24 Eylül 2011 Cumartesi

"Hâl"i anlama üzerine notlar

Başkasının huzurunu istemeyen huzur bulamaz.Bir dağda yaşamıyorsak(ki orda bile, bir başkası olarak kendimizle beraberiz) , her dem hâlin bulaşıcı etkisine maruzuz.



İster faydacı gaye ile isterse başkasını önemseyerek içinde bulunduğu toplam hali değiştirebilen/idare edebilen huzur bulur; bu, kendi çıkarı için bu işe gireşene bir yük olsa da. Bu çabadan maksat; huzur bulma, fayda sağlama olmasa da.


Hâl düşüncelerimizi, seçimlerimiz etkleyen bir şey. Bu yüzden, perde arkasından bizi yönetmekte çoğu kez. Bir anda parlayan, kendiliğnden ortaya çıkan bir şey de değil çoğu kez. Bazı huyların, alışkanlıkların, düşüncelerin neticesi, bir mazinin eseri.


Hâli takip zor. Hâli değiştirmek, hâli takipden daha zor. Tedirgin, sakınan, kaygılı insan kendi kibrit kutusunun içinde. Nihayetinde bir el uzanıp açmayacaksa kendi açmak zorunda. Bunun içinde hâli farketmesi lâzım ya da hâlin bir sebebi varsa onu (ki değiştirebilsin).


Cesar Milan için bile iş kolay değil. Köpekler için tedirgin, sakınan, teslimiyetçi, liderlik hallerinden oluşan bir paket önermekte. Zihninin arkasında binlerce düşünce/arzu dolaşan, kendini hedeflere kitlemiş insan içinse iş daha zor.

Mevlâna'nın önerisi düşünceler üzerinden hâle ulaşıp (Fihi ma fih.54) hâli kendiliğinden düzenlemek. Hâlin bir şekilde inşası bu, ya da inşa edilmişin üzerine ihtimamla titrenmesi. Burda gaye hâle ulaşmak değil; ulaşılan hâli, insanı inşa etmek için bir zemin olarak düşünmek daha doğru olur sanırız.(Biraz eğreti bir netice de olsa bu, ilerde üzerinde düşünmek üzere bir kenara not edelim.)

14 Eylül 2011 Çarşamba

İnsanlık Kahvesi (hikaye denemesi)


15.7.2011




İnsanlık kahvesi sur içersinde; şehrin eski, unutulmuş mahallelerinden birindeydi. Bir zamanlar gözde bir yer olan burası, sakinlerinin çocukları büyüyüp başka mahallere taşınınca, hani deyim yerindeyse, artık bir emekliler mahallesine dönüşüvermişti.



Kahvenin sahibi Hulusi abi idi. Hulusi onun gerçek adı değildi, mahallelinin onu , bıyıklarından dolayı, Hulusi Kentmene benzeterek yakıştırdığı bir isimdi. Bu isimle oldukça uzun zamandan beri çağrıldığından dolayı, artık kimse onun gerçek adını hatırlamamaktaydı.



Hulusi abinin kahvesi bir klüp/dernek gibiydi. Burada eleman çalışmazdı. İşleri gönüllü olarak kahvenin müdavimleri yapar, buna karşılık olarak onlardan da herhangi bir ücret alınmazdı. Emekli pek çok insan için bu bir meşgaleydi.



Fakat iş bununla kalmazdı. Bu kahvenin müdavimlerinin sorumlulukları kahve ile sınırlı değildi. İki üç gün gözükmeyen müşteriler ya telefonla aranır, ya da kahve çıkışı içtima alınır, gelemeyenlere uğranarak, son çay orda içilirdi. Bu yoklamalarda devamsızlık hastalık sebebiylese alışverişi yapılır, bulaşıkları yıkanırdı ve ertesi gün çamaşır vb gibi derin işler için sözleşilir, program yapılırdı. Eğer başında beklenmesine gerek olacak kadar kötü durumda olan varsa, böyle bir ihtiyaç olursa, içlerinden biri başında bekleyiverirdi.



O gün Sadri, Belgin Hanıma uğramıştı. Bir iki gündür yoktu. Üşütmüştü, evdeydi. Kapıdan ekmeğini bıraktı, hasta haliyle temizlik yapmıştı. Sadri “Bir şeye dokunma yarın sabah Türkan Öğretmen ile gelirim bulaşıkları, çamaşırları hallederiz” “Sağol Sadri, siz olmasanız ne yaparım bilemiyorum”, dedi.



Belgin Hanımın gerçek adı Belgin değildi, Sadri’nin olmadığı gibi. Bu mahalle halkının bir adetiydi bu. Birbirlerine, bir zamanların Türk Sineması artislerinden birinin isimini yakıştırıp, o isimle birbirlerine hitap ederlerdi. Yeni gelen bir komşu ki, dışardan fazla kimse gelmezdi, bir müddet takip edildikten sonra, mahalleli ona muhakkak bir isim yakıştırırdı.



***



Hulusi abi, okuduğu bir kitaptaki ”insanlık öldü” bölümüne inat, açtığının haftası kahvenin ismini değiştirdi. Muhasebeci bütün resmi evrakların değişeceğinden dolayı homurdandıysa da Hulusi abi bu konuda kararlıydı. “İnsanlık öldüyse adı yaşasın, bre more”, demişti.



***



Ertesi gün kahveyi Sadri açmıştı. Sadri, gençliğinde bir müddet müzede çalışmıştı. Müze müdürünün haksız yere bir arkadaşını işten atmasına kızmış, biraz da müdürü darp etmişti. Daha sonra, uzakyol gemilerden hallere kadar bir çok yerde çalışmıştı. Saz çalmayı, bir müddet kumar borcundan dolayı yattığında öğrenmişti. Başka bir şehirde çocukları ve eşi olduğu söylenirdi. Hulusi abinin vergi dairesi ile başının derde girdiği gün de kahvedeydi ve memurun üzerine yürümek üzereyken, zor bela sakinleştirilip dışarı çıkarılmıştı. Bir ay kadar önce vergi dairesinden gelen bu memur, ceza üstüne ceza kesmişti. Müşteri kılığında gelen memur önüne gelenenin ocaktan çay doldurdup, içtikten sonra çekip gittiğini görünce; faturasız ve fişsiz alış veriş yapıldığını düşünüp cezaları arka arkaya kesmişti. “Faturaya ne gerek var, onlar buranın insanları; çayı koyar, bardakları toplayıp, yıkarlar”, dendiğinde iyice kararını kaybetmiş, birkaç da sigortasız işçi eklemişti, tutanağına. Hulusi Bey tutanakla vergi dairesine gidip şefe çıkmış, olanı biteni anlatmış, şefin aklı karışmış, topluca müdür yardımcısına gidilmişti. İşgüzar memurun tutanağı yok sayılamamış ama yaşlı bir adamcağıza da bu kadar yüklü ceza kesmeyi ordakilerin hiçbirinin canı istememişti. İşin içinden çıkılamayınca bir hafta sonra tatilden dönecek müdürün beklenmesine karar verilmişti. Dün de, işte, müdür yardımcıları, şefler Hulusi abiyle birlikte durumu müdüre bir bir anlatmış, o da bu garip olayın içyüzünü anlamak için kahveyi akşama ziyaret etmeye karar vermişti. Hulusi abi, o sabah, akşam gelecek misafir için hazırlık yapmaya gitmişti.



***



Belgin Hanım’dan dönen Türkan Öğretmen, eve gitmeden kahvehaneye uğradı. Eski gazetelerin bulmaca sayfalarını onun için ayırırlardı. ‘Ocak’dan bir çay alıp, dışardaki masalardan birine oturdu. Belgin Hanım çabuk ayaklanmıştı, işleri beraberce yapıvermişlerdi. Türkan Öğretmen bunamaktan korkardı. Bir televizyon dizisinde duymuştu, bulmaca çözmek bunamayı önlüyordu. O zamandan beri bulmacaya merak salmıştı. Geçenlerde bir doktor beyni çok zorlamanının da iyi olmadığını, bulmaca çözmenin işe yaramayabileceğini söylemiş, içine bir kurt düşürmüştü. Ama o yine de bu alışkanlığından vaz geçememişti. Güneşin altında gözlerini kapattı ve butun vucudunun ısındığını hissetti. O sırada uzaklarda yavaş yavaş gelen bir karaltı gördü. Nerimandı. Pazardan dönüyordu. Kalkıp yanına gitti, filelerinin bir kısmını aldı. Beraber kahveye döndüler. “Çok kaldın, merak ettim”, dedi Türkan Öğretmen. ”Sorma sokakları şaşırmışım gene, bir ara kayboldum sandım, sonra kendimi dometesçinin başında buldum” ” Aynı dometesçi mi? İlahi Neriman! ” Neriman Hanım bir şey demedi, güldüler. “Farkında değilim nasıl oraya geldiğimin”, dedi Neriman. ”Teb… alıyormusun?” ” Öğlelerin alıyorum” ”Epeyidir kaybolmuyordun, ben de Belgin’e uğradığım için senle gelemedim”, dedi Türkan Öğretmen. ” Biliyorum, o nasıl?” ” Toparladı, iyi, hallettik işleri. Bir daha gittiğinde ben de geleyim”, dedi Türkan öğretmen. ” Bir şey olmaz ben dometeslerle yolumu bulurum”, dedi Neriman ”Allah canını almasın” “Almasın almasın, akşama misafir için börek açacam, daha çok işim var”



Beraberce sustular, eski günlere daldılar Mayıs güneşinin altında. Neden sonra Neriman Hanım, ”Biliyor musun rahmetli beni, lale zamanı Emirgan korusuna götürmüştü” diye bilmem kaçıncı kez aynı hikayeyi anlatmaya başladı. Artık, çok sık güzel şeyler olmuyor, mecburen eskilerle idare edecez diye düşündü Türkan öğretmen ve elindekileri masaya bırakarak arkadaşını bilmem kaçıncı kez dinlemeye koyuldu. Eski güneşli havaların, lale baçelerinin havası, rengi her seferinde değişiyor muydu ne? Yine de geçmişte bizi canladıran, iyileştiren bir şeyler vardı. Neriman Hanım’ın kocası, karısını çok severdi; gençliklerinde çok peşinden koşmuş, sonuda evet dedirtebilmişti ama karısının sevgisinden de bir türlü emin olamamıştı; hep bir mecburiyetin, boş bir anında verilen bir kararın neticesi miydi evlilikleri? diye düşünmüş, bir türlü emin olamamıştı; hasta yatağında kendisi için çırpınan, gözyaşı döken karısını görene kadar. Huzursuz, tetikte, karısının yanında hep kendini eğreti hisseden Muzaffer Bey mutlu ölmüştü.



İçerden Fatma Hanımın sesi duyuldu, yanındaki kocası Vahi bey, ajansı dinlerken uyuklamaya başlamıştı o sırada. “Kızlar dışarda üşütmeyeseniz”, diye seslendi. ”Burası çok iyi, gelsene” diye cevap verdi Türkan Öğretmen. Fatma Hanım da kalkıp dışarı çıktı, onlara katıldı. Karıkoca akşam bir konuda atışmışlardı. Vahi Bey’in sesi biraz da yüksek çıkmıştı galiba. Bir söyle bin ah işit kabilinde bütün gece karısının tersliğini çekmek zorunda kalmıştı. Oğlu Ali’ye göre, bu evliliğin bir oyunuydu. Ali bunu, National Geographic’de kaplanların hayatını anlatan bir belgeseli izlerken düşünmüştü. Annesi, bu misliyle verdiği tepkiyle kendi alanını koruyordu. Sabaha uzatmayarak, biraz nazla, hafiften terslenip yumuşayarak gönlünün alınmasına müsade ediyordu. Aslında tehlikeli bir oyundu bu yaşlı kaplanların hırlaşmaları, mazallah biraz yüksek bir ses tonu bu iki tansiyon hastasından birinin dengesini bozabilirdi. Allah’tan herkes sınırını iyi biliyordu ve bu oyunda ikisi de usta idi.



Vahi Beyi uyku ile uyanıklık arasındayken, Ekrem Bey masaya bir tavla bıraktı. Vahi Bey hemen canlandı ve “Önce bir çay alalım” diyip ayağa kalktı. Çaylar alındı, pencereden dışardaki hanımlara da üç çay uzatıldı ve tavlaya oturuldu. Ekrem Bey, Almanya’dan dört beş sene evvel dönmüştü. Almanya’ da emekli olmuş daha sonra da eşini kaybetmişti. Babadan kalma evini satmak için geldiğinde evi satmaya kıyamamış, kapalıçarşıdaki eski arkadaşlarının telkinine de dayanamayıp, satmak yerine eve yerleşmişti. Ekrem Bey kapalıçarşı ziyaretleri sırasında görüp pek beğenip, satın aldığı gramafon ve üç beş taş plak, mahalllelinin ziyaretinde merak uyandırmış, o zamana kadar çalınmamış plaklar dinlenilmişti. Daha sonraları kahveye taşınan bu gramafon bazı akşmalar ufak çaplı eğlenceler, toplantılar yapılmasına da sebep olmuştu. Ekrem Bey her çarşı ziyaretinde yeni bir plak alır olmuştu. Plakları alırken aldığı bu plağı şu sever, bu plağı bu beğenir diye aldığını farkedince rahatsız olmuş, “Niye ben beğendiğimi almıyorum, insanların beni beğenmeleri için onlara rüşvet mi veriyorum” diye kuruntulara kapılmıştı.



***



Karısını bir sene evvel kaybetmiş olan Şerafettin Bey, o akşam, vakit geçirmek için bulmaca çözerken, gazetenin bir köşesine şunları yazıvermişti : “Sevgili Anna İvanovna ( sonra bunun üstünü tek çizgiyle çizdi, üstüne bir yere “İki gözüm, canımıniçi” yazdı), gözü raftaki, pek sevdiği Rus Klasiklerine takıldı ve kendi kendine güldü. “Uzun süredir boşa kürek çektiğimin farkındayım. Zihnim yaramaz bir çocuk gibi hep sana (garip, halâ hatırana yazamıyorum) kaçıyor, hep seni düşünürken yakalıyorum onu. Karanlığıma doğru giden adımlarımla, senden gözümü alamadığım bu bakışlarım beni yoruyor. Bugün bakışlarımı da kendi karanlığıma çevirdim. Aklım ve ruhum sende kalırsa yaşamak zorunda olduğum bu karanlığa alışamam. Onun için onları da, artık, kendimle beraber bu karanlığa götürmeye karar verdim. En azından yanına gelene kadar…”, diye yazıverdi. Ertesi gün eve döndüğünde, yazıp da unutuğu bu notu aradı. Temizlikçi gazeteyi parçalamış, kuşların altına koymuştu. “Saklamamak daha iyi belki”, diye düşünmüştü. Arabada, Hulusi Bey’in kahvesine giderken de bu yazı aklına geliverdi. “Ne işi vardı, tanımadığı insanlarla bu saatte dışarda”



Hulusi Bey, Şerafettin Bey’i, bu derme çatma barakanın, cam kenarında girişe yakın bir masasına oturttu. On iki küçük masa vardı. Müdür kafasından küçük bir hesap yaptı. Böyle bir işyerinin bir şeyler kazanması mümkün değildi, insanlar böyle küçük işletmeleri niye ayakta tutmaya çalışırlardı ki. Duvarlar çoğu eskimiş artist fotoğrafları, eski İstanbul resimleri ile doldurulmuştu, “Ne kadar çok resim var, insanın üstüne üstüne geliyor”, diye düşündü. Resimler arasında çerçevelenmiş bir yazı ise dikkati çekiyordu “. Çerçevede ” Oğlum, hiçbir gümüş bedenli dilber, hamam duvarlarına çizilmiş resimlere kendisini gösterir, onların karşısında cilvelenir mi? / O huri gibi güzel resimler şöyle dursun, kalkar, yarı kör bir kocakarıya karşı cilvelenirsin. / O kocakarıda olan ve resimlerde olmayan nedir ki seni o resimlerden tutup çeker? / Sen söylemezsin ama ben söyleyeyim: Akıldır, duygudur, anlayıştır, tedbirdir, candır. / Kocakarıda insanla kaynaşan can var. Halbuki hamamdaki resimlerde ruh yok. / Hamam duvarındaki resim, bir harekete gelseydi derhal seni kocakarıdan çekerdi.” Yanına oturan Vahi Bey “Geçen sene bu yazıyı kahveye asıtığımda hanım benle bir hafta konuşmadı. “Sonra?” diye sordu Şerafettin Bey. ” Yazıyı Hulusi Abiyle uzun uzun açıklamak zorunda kaldık. Anlayış gösterdi. Tabii bunda kendisine almış olduğum elmas yüzüğün de bir payı oldu” diye gülerek ekledi. ” Ama siz de haketmişsiniz” dedi müdür gülerek. ”Biz burada bir aile gibiyiz müdür bey. Bizim için bir meşgale aynı zamanda burası; bir sorumluluk, bizi ayakta tutan. Bu saatten sonra kim bize neyin sorumluluğunu verir. ”



Müdürün gözüne masanın üzerine bırakılmış bulmaca takıldı. “Soldan sağa ….. kalemi alıp cevabı yazdı, yukarıdan aşağı ….. onu da yazdı. “Onu bulamamıştım dedi” tepesindeki bir ses. Elinde bir tabak börek ile Türkan Öğretmendi. “Meraklısı değilim ama, işte, bazen vakit geçirmek için çözüyorum” diye birşeyler söyleyip cevaplama ihtiyacı hisseti müdür. Konuşma onun üzerine kalmıştı ” Siz de mi bu mahallede oturuyorsunuz” diyiverdi. “Evet efendim, iki sokak aşağıdayım. Alzheimer için iyidir diyorlar, en allta bir tane daha var, soldan sağa”" …………” müdür onu da okuyuyup cevaplayınca” siz kolay kolay bunamazsınız, maşallah” “Hafızam kuvvetlidir benim” dedi Şerafettin bey, ses tonuna şaşırarak, daha sonra ses tonundaki kendinden emin halden utandı, canı sıkıldı. “Elinize sağlık, güzel olmuş” ” Yok ben yapmadım, sağolsun Neriman Hn yaptı. Pek marifelidir bu konularda” dedi tedirgin bir şekilde. Börekleri dağıtan Neriman Hn. “afiyet olsun dedi. Hiç ata bindinmizi Cüneyt Bey dedi” “Şerafettin efendim” diye düzeltti, “Yok binmedim niye sordunuz” “Malkoçoğluna benzer bir oturuşunuz var” diye tamamladı Neriman hn. Hiç bir şey anlamayan müdüre izah işi Hulusi abiye kaldı. Mahallelelinin bu özelliğini anlattı. Cüneyt Arkın’a benzetilmek hoşuna gitti müdürün, evet, çocukken eşeğe binmişliği vardı da ata hiç binmişti.”O da dört ayaklı, pek fark yok aralarında ” diye ekledi Hulusi abi, güldüler. Müdür yanında getirmiş olduğu çantayı açtı, içinden bir kaç evrak çıkardı, gözattı ve sonra “Aslında burası bir dernek olarak açılmalıymış, bir klüp gibi burası. Dışardan kimse geliyor mu?”, diye sordu. ”Çok nadiren” ” O bir şekilde çözülür. Muhasebecinizle beraber gelin yarın, çözeriz” dedi müdür. ” O zaman bir sorun kalmaz değil mi?” diye tekrar sordu Hulusi abi. ”Bir tutanak var ama ufak bir ceza ile kapatırız”,”Çok yaşayın müdür bey” dedi Neriman hn, bütün kahve rahatlamıştı. Ekrem taş plaklardan bir şeyler koydu gramafona. Müdür günün kahramanı idi. Müdürün kahvedeki müdürlüğü bitmişti. Müdür bu birbirleri arasında samimiyetle sohbet edenler arasında kendini bir an fazlalık gibi hissetti. Müdürlüğümün dışında bu insanlar için bir anlamım yok, misyonum bitti diye düşündü. Türkan Örğretmen “Emekliliğinize çok var mı?” diye sordu, çayını tazelerken müdürün. ”Altı ayım var” dedi. “Sonra ne yapacaksınız?” “Bilemiyorum bir planım yok, belki buralarda kalırım, belki başka bir şey”. Hulusi bey “Size buralardan bir yer baklım müdür bey” dedi. “Burası, belki niye olmasın? ” Cüneyt Bey bizim mahalle güzeldir” diye seslendi Neriman hn. “Şerafettin efendim, eminim güzeldir.” diye düzeltti müdür.



Vahi Bey müdürün yanındaki sandalyeyi çekip oturdu ve müdüre askerliğini nerde yaptığını sordu. Aynı yerde ama farklı dönemlerde yapmışlardı. Böylece uzun bir sohbette kapı açılmış oldu. Neden sonra açık pencerelerden serin bir rüzgar esti müdür kapının önündeki çiçekleri farketti “Ne güzel menekşeler”, dedi. “Sağolsun Sadri bunlara bakıyor.” dedi Vahi Bey.



Sadri, müdüre bir küçük saksı menekşe hazırlamak için bahçeye çıktığında, müdür de gitmek için ayağa kalkmıştı. Müdürü uğurlamak için herkes kahvenin kapısına çıktı, tek tek herkesle selamlaşıldı. Hulusi abi, Şeraffettin bey arabasına binerken tekrar gelmesi için söz almayı unutmadı.

11 Eylül 2011 Pazar

Ekonomik Krize Romantik Bir Bakış

Dünyada, demokrasinin gittikçe yükseldiğine inan bir yazarımız, gidişatı Silikon Vadisi'nin (yazara göre Silikon Valley) daha çok mal satabilmesinin yolunun yapılmasına bağladı. Arap baharını, Çin'inin ve Hindistan'ının yükselmesini de yeni pazarların oluşturması çabası olarak yorumladı. Dünyanın, ve tabii ülkemizin, gittikçe demokratikleşmesini de bu gidişatın doğal bir neticesi (ve hatta zorunluluğu) olduğunu da sözlerine ekledi. Yazara göre, bu haliyle yaşadıklarımız, kapitalizmin bir dönüşüm sancısı gibi gözükmekte. Yazar doğal olarak kapitalizmin krizden çıkabileceği, ve hatta bu krizin bir dönüşüm olduğunu, kontrol edililebilir olduğunu da varsayıyor. Başarıya ulaşacağına kesin iman ediyor.

Sistemlerin krizlerden bu şekilde kolayca çıkabileceğine inanmak, bunu öngörmek netice de bir yorum olsa da,  bize fazlaca iyimser geldi. Neler olacağını kestirmekten çekinen ve olacak olanlara kuşkuyla bakan ekonomistler  ise bize daha gerçekçi geliyor.

7 Eylül 2011 Çarşamba

Blogda geçen dört sene...

2007 sonbaharında açtığım bu blog, dört seneyi devirip beşten gün almaya başladı.

Yazmak aklımda olan bir şey değildi. Blog tutanları keşfedip de bu bir çözüm olur mu acaba diyene kadar.

Başlangıçta ne yazacağımı pek kestiremeden, güncelden uzak durup ve daha çok kavramları didiklemeye, kurcalamaya çalıştım. Güncele değinmek zorunda kaldığımda ise mümkün olduğu kadar kimseyi üzmeden, diplomatik bir dil kullanmaya çalıştım. Aslında, güncelin er meydanı olduğunu, insanın kendini burda ifşa ettiğini, hatalarıyla içinde bulunduğu hâlle burda hayat bulduğunu farkettikçe daha çok güncel üzerine yazmaya başladım. Dünyayı anlamak, olayları çözmek güncel üzerine düşünmeden mümkün değilmiş. Yine de kimseyi (başı derde girmesin diye) bu konuda teşvik etmek istemem.

Blogu açarken aklımda blogla ilgili tek bir ilke vardı; mümkün olduğunca alıntı yapmamak. O da Şems'in meşhur menkıbesinden ( Büyüklerden söz açıp o bunu yaptı, şu bunu yaptı diye anlatanlara, "Bunlar hep dedikodu, siz ne yaptınız onu anlatın. Başkasının asa'sına dayanmadan ne zaman ayakta duracaksınız", diye çıkışması/azarı) bir esinlenmeydi. Bu yüzden, ek olarak arşiv  blogunu açtım. Alıntı yapmama ilkem, kitap eleştirileriyle mecburen delindi. Belki de bu yazıların tamamının arşive taşınması daha doğru olur, şimdilik bilemiyorum. Bunun için ek bir blog açmak ise çok dağıtmak olur herhalde ve zaten çok fazlada post yok bu konuda.

Geçen seneye kadar bir imlâ kaygısı duymadan yazıp duruyordum. Artık, en azından takip eden dostlar için imlâya daha fazla dikkat etmem gerektiğini düşünüyorum.  Virgülle aramız bozuk, gerekli gereksiz kullanıyorum. Onunla da aramızı düzeltirsek kendimi bu konuda mesafe kaydetmiş sayacağım. Şapkalar da ise düzgün bir veri tabanı yok, zamanla oturacak artık.

Şiir benim alanım değil, bunu gördüm. Şiire benzer şeylerdense çok fazla ciddiye alınacak bir şey çıkmadı malesef. Aruza bulaşmak bir mecburiyet sonucu oldu. Bu işin ne kadar zor olduğunu anlamak açısındansa iyi oldu. Acemilikten dolayı; bir şey söylemekten, bir derdi anlatmaktan ziyade bir bulmacanın parçalarını tamamlamak gayesi öne çıktı. Hikayelerse, hikayelemenin sorunlarını anlamak için bir denemeydi sadece. Henüz ne hikaye ne de şiir, içinde ikamet edebileceğimiz alanlar değil. Üzerinde çalışmadıkça, bir çok deneme yapmadıkça, vakit ayırmadıkça kendini açmayacak alanlar. Şimdiye kadar yazdıklarımızla yazana, yazabilene saygı duymayı öğrendik.

Yazmak bir inşa işi imiş, onu öğrendik. Yazdıklarınızla kendinizi bağlıyor, uçup gidecek fikirleri zaptırapt altına alıyorsunuz. Yazılan yazı ne kadar etliye sütlüye karışmayan bir şey olsa da daha sonra okunduğunda referans alınacak bir hâl'i kayda alıyor.

Şimdi, yazmaya keşke daha evvel başlasaydım diyorum, keşke dememek gerekse de. Tandıklarımı yazmaya teşvik ediyorum; yazmaktan vazgeçenleriyse yazmaya.

***

Blogda aylık yazı ortalaması altıydı. Muhtemelen bundan sonrası da böyle olacak. Bundan sonra da ağırlıklı konular, araya başka denemeler girse de, gene güncele itirazdan bir "hâl" i/kendi "hâl"imizi arama olacak. Daha fazla parantez açarak, imlâyı katletmemeye çalışarak, acele etmeden, mümkün olduğunca kural koymadan, resmi uslubu yumuşatmanın yollarını arayarak ve geleneğin izini sürerek.

Belki

Vaktim yok, ne yapıyorsam unutuyorum
Dün benle geliyor ama biriktiremiyorum
Ve biliyorum, unutmazsam hep kırılıyorum
Açması kolay olsun diye de hep
Gönül bağlarını gevşek tutuyorum

**
Rüzgârın, Güneşin Ayla koşusu
Dönüp durmakta olan göğün çoşkusu
Tüm bunların yardıyla ve el yordamıyla,
Yaptığım kör bir kuşun uçuşu
Belki de en olmadık yere konuşu