30 Haziran 2012 Cumartesi

John Steinbeck - Bilinmeyen Bir Tanrı'ya



İlk defa bir romanda uzun doğa tasvirlerden sıkılmadım. Hatırlarım, çocukken okuduğum "Sefiller"de uzun uzun anlatılan Waterlo Savaşı'ndan, Paris'in kanalizasyonlarından nasıl da sıkılmıştım.

Doğada, onunla bir uyum icinde yaşayan için ölüm fikrini kabul etmek zor olmalı. Romanın kahramanı Joseph içinde öyle olur. Kaybettiği babasının ruhunun bahçesindeki bir ulu ağaçta yaşadığını kabul edere. Böylece yaşayan, üreyen; devamlı bir canlılık/hareket içindeki tabiatla da uyum sağlamış olur. Yüzler unutulurken hatıralar zihnlerde bir sekilde canlı kalır.
Geride kalanların güç alacağı bir haldedir, bazen bir oyun/bazen bir iman.Steinbeck bize atalar dinlerinin, panteizmin insan ruhunda nasıl kök saldığını "Bilinmeyen Bir Tanrı'ya"da en renkli bir şekilde anlatır.

Bizde de çaput bağlanan, kudsiyet atfedilen ağaçları hatırlattı; sedirler, incirler, cevizler. Başucuna sadece bir ceviz ağacı isteyenler. Bir belgeselde Aşık Veysel'in vasiyetini izlemiştim. Mezarının cevresinin yapılmasını istemiyordu ulu ozan. Ondan bitecek otlardan koyunların, keçilerinde istifade etmesini ister.

Çevirinin hakkini da teslim edelim. Bir kez daha usta ısı bir çevirinin okuma keyfini nasıl artırdığına şahit olduk.

Hiç yorum yok: