyeni red edişi; hoş görünün ise eyleyini redetmeyip eylemi paranteze aldığını, kimseye zararı dokunmadığında görmezden geldiği üzerine. Hoşgörünün zihni, tahammül edenin zihnine göre daha özgür, daha kendine güvenli. Gene de her olay için tahammül yerine hoşgörüyü önermek zor. Pislenmiş bir yorganı sırf pisleyen rencide olmasın, utanmasın diye kaç kişi gizilice yıkayabilir.

Bir arada barış içinde yaşayabilme önerisinin, zihinsel hazırlığı olmalı. Bir arada yaşama iddiası olmayan otoriterdir, elinde başka bir ensturuman yoktur. Yoksa anıtlar, edebiyat uzun soluklu olmaz, sanat bu birlikteliğin gücüne, derniliğine bir işaretidir bir yerde, bunu gaye etmese de.

Farklı medeniyet tanımlarını, bu tanımların bir arada yaşama arzusunu içerip içermediğini sonraya bırakarak.

düzeltilecek

3 Haziran 2012 Pazar

Tiffany'de akşam üstü

Köprünün ayaklarında bir eski somun
Akşamdan sabaha düşleri yorgun
Binbir renge boyanmış haliyle
Ay'ı taşır yağmurlu gecelerde