31 Aralık 2010 Cuma

Açık toplum - 2084 - Bilim kurgu denemesi



Sene 2084 tü galiba tam emin değilim, eve geç gelmişim, lambayı yaktm ve perdeleri açtım. Sokak yeni takılmış lambalarla pırıl pırıldı; perdenin açılmasıyla bana dönen kameraya başımla bir selam verdim.

Yemekten önce televizyona bakmak istedim. Alt komşumuzun geçen aylık görüntüleri ve telefon kayıtları bu akşam yayınlanacaktı. Resmî kanalın hazırladığı portaldan onu seyretim, gene kilolu çıkmış çok sıkıcıydı. Sanırım benim de zayıflamam lazım, ben de kilolu çıkıyorum. Politikacılardan ve din adamlarından bir kaç kişiyi seyrettim ve haberlere baktım. Pek bir şey yoktu, açık toplum karşıtı bir kaç organizasyon yöneticilerinin sızlanması vardı, erdemden falan bahsediyorlardı. Özel hayat diye bir şey tutturmuşlar, teknoloji bu kadar gelişmişken ne mânâsız bir şey. Eski zamanlarda insanların herşeyi gizli imiş. Gizlilik, kötülüklerin de gizlenmesine sebeb olur diye açık topluma geçmedik mi? Başkalarının ayıbını, kötülüğünü niye gizleyelim? Sebeblerle sonuçlar ve mekanik bir dünya içinde değilmiyiz ki? Başka ne olabilir ki bunun dışında?

(Devam edebilir)

29 Aralık 2010 Çarşamba

Şiddetin görünür hâle gelmesi...




Televizyonda şiddetin görünür hâle gelmesi ve gittikçe artması neticesinde, bunun toplumda da şiddeti artırabileceği konusunda tartışmalar evvelce çok yapıldı. Bu tartışmaların odağındaki dizi Kurtlar Vadisi idi. Dizide ölenlerin, yaralananların haddi hesabı yoktu. Silahın kullanılması, ölümlerin çokluğu yanında konuşulmayan bir şey daha vardı. Cinayetlerin işleniş şekli. Baltayla, kılıçla ölenlerin ölüm şekli, bunun ekrandan gösterilmesi üzerine ise pek tartışılmadı. Son zamanlarda basında, televizyonda karşımıza çıkan cinayetlerin işleniş şeklinde benzer bir şekilde yaratıcılık, çeşitlilik var. Eskisine göre daha gaddarca, vahşice olanları gezetelerden televizyonlardan seyrediyoruz, okuyoruz.

Kurtlar Vadi'sinde geçen hafta bir eşik daha geçildi. Henüz bebek sayılabilecek Ali Memati öldürüldü. Belki de ekranlarda ilk kez bir bebek cinayete kurban gitti. Bununu sonucunda öldüren için ölüm meşrulaşırken, ki takip edenler bunun intikamını bekleyerek izleyecekler, bir bebeğin de öldürülebileceğini gördük. Bu normal bir şey değil. Hangi hastalıklı ruhun eseri olursa olsun, bir dizide rol için dahi yapılmış olması rahatsız edici.



Ölüm cezasını kaldırmış bir ülkede hak için, adalet için işlenen cinayetlerin ekrandan görünmesi insanların zihninde onu haklı göstermeye yeter mi? Ya da böyle bir kanaate yol açar mı? Biz yoksa idamı özelleştirdik mi kaldırırken farkında olmadan.

Silahlanma yasaları mecliste beklerken toplum hafızasında bir bebeğin, bir dizide de olsa, silahla öldürülmesini açıklamak, üzerine düşünmek lâzım. Şu söylenebilir, ama bunları izleyenler normal insanlar, vicdanlı insanlar; silahları olsa da bunu yapmazlar. Bunu söylenlere şu cevabı vermek isteriz, evet bunları seyredenler arasındaki çoğunluk normal insanlar ama bu dizileri normal olmayan ruh hastası insanlarda izliyor. Ve bu normal olmayan insanlar yapacaklarında sınır tanımama konusunda bu dizilerden pekala da ilham alabilir. Hakkı için, adalet için şiddet kullanma, kullanabilme fikri normal insanlarda ise başka türlü, (dayak, işkence vs) ortaya çıkabilir.

Toplumda şiddetin artışını tamamiyle bir diziye bağlamak belki yanlış olur. Ama bir katkısı olduğunu da inkar etmek güç olacaktır.

Sanırız hem silah kullanımını daha kolaylaştıran kanunun, hem de dizilerdeki şiddetin reyting uğruna gittikçe tırmandırılmasının üzerine tekrar düşünmek lâzım.

14 Aralık 2010 Salı

Sürgün hâli


Sürgün kelimesi bir kaç gündür kafamda dolanıyor, önüme çıkıyor. Farklılıklarından dolayı gönüllü/gönülsüz sürgünler çoğalıyor etrafımızda galiba. Bazen bir mecburiyet, başka türlü yapamıyor oluş, bazen de doğuştan gelen bir özellik, bazan ise yaşanmışlar sürgün sebebi. Kabullenilmiş, kırgın bir kabuğuna çekilme, insansızlaşma hâli- sürgün hâli. Bir kendini kaybetme hâli değil bu sanki, daha çok kaybedememe, uyanık bir benle dolaşma. Bu yüzden bir bireyselleşme, sıradanlığın ıstırabı değil; toplulukta kaybolma, yabancılaşma da değil sanki.

12 Aralık 2010 Pazar

Soğuk rüzgar

Buz gene çatırdıyor

Soğuk bir rüzgarsa hatırlatıyor

Bir kayalığın kenarındaki

Durgun denizle,

Bulutsuz parlak gökyüzünü

11 Aralık 2010 Cumartesi

Minik eller üşümesin, minik ayaklar donmasın



1 MK bu senede güzel bir kampanya başlatmış.

Bu seneki kampanyanın sloganı "Minik eller üşümesin, minik ayaklar donmasın"
Kampanyanın önceliği "önce bir ayakabı.. sonra bir eldiven..."

Bu güzel kampanya için A. Şebnem Soysal ve Engin Bal' a teşekkür ediyoruz.

"Ben de armağan yollamak istiyorum." deyip katılmak isteyenler için mail adresi birmilyonkalem@gmail.com

Web Adresi
http://1milyonkalem.blogspot.com/2010/12/yeni-kampanya-minik-ayaklar-usumesin.html

24 Kasım 2010 Çarşamba

Moğolları izlerken




Yağmanın kör vakti, kandiller söner
Ufkumuzdan kaybolan insan düşer
Seyre dalmış dünya sessiz, ilgisiz
Köhne ıssızlarda âşıklar döner


.

17 Kasım 2010 Çarşamba

"Aydınlanma"?

"Tarihin en kan dökücü toplumlarına şöyle bir bakın... Hepsi "Aydınlanma" sonrası ortaya çıkmıştır." - Haşmet Babaoğlu.

"Aydınlanma"nın vardığı yer ya da neticelerinden biri kan dökücülük müdür? Batı felsefesi aydınlanmada kalmış yahut üzerine bir şey koyup kendini geliştirememiş midir?

Yazının girişinde bulunan bu ima'nın arkasında batının hastalıklı bir zihin yapısına sahip olduğu varsayımı yatıyor. Batının kötü bir güç olduğu yolundaki bu varsayım, oksidentalizmin temel varsayımlarından biri.

"Sapare Aude! Aklını kendin kullanmak cesaretini göster! Sözü şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır.! ...Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık....." (Kant)

İnsanın, kendine "aklını kullan" diyen bir düşüncenin karşısına dikilmesi öyle kolay bir şey değil. Tersinden bakarsak, bir insana 'aklını kullanma!' demek bugün için kolay kabul edilebilecek bir şey değil. Neden, nerede diye bir açıklayıcı soru ile karşılaşmak her zaman mümkün.

Düşünmenin engellediği şeylerden bahsedilebilir. Beceri gerektiren, sezgilerle mükemmeleşecek alanlar olabilir. Bir sporcu kazandığı tecrübeyi uyguladığı sırasında neden, niçin sorularını sormaya kalkarsa dikkati dağilabilir, geride kalabilir ya da bir sanatkâr renk seçiminde sezgilerini bir kenara bırakırsa konsantrasyonu dağılabilir. Burda ustası/hocası ona "düşünme-yap!" diyebilir.

Düşünme bir kanat germe, tıkanmış olana destek olabilir belki - 'Düşünme sen bunları' derken. Ki diyen burada muhtemelen bir sorumluluğu üzerine almış da olabilir, çözümü hayatın akışında aramasını tavsiye etmiş de olabilir.

Ama bir mühendise binanın mukavemetini hesapladığı sırada düşünme denemez. Bir ilaç için deneyler yapan bilim adamına da.

Hayatî bir karar almak üzere olana da 'sen düşünme!' denmez. Üniversite sınavında bir okul yazacak olan öğrenciye, kendi sorumluluğunu almak üzere olana düşünme denmez, denemez. Başarının da, başarısızlığın da sorumluğunu almak onun hakkıdır. Burdaki 'düşünmeme!' aynı zamanda onun özgürlüğüne bir müdahaledir de.

Akıl, düşünme insanın kendi sorumluğunu almasının aracıdır. Düşünemeyen bir insana ne bu dünyada, ne de öteki dünyada sorumluluk yazılabilir. Düşünmeyi başkasına bırakmış olana ise herhalde neticelerinden (muhtemelen o da cezaî olanlardan) bir sorumluluk yazılır, var olanı kullanmamaktan dolayı.

Öte yandan akıl, insanın kendi çıkarı lehine mazeretler üretmekte de mahirdir. Vicdanın ve merhametin rehber olmadığı durumlarda, akıl duracağı yeri bilemiyebilir.

Haşmet Babaoğlu'na geleneğin yaşatılması konusunda katılıyoruz.

Tamamlanacak, düzeltilecek...

14 Kasım 2010 Pazar

Rekabet

Televizyonda tasavvuf sohbetine katılan meşhur bir profesör, insanların " fırka fırka" yaratılmış olmasının arkasındaki hikmeti "rekabete" bağladı ve rekabetle devletçilik arasında bir bağ kurup, devletçilik fikrinin artık değerini yitirdiğini sözlerine ekleyerek bitirdi.

Devletin uyguladığı ekonomi politikaları neticesinde bazı insanlar fakirleşiyor, bazıları zenginleşyiyorsa ve bu bir müdahelenin neticesi ise ekonominin kendi haline bırakılması da, rekabete açık olmasıda o kararları alanlar açısından bir sorumluluk taşır.

Rekabetten anlaşılan daha çok üretim, daha çok tüketim ise yani daha çok kazanç ise ve bu gelimişmenin tek göstergesi ise mekanik bir dünya görüşüne teslim olmuşuzuz demektir.

Gelir dağılımı üzerindeki etkisini bir an için bir kenara bırakalım ve rekabet her alanda verimli midir sorusu üzerine düşünelim? Tekel oluşturabilecek malların, kamusal malların (adalet, eğitim, sağlık)üretiminde pek çok sorun vardır.

Kamu maliyesinde iki tür kamusal mal kabul edilmiştir : 1-Tam kamusal mallar 2-Yarı kamusal mallar.

Tam kamusal malların özelliklerinden bazıları; bölünememeleri, pazarlanamamaları, kişisel talebe konu olmamaları, toplumu oluşturanlar faydalarından mahrum edilemez oluşlarıdır. İç dış güvenlik, adalet tam kamusal mallardandır. Siyasi karar alma mekanizmaları ile üretilir.

Yarı kamusal malların üretimindan ise halk mahrum edilemez. Kısmen pazarlanabilir, fiyatlanabilir, piyasada üretebilir ama üretiminden halk mahrum edilemez. Eğitim ve sağlık bu gruptandır.

Bunların dışındaki barınma, ulaşım, beslenme gibi temel ihtiyaçalarında sosyal devletin ilgisi içinde olduğunu eklemek gerek. Bunların yanında petrol, telefon vb stratejik sektörlerdeki tartışmları eklemek gerek.

Devletin ekonomiden tamamen çekilmesini arzuluyanların, sosyal devlet ilkesi çerçevesinde, kamusal malların ve kamusal mal olmamasına rağmen bir insanın hayatını sürdürmesi için lazım olan malların nasıl üretileceğini, nasıl dağıtılacağını açıklamaları gerekir.

Devletçilik aynı zamanda bölgeler arasındaki gelişmişlik dengesizliklerinde de gidermek için devlet ekonomiye müdahele etmek zorunda kalabilir. Bölgeler arasındaki dengesizliklere ilgisiz kalmanın neticesi göçtür. Kamu iktisadi teşebüsü kurmayıp özel sektöre yol veren irade sonunda , kulağını tersten gösterek, teşvikler yokuyla kaynak aktarmak zorunda kalır.

Bütün bunlara ek olarak, ekonomide her dönem değiştirmeden kullanılabilecek sihirli formüller yoktur. Ekomonmi politikaları dünyadaki ekonomik gidişata göre farklı formülleri kullanmaya ihtiyaç duyabilir. Kimi kriz dönemlerinde devletin bazı sektöreleri koruması, bazı malların ithalini engellemesi, piyasada fiyatı tespit etmesi, bizzat mal üretmesi gerekebilir. Gün gelir devlet et ithal etmek zorunda kalır, gün gelir devlet banka satın alıp sektörde en büyük olabilir.

Ayetlerin ve hadislerin, gelişigüzel, günün hakim ekonomi/siyasi politikalarına destek olacak şekilde yorumlanması, yorumlayanlara olan güveni sarsabilir.

7 Kasım 2010 Pazar

Tanpınar

Tanpınar' ın bakışını bir kimlik arayışı olarak kabul etmek eksik gibi. Kimliği de içine alan bir dönüştürmeden bahsediyor; iktsadı, siyaseti vs ile.. . Tanzimat ile başlayan, kendi yolunu arayan bu modernleşme, dünyayı anlama, yeniden değerlendirme çabası. Cumhuriyetle başlamış, aydınları sürükleyen bir nehir değil bu. Gözlerini açtıklarında zaten yol almış bir gemideler. Tanpınar ve Yahya Kemal, bu nehre yol verenler, onu şekilendirenler arasında. "Yeni için" bagajlarında neler olacak derdini taşıyan bu insanların, onu yönlendirdiğini, ona yol aradığını söylemek yanlış olmaz herhalde. Bugün hale konuşuluyor oluşlarıda bunun bir ispatı olsa gerek.

Tanpınar'ın ve Yahya Kemal'in geçmişle duygusal bir bağları olsa bile; gidşatı durdurmak, tersine çevirmek gibi bir dertleri yok. "Huzur" un kahramanlarının hiç biri yenileşme karşıtı değil. Dertleri nasıl olmalı, neler muhafaza edilmeli, neler bırakılmalı, iktisadi kalkınma nasıl olmalı; bütün bunların zihinsel, kültürel arkaplanı ne olmalı.

Bugün, günlük siyasi kaygılarla, kimlik üzerinden yapılan moderleşme eleştirileri revaçta. Daha çok da, modernleşme hareketinde yapılan yanlışlar üzerinden, onu olumsuzlamaya çalışan bu çaba, bir siyasî bakışın neticesi gibi duruyor.

5 Kasım 2010 Cuma

Rubaî

Mef û lü - me fâ i lün - me fâ î lü - fe ûl
- - * / * - * - / * - - * / * -

Dalgın gece şimdi üstümüzden dökülür
Doğmakta olan bu dünyadan dert kaçar
Artık yükü doldu teknenin doldu zaman
Mahzunlara her daim hep rahmet saçılır

1 Kasım 2010 Pazartesi

Hakikat?

Bir olayın hakikati geçmişte bir yere göre bir hakikat. Bir fotoğraf çeker gibi, zamanda bir tespit. Durduğumuz yerden, anlatılanlardan bir eğreti, emanet bakış. Ve bizi hüküm için, bir keskin bakışa zorlayan bir bakış aynı zamanda. Söylenecekten, yapılacaktan da sorumlu olunacak bir zorlayış. Hiç bir şey yapmamanın, susmanın da bir sorumluluk olduğu bir zorlayış.

Bu zorlayışın bastığı zemin tereddütlü bir insiyatif hâli. Mükemmeli hep ileri bir zamana erteleyen.

Şaşı bir çırağın elinde; kırılıp, dökülmeden kavranmıyacak bir hakikat bu. Hem çırağı, hem de etrafını yaralıyacak bir sorumluluğun yüküyle birlikte.

tamamlanmadı

23 Ekim 2010 Cumartesi

"Avrupa'nın Çin'i" ?

"Economist: 'Türkiye Avrupa'nın Çin'i': Savaş sonrası dönemin çoğunda Türk ekonomisi, Çar Nikola'nın ifadesiyle Avrupa'nın hasta adamıydı. Bugün enflasyon daha düşük, bankalar sağlam ve Türkiye OECD içinde en hızlı büyüyen ekonomi. İmalat ve inşaat sektörü çok güçlü. Türkiye, bugün mobilya, araba, çimento, ayakkabı, televizyon ve DVD oynatıcıları üretiyor. Bir anlamda Avrupa'nın Çin'i demek de mümkün."

http://www.cnnturk.com/2010/ekonomi/dunya/10/22/economist.turkiye.avrupanin.cini/593941.0/index.html

Avrupa'nın Çin'i ne demek? Konuyu biraz (önyargılarımız üzerinden)kurcalarsak birbiriyle çelişen seçenekler ortaya çıkıyor :

1- Türkiye üretimde Avrupa'dan daha maharetlidir. İmkanları sanayi üretmeye müsaittir bu yüzden benzer imkanları bir araya getiremiyen Avrupa karşısında sanayi üretimini becerebilmekte ve büyümektedir.

2- Sanayi Avrupa için artık karlı bir alan değildir. Benzer üretimi Asya'da herhangi bir ülkeye yaptırmak firmaları için daha karlıdır. Türkiye'nin avantajı daha yakın olmasıdır. Buna dışında Asya'ya göre daha kaliteli üretim yapabilme ile daha düşük işçilik üretim yapmayıda ekleyebiliriz.

Avrupa'da da işsizlik olmasına rağmen niye Türkiye o zaman? Niye Avrupa işsizliğe rağmen kendi üretmiyor da ithal ediyor? Buna şu cevap verilebilir belki, üretim kararları ve satın almalar piyasa üzerinden yapılmakta, şirketler ise Avrupalı işsizi bu anlamda göz önünde tutmuyor. Bir de buna üretimde ithal girdinin yüksekliğinden edilen şikayetleride eklersek aslında üretimin göründüğü gibi avantajlı olup olmadığını bir kez daha sorgulamak gerekir.

Aslında üretimin bir "kaynak aktarmaya" döndüğünü kabul etsek bile; çalışanalar için istihdam, devlet için vergi, firmalar için kârı kaybetme ihtimali karşısında üretmeme kararı almak burda zor gözükor. Aynı zamanda işsizlik baskısı, kırılgan sektörlerden; turizm, tekstil, inşaat sektöründen çekilmeyi engellemekte diyebiliriz sanırım.

"Avrupa'nın Çin'i" olmak ne kadar kârlıdır bunu zaman gösterecek. En azından bunun uzun vadede sürdürülebilir bir durum olmadığını, ancak kriz dönemlerinde mecburen kabul edilebilir bir hâl olduğunu söylemek doğru olur. En azından bir zorunluluk olarak. Uzun vadede gelir dağılımının ve refahın bu yolla sağlanamayacağını söylemek herhalde yanlış olmaz.

Tabii bu görüşün varsayımı devletin bir şekilde sektörlerin gelişmesini düzenlediği varsayımına dayanıyor. Ekonominin bir bilim olduğunu; akılla öngörülebilir, düzenlenebilir ve yönlendirilebilir olduğunu kabul edersek; bunun yönetenler ve seçmenler için bir sorumluluk alanı olduğunu söylemek durumunda kalırız.

18 Ekim 2010 Pazartesi

Saygı duruşu?

Saygı duruşu bir tapınma mı?

Saygı duruşu ile ilkokulda tanışmıştım. "Ne yapacağız?" diye sorduğumda öğretmen "hakkında düşenceğiz" demişti galiba, ya da buna benzer birşey. Hatta yanlış hatırlamıyorsam, cenaze arabaları geçerken yapmamızı da öğütlemişti.

Ölen bir sporcunun, spor adamının, milli felaketin ardından stadyumlarda yapıldığına şahit olmuşuzdur.

İstiklal Marşı okunurken, bayrak çekilirken de benzer bir saygı duruşu yapılıyor.

Bir şeyin tapınma olması için gerekli şartlar nelerdir? Mezarlık ziyareti ya da bir araya toplanıp bir olayı, bir kişiyi anma nasıl olmalıdır ? sorularının cevabı zamana göre değişir mi? Ortada bir yönelme, bir şey dileme, metafizik bir bağ kurma, bir kutsallaştırma yoksa muhtemelen bir tapınmada yoktur.

Mesela Çanakkale şehitlerini anmak için Gelibolu' da toplamak, sesizce onları düşünmek sanırız bir tapınma değildir.

Milli kimlik oluşturma konusunda bazı acemilikler yapılmış olabilir. Özensiz sanat eserleri olabilir. Ama bunların birer itiraz konusu olarak zayıf kaldıklarını söylemek yanlış olmaz herhalde.

Saygı duruşu, anmak (veya hatılatmak/dikkat çekmek) olarak kabul edildiğinde, futbolcuların band takması, yakalara kurdele takılması uygulmalarını da hatırlamak mümkün.

Saygı duruşunun bir vefa, hatırlama, üzerine düşünme imkanı olabilmesi gibi ritüelleşme, baştan savma, içini boşaltma aracı olması da mümkün. Saygı duruşuna muhatap olunan olayın, kişinin saygı duruşunu yapanlara ifade ettiği anlam burda belirleyici galiba.

Sarıkamış'ta, Sivas'ta Madımakın önünde, Taksim'de toplanan insanların yaşanmış acı bir olay hakkında bir kaç dakika suskunca durması belki de yapılabilcek en kolay, basit ve anlamlı bir toplu anma yöntemi galiba. Bunu bir pagan adeti olarak görmek, böyle bir bağ kurmak ise bugün için pek mümkün gözükmüyor.

12 Ekim 2010 Salı

Portakalı soydum, başucuma koydum, ben bir yalan uydurdum



"Gerçek Tanrı adamı, kapısından geçen köpeğe bile cevap vermekte saygı gösterir."
(sh.153 - Şems-i Tebrizî - Makâlât -Mehmed Nuri Gençosman - Mayıs2009)

Peki insanda?

Düz mantıkla; insan ahlakın alanındaysa, "Din güzel ahlâktır" sa (huy olarak geçiyor mu hatırlayamadık,izini süreceğiz), ahlâk güzel huylara sahip olmaksa - Evet insanda da.

Niçin huy? Huy bir kabul ediş, yapamamaktan rahatsız oluş ile ahlak mı, din mi sorularını cevaplamak ve ikisi arasında bir tercih zorunluğunu ortadan kaldırma (Yaratılışı, dirilişi ve hatta aşkı paranteze alarak) mümkün gibi geliyor.

Din ahlakın alanına inerse içi boşalır mı? Yani ahlâkla din arasında bir fark kalmazsa ne olacak? İşte dini, güzel ahlâkı, bir huy(/edeb?) edinme haline getirme araçlarından biri olarak kabul etsek de, din sadece ahlâktan fazla bir şey olmak zorunda.

Yorumlardan biri ahlâkla aşkı aynı alana sokuyor. Aşk burda ister bir ödül, ister bir netice olsun kurallara razılık ile birlikte anılıyor. Ya da benzetmek ne kadar doğru olur bilemiyorum, içinde aşkın var olucağı evin; kolonları, duvarları, damı oluveriyor. Bundan sonra evin iç duvarlarını bizanslı ressamlar mı resimler, çinli ressamlar mı bilinmez.

Kuyudan aşksız çıkmak da mümkün(?) Peki ya sonra...

Kuyuya bir taş daha atalım...

30 Eylül 2010 Perşembe

Not

'İnsanlık' bir güzele yönelmedikçe, huzur vermedikçe bir yük, yerine getirilmesi mecburiyeti olan bir görev olarak olarak kalır. (?)

24 Eylül 2010 Cuma

"Sakın, olduğun gibi görünme, göründüğün gibi de olma!" yazısı üzerine

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/?i=11856&y=DucaneCundioglu
http://tvnet.tv.tr/?i=5261

Dücane Bey'i eğer yanlış anlamadıysak, insanın bir geçmişinin olduğunu hesaba katmıyor. Tarihi, geçmişi, duruşu olmayan, hiç bir şey biriktirmemiş bir insan. Bu yüzden kendini gerçekleştirmekte olan insanı, sanki her seferinde sıfırdan başlarmış gibi kabul etmek zorunda kalıyor. Bir çok şeyin, olayın içinde değil de tek bir hakikatin varlığına yüzünü dönmüş sadece ona doğru ilerleyen bir insan resmi gördük anlatılanlarda ve dinlediklerimizde. Zamanla olgunlaşacak değil de bir anda aydınlanacak bir insan bu. *

İnsanın, bütünlüğünü kurmak için yalnız olması gerektiğinden bahsediyorlar.

"Zayıflığa tahammül edememek" üzerine kurulu bu düşünce, insanın kendini bir içebakışla keşfedileceğini varsayıyor sanki, bir sosyalliğin içinde değil.

"Ey talib, sakın, başkalarına, olduğun gibi görünme, göründüğün gibi de olma, yoksa seni çok üzerler, sana eziyet ederler, insanını ezerler, çiğnerler, mahremiyetine tecavüz ederler. " Çile ? Eziyete açık olmayan insan nerede pişecek. Belki şunu söylemek mümkün ayağa kalkamayacak kadar aciz bir insan için geçerli olabilir ama yolcu için? Maskelerinin arkasına saklanan insanlar, hangi aynada kendilerini görecek?

Bir de batında yakın olan zahirde nasıl uzakta olur? Hay olan, hayatı yaratan, her an yaratmada olan zahirde uzak olabilir mi?


*40 Dört yol kesen manevi kus, halkın gönlünü yurt edinmistir.
Bütün gönüllere emir olursan, ey kisi, bu zamanda Allah halifesi sensin.
Bu dört diri kusun kes baslarını da ebedi olmayan halkı ebedilestir!
Bu kuslar, kaz, tavus, kuzgun ve horozdur. Bunların içlerdeki benzerleri de dört huydur.
Kaz hırstır, horoz sehvet. Makam tavusa benzer, kuzgun dilege.
Mesnevi 5. cilt

20 Eylül 2010 Pazartesi

Sonbahar

Dökülür eylül sert rüzgarlarla ekimin üstüne

Soğuk ve karanlık bir atlı girer düşlerimize

Küskün pencereler kurşuni bir sabaha açılır

Güneşse hep aynı akşamın üstüne doğar rinde

10 Eylül 2010 Cuma

'Pas'



"Sovyet gazeteci Ovçinnikov, Japonya anılarında şöyle der:

Burada zaman, tek başına, sanki şeylerin yapısını gün ışığına çıkarıyor. Japonlar bu yüzden, büyümenin izlerini incelemekten özel bir haz alıyorlar. Yaşlı bir ağacın koyu rengi, bütün sivriliklerini yitirmiş bir taş parçası, hatta üzerinde gezinen sayısız ellerden kenarları sararmış bir resim onları korkunç etkiliyor. Yaşlanmanın bu izlerine saba diyorlar, yani kelimesi kelimesine çevirecek olursak 'Pas'. Saba; bu yapay olarak elde edilemiyecek bir pastır, eskinin büyüsüdür, mührüdür, zamanın 'patinası'dır"*


Pas deyince aklıma nedense eski, karaya oturmuş şilepler gemiler geliyor. Ömrünü tamamlamış, emekliye ayrılmış, terkedilmiş, görevini yerine getiremez hale gelmiş gemiler.

Bütün eski eşyalar işlevini yitirmiş ya da değerini kaybetmiş değil tabi. Eskidikçe değeri artan antikalar, resimler de var, zamana yenilmeyen.

Eski bir şilebi değersiz kılan, antikalara değer biçen de göz sonunda. Yine de tamamen görüşten ibaret değil eskiyi değerli kılan. El emeği ile sanatkarının yaptığı, sayıca az kalmış olmak, bir daha yapılamacak olmak da bir özellik olarak kabul edilebilir belki.

Galiba zamanın sıradan olanla olmayanı ayırma kabiliyeti var. Yaşanandan bir tortu çıkarak geçmişe dahil etme ve onu bugüne bir değer olarak taşıma gücü, belki.

Fakat 'saba' ya da 'pas' bundan daha fazla bir şey. O bizzat bir değer olarak zamanın bıraktığı bütün izleri kapsıyor; nesne ayırt etmeden, nesneden çok onda bıraktıklarına bakarak.

Üzerinde düşünmek lâzım ...

* Mühürlenmiş Zaman

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Şuursuzluk....

Gün geçmiyor yeni bir haber gelmesin, yeni bir haberle bu kadarıda olmaz diyelim.

En son Konya Valisinin neoliberal tavrı karşısında ağzımız açık kalmış, "bu ne cüret" diyebilmiştik. Sayın vali özel sektör vasıtasıyla Mevlâna Müzesini (Türbesini) pazarlamaya kalkışmıştı. Oysa yabancı devlet konuklarının ağırlanmasında "sema" nın meze olarak sunulmasına daha alışamamıştık, yapılana kızgınlığımız yatışmamıştı.

Son olayı Murat Bardakçı'nın yazısından öğrendik ve tekrar canımız sıkıldı. Biraz araştırnca internette haberini bulduk. Aynen aktarıyoruz:

http://www.gokyuzuhaberci.com/14091/sema-gosterisi-ni-turist-ler-hayranlikla-izlediler/


"Sema Gösterisi'ni 'Turist'ler Hayranlıkla İzlediler! Ramazan şenlikleri kapsamında Atatürk Havalimanı Dış Hatlar Terminali'nde gerçekleştirilen 'Sema Gösteri'sini izleyen hayranlıkla izleyen turistler fotoğraf çekmeyi de ihmal etmediler.

TAV Havalimanları Holding, bu yıl da işletmesini yürüttüğü havalimanlarında Ramazan ayı süresince çeşitli etkinliklere ev sahipliği yapıyor. İlki Ankara Esenboğa Havalimanı'nda başlayan Ramazan Şenlikleri, bugün İstanbul Atatürk Havalimanı'ndaki Sema Gösterisi ile devam edecek.

TAV Havalimanları Holding tarafından işletilen havalimanlarında, geleneksel hale gelen Ramazan etkinlikleri devam ediyor. İlki Ankara Esenboğa Havalimanı'nda düzenlenen etkinlikler çerçevesinde İstanbul Atatürk Havalimanı'nda gerçekleşen Sema Gösterisi özellikle yabancı turistler tarafından büyük bir beğeni ile karşılandı.
TAV İstanbul Genel Müdürü Kemal Ünlü,' Havalimanları, ülkeye girişte ilk, çıkışta ise son intibanın yaşandığı mekanlar olması açısından büyük önem taşıyor. Bu anlamda havalimanı işletmecisi olarak her gün değişik kültürden ve milletten 70 bin misafirimize ev sahipliği yaptığımız İstanbul Atatürk Havalimanı'nda geleneksel Türk sanatlarını yaşatarak kültür elçiliği misyonunu taşımayı amaçlamaktayız. Ramazan ayı kapsamında özellikle yabancı turistler tarafından da büyük ilgi gören çeşitli etkinliklerimizi, işletmesini üstlendiğimiz Ankara Esenboğa Havalimanı ve İzmir Adnan Menderes Dış Hatlar Terminali'nde de gerçekleştirmeye devam edeceğiz' dedi.
Ramazan etkinlikleri kapsamında ayrıca İstanbul Atatürk Havalimanı'nda her Cuma 'Sema' gösterilerinin yanısıra TAV Galeri'de kurulacak 'Ebru Tekneleri', yolculara 'Ebru' sanatını yakından tanıma ve uygulama şansı sunacak.
Etkinlikler kapsamında, Ankara'da her Salı 'Seyrü Sefa', her Çarşamba 'Meddah Gösterileri'nden; Karagöz ve Hacivat, Aşuk ile Maşuk, Kukla ve Gölge oyunları, her Perşembe 'Ebru Sanatı' ve her Cuma da 'Fasıl Dinletisi'nden oluşan Ramazan eğlenceleri Ankara Esenboğa Havalimanı yolcularının beğenisine sunuluyor.
İzmir Adnan Menderes Havalimanı ise Ramazan etkinlikleri kapsamında, Dış Hatlar Terminali'nde çok farklı bir sergiye ev sahipliği yapıyor. 'Karagöz-Hacivat' sergisinde, Türk mizah tarihinin unutulmaz ustalarının farklı bir yöntemle resim ve grafik öğeleri birleştirilerek resmettiği sergi, Ramazan ayı boyunca İzmir Adnan Menderes Havalimanı'nda yolcuların beğenisine sunuluyor.


Bu son olay bize olayların kişisel dil sürçmelerinden ibaret olmadığını göstermiştir. Mevlevî geleneği bir Moğol istilasının altındadır. Görmezden gelinecek, hoşgörüyle geçiştirilecek sınırları çoktan aşmıştır. Mevlevîlik pazara çıkarılmıştır.

Ey devlet elini semâmızdan çek ...

Edeb ya HU..

24 Ağustos 2010 Salı

Arabesk üzerine


http://www.aksam.com.tr/2010/08/24/haber/guncel/15238/emegin_somurusunu_unutturmak.html

Biraz dolambaçlı olacak ama mevzuuya başka bir konundan girmek daha kolay olacak sanki :)

Arapça Kur’ân okunmasına, dinlenmesine, “Kur’ân öğrenilmek için inmiştir” diye itiraz edenelere katılmakla birlikte, bu konuda bir parça rezerv bırakılmasının daha uygun olabileceğini düşünmüşümdür hep. Bunu temellendirmek de ise zorlanmışımdır. Sihirli, ezotorik, açıklanması güç bir yola girmekten çekinmişimdir.

Diyelim ki ayda, yılda bir şehre inen, insanlarla kaynaşan, Kur’ân ile olan bağı Cuma namazında dinlediği olan birisi için, anlamadığı bir dilden nasip almak mümkün müdür?

Şöyle düşünmek doğru olur mu bilemiyorum? Kur’ân, dinleyen insanda bir huşu duygusu bırakır. Arapça Kur’ân dinliyen biri içeriğini hiç bilmediği bir şeyi dinlemiyor aslında. Koyduğu kuralların çoğunu daha evvel şöyle ya da böyle duyduğu, bi şekilde hayatına aktardığı, onu şekillendiren bir bütün söz konusu. Anlatılan siyerler-menkıbeler ile bugünün yaşantısına bir şekilde bağlanmış bir tarih var.

Kur’ân’ın okunuşndaki ahenk- sessizce dinleme geleneği vs. huşu duygusuyla bu bütüne olan bağı tazelyor ve bir başka hâl ortaya çıkıyor. Epeyi önce çok dil bilen biri, “karıştırmıyor musunuz?” sorusuna "diller bir gardrop gibidir- konuşmak istediğini açarsın" demişti.
Hâller de böyle galiba, bizi uyandıran bir şeyle onları alıp giyoruz. Ona göre davranıyoruz. Bazen bir balıkçı yağmurluğu, bazen bir doktor önlüğü gibi somut elbiselerin yanında görünmeyen elbiselerde giyiveriyoruz farkında olmadan.

Üzerinden hiç çıkarmadığımız elbiseler var mı sorusunu ileriye bırakarak asıl konumuza dönelim.
Burda soru şu arabesk bizde hangi hâl'e denk geliyor? Sırf zalim dünya karşısında kaybetmiş/ezilmiş bir insanın feryadı mı? İçinde hakikate denk gelen bir şeylerde var mı?

Müzikten pek anlamayan ve kulağı olmayan biriyim. Kaanatime göre, (sözü bir kenara bırakıp müziği dinlediğinizde) arabesk besteler birbirinin kopyası yaylıların tekrarından ileri gidemiyor. Bu da müzikal bir yeniliğin ve orijinalliğin olmaması anlamına gelir.

Sanatta kalıplar olmaz mı? Olur elbet. Fakat bu kalıplar içinde orijinal sesler olduğu müddetçe. Tersi sıkıcı tekrarlar olur herhalde.

Arabesk, müzikli şiir söylemeye daha yatkın sanki.

Aslında bu yazıyı yazmadan önce yapmamız geren bir şey vardı: Youtube'a "arabesk" yazıp rastgele on şarkı dinlemek. Önyargılarımızı test etmek için şimdi bunu yapalım.

5 Ağustos 2010 Perşembe

Asimilasyon



Asimile olmamak mümkün mü? Ya da tersten soracak olursak milli bir kimliği tüm unsurları ile yaşamak bugünün dünyasında ne kadar mümkün? (asimilasyon/modernleşme?)

Sanırız mümkün. Ama uzun eğitimlerin/çilelerin/sentezlerin neticesinde ve bir istisna olarak.

Kendi adıma rumeli göçmeni bir ailenin devamı olmak, bugün bizim evde yemeklerin dışında bir anı olarak yaşanmakta. Kendimi ilkokuldan beri bir Türk olarak bildim ve benim için ege'lide, karadenizli, iç anadolulu arkadaşlarımda Türk'tü. Tarih olarak ise içine bir çok derenini aktığı oğuzlar, selçuklular, osmanlılar, rumeli en nihayetinde Türkiye Cumhuriyeti tarihinin olduğu geniş bir nehir öğretildi ki bu herkes için anlaşılır bir şeydi. Hepsinin devemınında bir şeydik ama işin ilginci o da değildik. İngilizin saat kulesi'ni, miss./madam brownları, Çift katlı otobüsleri de öğrendik, eskiden bunlara şiir denirmiş anlayışıyla arkeolojik bir değer olarak Baki ve Nedim i de gördük. Ve Baki ile Nedim, miss/madam Brown kadar akılda kalır, canlı olmadı. Eskilerin moderleşmesi, şimdilerin küreselleşmesi; başka bir deyişle angola-sakson kültürü hayatımıza hep daha koyu tonlarla iştirak etti.

Bu rüzgarın dışında kalarak ayakta kalmak mümkün müydü? Bu sorunun cevabı 200 yüzyıl evvel tanzimatta verilmiş. Ama soru tekrar tekrar önümüze geliyor. Gelmesinin sebebi bağımsızlık fikrini milli bir kültüre dayayarak, bağımsız olmak için gereken farkın canlı tutulmasın da belki de.

Hem tarihin getirdiği geleneği ayakta tutmak, hem de modern dünyada ayakta kalabilmek ciddi bir bireysel çabayı gerektiriyor. Bu çabayı herkesten beklemek ise pek mümkün değil. (Bu bir elitizm de olmamak zorunda, aynı zamanda.) Bu çabayı göstermemiş/gösterememiş insanların ise geleneklerinden, tarihlerinden gelenden ne kadar şeyi muhafaza edebileceğinin ise karamsar bir cevabı var gibi geliyor.

Bir şapka devrimini, ölçülerde değişikliği vs. asimilasyon olarak okumak pek anlamlı değil. Moderleşme ise bunlar içn daha mantıklı

Asimilasyon bir unutturma çabası mı, modernleşme gayreti mi? Ya da modernleşme/küreseleşme bunu kendiliğinden yapıyor mu? Tam bir cavap olmasa da bu karışık soruda moderleşme belirleyici bir yer tutuyor sanki.

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Ateş Böceği - Tarık Akan Necla Nazır Part 2/10 - Racona dikkat; biz sosyal adaletçiyiz :)

Merlin


Dücane Cündioğlu'nun yazısı üzerine

(Cnbc-e de seyrettiğim bir dizde, genç) Merlin gözlerini açarak söylediği bir kaç sihirli sözcükle erderhayı uysallaştırır, evine geri yollar. Kerameti kendinden mnenkul bu sihirli sözcükler ejderhayı nasıl uysallaştırır da geri dönmeye ikna eder? Bir ihtimal sihirli sözcükler ejderhanın anladığı dilden bir kaç kelimedir ve "buralarda ne işin var, hadi çabuk evine dön" mealindeki bu kelimeler onu iknaya yeterli olur. Ya da bu sözlerin bir şeye dönüşebilme kabileyeti vardır, sözler birer varlığa dönüverir de bu varlıklar sayesinde bir ikna gerçekleşir. Belki de bu sözlerin bir niyaz kabilyeti vardır, duyması gereken duyar, yardıma gelir ve hayvancağız etkisiz hale getirilir. Son olarak titreşimcileri, enerjileride ekleyelim. Atladığımız bir olasılık var mı bilmiyorum.

Eski bir tartışmaya, sözün gücü üzerine - bir giriş olarak ...

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Okuma listeleri vs.

Atılgan Bayar'ın yazısı üzerine:

Toplumsal mühendislik dertlerini, reklam çabalarını bir kenara bıraktığımızda okunması gereken kitaplar listeleri hangi gayelere hizmet eder? Tamamen bu listeleri bir kenara bıraktığımızı ve herkese tek tek "ne okumalı" diye sorduğumuzu düşünelim. Eğer okunmasında fayda umulan eserlerde bir benzerlik ortaya çıkarsa, bu eserlerde uzlaşmanın bir anlamı olmalı diye düşünmek gerekir. "Kimleri/Neleri okumalı" konulu bir istatistik yapılsa bir çok kişinin aklına benzer isimlerin geleceğini zanediyorum.

Bazı kitapların okunmasının, okuma gayreti içinde olanların, okuduklarını anlaması açısından özel bir önemi var. Mesela Huzur'u okuyanın daha evvel Mesnevî okumuş olması, ya da Mevlevilikten haberdar olması anlatılanı anlama açısından faydalı olabilir. Ama şart mı, değil, okuyan kendi dünyasına göre bambaşka bir şey de kafasında oluşturabilir ve bu da mümkün. Bazı eserler, kitaplar kültür tarihi üzerinde duruyor. Kültür tarihine yön veren eserler bunlar. Kültür her dönem sıfırdan, yenibaştan inşa edilmiyor. Üstüste oluşuyor; öncekini eleştirerek, ona referans vererek gelişiyor, ilerliyor, değişiyor.

Hemen hemen her listede yer alan Dostoyevski, Kafka, Tanpınar, Sait Faik okumadan da insanlığı anlamak mümkün. Ama okunduğunda kattığı şeylerle bakabilmek de bir züppelik değil.

Kültür tarihi katman katman gelişiyor. Bu gelişmenin yönünden, mecrasının akışından haberdar olmaksa kötü bir şey değil. Listelerdeki kitapların okunmuş olmasının insanı aydınlatma garantisi yok. Listeler okundu diye kimse belge almıyor, yazılıya sözlüye tabi olmuyor. Kaldı ki kimseden de kitap okuyor diye dünyanın derin sırlarını çözmesi beklenmiyor. Hatta bir roman sadece tad almak, vakit geçirmek için de okunabilir.

Buna ek olarak kitap, yazı, makale önerilerinde insanların aynı dili konuşabilmeleri, aynı konular etrafında sohbet edebilmeleri, tartışabilmeleri açısndan bir fayda olduğu da söylenebilir.

Müzik içinde benzer şeyler söylenebilir. Bir Dede Efendi dinlenmeden, bilinmeden herhalde Klasik Türk Müziğinde söz söylemek gülünç olur.

Arabesk tartışmasında ise; arabeskin gideceği bir yer, gelişeceği bir alan var mı diye sormak geliyor içimizden. Pop müziğe bir renk olabiliyor. Halk müziğinin içine girerse bozuyor. Arabesk kendi kimliği ile gelişebilecek, derinleşebilecek bir müzik olarak durmuyor. Gerekli mi o da ayrı bir soru? "Mayadağdan kalkan kazlar" ın da gelişmesine gerek yok. Aradaki fark üzerine düşünelim.

Kitap okumayı bir ayrıcalık, üstünlük olarak sunmak kibirden başka bir şey değil. Aynı şekilde kitap okuyan, nitelikli müzik dinlemeyi çalışan insanıda küçümsemek akıl kârı değil. Bu kitleyi belli bir düşünceyle etiketleyip toptan red etmek ise diyolog kurmaya hevesli olmamak gibi geliyor. Bu kendinden eminliğin, yanılmazılık anlayışının kaynağını aramak lazım sanırım. Burda pozitivizme saldırının paranteze alınmamış olması düşündürücü. Yazarın bilimi redetmek lüksününün olmadığını umuyoruz. Herşeyi bilimsel görmek derdiyse bu konuda konuşulabilir.

Atılgan Bayar, karikaturize ettiği aydına bir önyargıdan bakıyor. Bu ön yargıyı besliyecek haklı sebebler de yok değil. Ama gene de, bu önyargının siyasal bir zeminin üzerinde durması yazarın haklılığını zayıflatıyor. Yazının siyasal içeriklerinden temizlenerek, tüm okuyup yazanların ezberciliği üzerine oturtulması belki daha anlamlı olurdu.

Aydın kimdir, necidir? Üzerine söyleyecek çok fazla bir şeyimiz yok. İlla bir şeyler söylemek gerekirse, herhalde, ezberden konuşmayan, buna rağmen bir duruşa sahip, olaylara/hayata bildikleri üzerinden bir yorum yapmaya çalışan, başkalarını da dinleyebilen, tevazu sahibi biridir.

'Gurme' bölümüne ise aynen katılıyorum.

(gözden geçirilecek)

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Millet

"Ulus-devletle birlikte, siyasî toplumsallaştırma biçimleri de artık işlerliğini yitirdiğinde vatandaşlar, ilişkilerin anonim biçimde örgüleştiği bir dünyada tek başına kalcaklar ve burada, kendi önceliklerine göre sistemli yatarılmış tercih hakları arasında seçim yapmak zorunda olacaklardır ("Öteki" olmak "öteki"yle yaşamak -Jürgen Habermas sh.33)"

Tarihin çok uzun zamanlarından beri, belki yazılmaya başlandığından beri, bir Çinli bir Hintli vardır. Krallar, rajalar, yönetimler değişse de bir Çinli, bir Hintli vardır. Bu manada bu topluğu isimlendirme sıkıntısı ise acaba ideolojik mi? Millet, ırk, kültür demek farklı tercihlerin neticesine isimlendirme mi acaba? Ya da tersten sorarsak bir Çinli için Çinli olmak sadece teninin rengi ile mi alakalıdır?

İngiltere tarihten kalksa da İngilizler (bu ne demek olacaksa)tarihten kalkar mı? Millet kavramı eskiden başka turlü bir anlam ifade edermiş. Bu yüzden yeni anlamı için yapay denildiğini okumuştum. Tepeden bakınca (monarşilerden ulusal devlete geçişte halkı tanımlamak,haklar vermek, vergi asker gibi taleplerde bulunmak için sonradan isimlendirmek anlamında)belki ama pratikte sanki doğrusuna dönülmüş gibi duruyor. Ulus devletler bitecek tartışmalarında ortak dile, ortak yaşayışa sahip, dine bakışı benzer olan insanlar topluluğu tarihte devletlerden daha uzun ömürlü gibi. Hayata bakışları da aynı oldukları sürecede bir millet olarak bir şekilde var olacaklar sanki. Artık tükenmiş olduğu ayan beyan ortada olan, teslim olmuş olan bir Osmanlı Devletine rağmen bir Kurtuluş Savaşı için insanları ayağa kaldıran, bir araya getiren bir toplumsallaşmanın var olmuş olması gerekmez mi? (Buna ister kültür, ister beraber yaşama arzusu, ister bağımsızlık derdi, ister zülme karşı duruş saiki diyelim)

AVM çılgınlığı

Bakırköy'den Silivri'ye giderken inşaatı devam eden, irili ufaklı bir sürü alışveriş merkezine rastladık. Alışveriş merkezlerinin cazibesi eski bir kazanç kapısına, dükkancılığa dönüş gibi duruyor. İşletemecilerine yüksek kiralar vaad eden avm' ler -yaptıkları işlerde bir maliyet unsuru olarak bu merkezlerden alıveriş yapanlara geri dönüyor.

"Kahraman bakkalın süpermarkete karşı" yaptığı savaşı izleyeli nerdeyse onbeş yıl oluyor. O süpermarketler şimdilerde avmlerde bir dükkan olarak yer tutup ayakta kalma savaşı veriyo. Ekmek ve gazete satarak ayakta kalmaya çalışan bakkallar ise artık iyice azaldı. Ayakta kalabilenler tekele, talih oyunlarına dönerek ayakta kalmaya çalışıyor.

Avm lerin hedefi zanediyorum ki uydu kentlerde yaşayanlar olmaktan çıktı. Orta gelir gurbundaki herekesi hedef alıyorlar. İçlerinde lüks tüketim malları satanlarla, sadece araba satışına odaklı olanlar gibi daha dar bir kitleyi hedefleyenlerde var. Gençler için fast-food yemek, sinema ile sosyalleşmek manasına geliyor. Bu yüzden de devamlı kalabalıklar. Kredi kartı kullanımındaki acemlikler azaldığı için tüketici eskisine göre daha dikkatli.

Avmler büyük şehirlerdeki saltanatları daha küçük illere yayılacak gibi. Kanuni önlemerin alınmasında geç kalınması, aralarına mesafe konması yonundaki isteksizlik, çalışma saatlerine kısıtlama getirilememiş olunması - mütevazi bir işletme açarak bir iş kurma hayalinde olanların umutlarını tüketti.

Avm lerin gelecekleri sayılarının artması, ekonomik kriz ile tehlikede. İlk açılan avm'nin sera olarak kullanılmaya başladığını geçenlerde okunduk. Alım gücünde bir artış olmazken yeni açılan avmlerin sayısında ki gözle görülen bu artış, onların gelecekleri hakkındaki soru işaretlerini çoğaltıyor.

Büyük balık, küçük balıkları yuttu. Büyük balıkların durumu ise belirsiz.

20 Temmuz 2010 Salı

Tarih nedir?



1892 doğumlu İngiliz tarihçi Carr’ın birçok dile çevrilerek elden ele dolaşmış ünlü broşürü. Tarihçinin okuruna karşı sorumluluğunu yargıladığı eser. Başta Cambridge Üniversitesi olmak üzere çeşitli eğitim kurumlarında verdiği konferansların derlenmesi. Sovyetler Birliği uzmanı Carr’ın her düzeydeki okuyucu tarafından keyifle okunabilecek yöntem bilim denemesi.

Kitapyurdu adresi

İçindekiler

1-Tarihçi ve Olguları
2-Toplum ve Birey
3-Tarih, Bilim ve Ahlâk
4-Tarihte Nedensellik
5-İlerleme Olarak Tarih
6-Genişleyen Ufuklar

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Devam

Nefes almadığının farkındaysan ve

Karanlık bir yerdeysen, bu iyi bir haber

Gidecek bir yerler var demek

Bavullar toplanmış, yataklar denkleşmiş

Ne gam.

9 Temmuz 2010 Cuma

Seyir?

'An'dan an'a geçiş bir seyir. Bir su damlasının akışı gibi ya da bir nehirin akışı gibi ama gelişi güzel değil, yatağında. Seyirde oluşun farkında olmak ve ona katılmak ve bir ufka doğru ilerlemek... Buna özgürlük demek mümkün mü emin değilim.

8 Temmuz 2010 Perşembe

Seyir defterinden

Seyir halindeyiz nehirde,

Nehirse yatağında seyirde.

Bir seyrin içinden, seyir halindeliği

Seyretmekteyiz mütemadiyen.

1 Temmuz 2010 Perşembe

Deneme

Ardımda yıkılmakta olan bir dünyanın

Solgun, yüzü mahçup, hoşa gitmiş sözlerin

Söylenmeyecek öykülerin her biri dönüp der ki

Ah etme geçen geçti gönülse hep yorgun

22 Haziran 2010 Salı

Saylonlular

Kusura bakma

Bu kalkanlar

Son Saylonlular sadırısında

Sıkışık kalmış


Mehtap ve deniz

Dener dururur

Açılmaz bu meretin kalkanları

15 Haziran 2010 Salı

Avare hayat

Ben neler çektim biliyor musun?

Yazsam hayatım roman olur

Mazlumum mazlumsun mazlumuz

Diyenler arkadan ekler

Alacaklıyız yani hayattan, anlayacağın.

Da hayatın da cebinde akrepler

Balık kavağa çıkınca

Kırmızı kar yağınca

Muhakkak önümüzdeki perşembetesi

*

Avare hayatsa gülerek

Rastgele masalara bıraktırır

Hesap pusulalarını

Hiiiç üstüne alınmadan

14 Haziran 2010 Pazartesi

Uçan kediler

Uçan kediler, uçan tekmeleriyle tırmıklamakta, köpeklerden kaçarken .

Köpekler ki, parkları istila etmiş, öfkeleri enaniyetlerini beslemeye hazır

Özgürlüğün başı boşluğuyla her harkeket edene teyakkuzda

Çınarlar, kestane ağaçları asırlık suskunluklarıyla, mütesebbim ve uykulu

Kışın soğuğuna yazın hırgürüne, olana bitene anlayışlı.

4 Haziran 2010 Cuma

Eşref-i mahlukat

İnsanı eceli eğretileştirir, beşeriyeti yalpalatır

Sabitleyip eşref-i mahlukata çeviren insanlığıdır

2 Haziran 2010 Çarşamba

Akıl

Galiba ...

*Aklın yaptıkları küçümsenecek şeyler değil. Olguları derleyip toparlaması, düzenlemesi, sonuçlar çıkarması ve ölçüp biçerek vicdanın kapısına bırakması... Bir ağır işçi gibi bilmeyi sırtlar; bilgi, sorumluluk yüklenmebileye, pişman olabilmeye yol açar. Bir yerde akıl kaderi ayakta tutan omurga gibidir. Akılsıza, aklını kaybetmişe ise ne kadar sorumluluk yazılabilir.

Akıl, irfanın bilgi yönü. Tecrübeyi fiile o geçirir, o sorgular, kesip biçer, hayata yamar. En nihayetinde ise irfanın sezgisine, vicdanına işi bırakarak geri çekilir.

Akıl, irfanı hayat karşısında ayakta tutar, önüne sonsuz seçenekler koyar.

Bitmiş, şekillenmiş, donmuş bir irfan ne kadar mümkün? Donmuş, bitmiş bir tecrübeden; şekillenen, değişen, yanılan, kendini düzelten bir irfana yol akılla bulunur.

İnsan bir mutant değil. Hayat da insandan bir bilgisayar programının mutat cevaplarını, bir satranç partisinin ezberlenmiş hamlelerini beklemez çoğu kez.

*İrfanın bir limiti, tarifi yok. İrfana sahip oluş, olaylara verilen cevaplar ile ortaya çıkıyor ki olaylarında, bakışlarında, anlamlandırmalarında bir sonu yok.

İrfan sahipliği iddiası ise pratikta pek mümkün değil. Ancak bir başkasının, bir başkası için irfanlı iddiası mümkün. Bu da bu tarihe kadar yaşananların neticesi, yaşanılacakların garantisi değil.

* Bir duruştan, bakıştan verilen bir cevap. Bilgi sahipliği üzerinden bir seziş ise irfan ; içinde tefekkür, akıl, hikmet, kalp olan bir tavır.

*Hayatla başa çıkma da sukûnu koruma ve olana rıza gösterme sırf ibadet ile huzuru derinleştirmekle mümkün değil. O zaman iş daimi bir uzlete gider. Halbuki toplum içinde insanlarla yaşayışta olanı biteni anlamladırıp, arkada bırakabilmek için irfana ihtiyaç var. İrfan araftan her dışarı atılışta dönüş bileti gibi. İnsan kurdu, kuşu seyrederek vakit geçirmiyor. Aksine Mevlana'nın dünyasında hayatın içinde hayatla şekilleniyor. Hayat hep bir cevap vermeyi, bir yol seçmeyi bekliyor. İyi ile kötü arasında farkın ayırdedilemediği her nokta hep bir seçim bekliyor bizi. Seçimlerin sonuçlarından çıkan sıkıntılarla, pişmanlıklarla uzlaşmayı, çilelere katlanmayı.

Zahire mâna katan onu anlamlandıran insanlık. İnsanlık ise bir bütün olarak irfanın üzerinde yükseliyor. Hz. Pir ibadetin zahirisini bir kab olarak değerli bulur. Ama onu değerli yapan içindeki mânadır. Burada (insanlıkla, hakikatle tavır alışın neticesinde) zahirin karşısına gelen tam olarak batın değil. Batına da yol açacak olan bir neşe. Zahirle batın arasında bağı kuran da belki bu neşe. Hayata verilecek cevaplar için, hakikat derdi için heybemizde irfanın bulunması gerekiyor gibi duruyor.

* Aşkla seyredenin akla ihtiyacı olmayabilir, aşkla iş yapanın ise akla her daim ihtiyacı var.

Taslak

30 Mayıs 2010 Pazar

Bugün

Özürlüler Vakfı seminerinden artakalanlar:

* STK'lar hayır kurumu olarak görülüyor. Beş kişiyi bulanların dernek kurabiliyor olması dernek sayısının çoğalmasına, bu da yapılanların verimsiz olmasına sebeb oluyor.

* Denen o ki: Türkiye'de 8,5 milyon engelli var ama bir de sosyal engelliler var ki bunlarla birlikte bu sayı, engelli sayısı, çok yükseliyor. Sosyal engelli kavramını ise ilk bugün duyduk.

* Özürlüler için kurulan dernek ve vakıflar gönüllülük üzerinden yaşamlarını sürdürüyor. Özellikle yer tahsisi konusnda yerel yönetimlerin yardımları kuruluşlarında itici güç oluyor. 30-40 yıllığına kiralanan yerlerin sözleşmelerinin yenilenmesinde ise sorunlar yaşanıyor. Bizden olmayan düşüncesinin bir kaç derneğin sözleşmesinin yenilenmesinde sorun olduğunun, birbirlerini teyit eder şekilde, telaffuz edilmesi utanç verici. Neyse ki sorun şimdilik çözülmüş, daha doğrusu anlatanların ifadesine göre derin dondurucuya kaldırılmış.

* Özürlülerin en büyük sorunu ulaşım ve iş. Kaldırımlar engellerin başında geliyor. Önerileri daha çok sokağa çıkmalıyız, ancak böyle düzelir deniyor.

* Bir konuşmacının şakayla karışık ilginç bir şikayeti oldu: Aklımda kaldığı kadarıyla "Özellikle iki tv kanalı bu konuda öne çıkıyor. Adam karısını döver, alkolik olur, insanlara eziyet eder; bir de bakarsın ki sabaha felç oluvermiş. Engelliler/ özürlülüler şeytan mı? Peki küçücük özürlü çocukların ne günahı var. Anasının, babasının vardır bir günahı" ise ne kadar dayanaksız bir iddia, aptalca bir bahane böyle şeyler için.

Gölge

Bin bir yüzlü zaman kalk der
Gölgeyi davetsiz hayaller izler
Dolu bir otobüsün arka koltuğunda
Minübüste ayakta, oturma odasında

Bir sırtlan, bir yarasa sürüsü gibi üşüşür
Orda, burda, çat kapı arkasında

Bir bütünün kırılmış dökülmüş parçaları
İsteksiz toparlanmak istemez

Sıkı bir aklın sorgusundan kaçar hayat
Bir gölgenin içine saklanır insanlık

Güneşte salınan bir yaprak gibi
Unutulup bir şiire hapsolmak dileği
Belki bir tekerleme gibi söylenmek
Hikmet kırıntılarıyla avunmak isteği

25 Mayıs 2010 Salı

Kader/Sorumluluk

Rızanın temellendirilmesinde kadere ne kadar ihtiyacımız var? Ya da kader fikri olmadan rıza olabilir mi? Beni aşan sorular.

Temelde rahatlıkla söylenebilecek olan, nereden bakılırsa bakılsın, kaderin sorumluluğu kaldırmaması. Açlıktan dolayı hırsızlık yapan kadere bunu yükleyebilir. Ama sorumluluğu üzerinden atamaz. Birisine, bir şekilde zarar vermiş olan bir takım zorlayıcı sebeblerin varlığını öne sürebilir (Soru: Ya dalgınlıkla trafik kazası yapan? Bir kasdı olmadan sadece bir anlık boşluk yüzünden?) ama yaptığından bir pişmanlık duymuyorsa "bu benim kaderimdi sen bana yaptırdın"(Maarif/Mesnevi) diyen İblis'ten ne farkı kalır. Sorumluluk duyma, pişmanlık hissi insaniyetimizin işaretleri. Olanın, bitenin evet kaderle bir bağı var. Ama edeb, "Adem'in edebi" sorumluğu Allah'a yazmaktan hicap duyar. Aradaki farkı görmek lazım.

20 Mayıs 2010 Perşembe

Aşağıda

Kara kuyulardaki dehlizler
Kara haberleri bekler

Kimi karanlıklarda bekler
Kimi karanlıkları deşer

Analar, Çocuklar,
Taze gelinler

Sessizce ölüme yatmış
Yusuflarını bekler

Gün doğar, batar
Ocakların üstünde

Onlarsız tütecek ocaklarda
Vesikalık resimler yadigar

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Gece

tepelerden gece iner yere ve
gece şefkat ile örter ayıbı

rüzgar eski bir sözü fısıldar
bu onun eski alışkanlığı der

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Not

Bir kabahat(?) için iki kişiyi ilgilendiren bir iştir deyip, bunu da bizzat yasa olarak teyit ettiktetn sonra dönüp bunu kamuyu ilgilendiren bir suç gibi nitelendirmek, daha sonra da ayıplamak ilk kararından dönmek midir? tutarsızlık mıdır? kestiremedim.

30 Nisan 2010 Cuma

Yaralar

Kimi pespembe, göz önünde durur (? arızalı)
Kimi içten içe sızlar kanatır

Yaralar olmasa insan ne zalim,
Ne kadersiz, feci bir uykudadır

Karagöz perdesi birden kurulur,
Görünen sokratesin gölgesidir

* * - - / * * - - / * * -

ilk hali :

Kimi uzanırız bir ağacın altına
Kimi Sokrates'e Karagöz oynatırız, mum ışığında.

Yâr bana bir eğlence, medet

Kimi pespembe, görünürde bir yerde
Kimi ise içten içe sızlar kanatır

Ve iyi ki yaralarımız var,
Bir ana gibi, bizi zalimlikten koruyan

13 Nisan 2010 Salı

Korku, koşulsuzluk vs.

Koşulsuz iyilik ahlâkın insanda bir tabiat olması ile mümkün. Fakat insanın böyle bir noktada(bir dengede) sabit kalabilmesi mümkün değil. İçten gelen bir zorlama ile, yapamama halinde rahatsız olmakla, alışkanlıkla değil. (farkı ne?) İnsanlıkla, eşref-i mahlukatla fark da alışkanlıktan geçsede orada mekaniklikte kalamıyor. O halde terakkide yolcuk nereye ? Muhabbete mi?

Dinden amaç bu mudur emin değilim. Ama (en azından amaçlardan biri olarak) ahlâkın insanda bir tabiat olarak ortaya çıkmasını sağlamak olduğu söylenebilir. Bir tabiat olarak ortaya çıktığında ise devamlı olarak sorgulanan cennet için/cehennem için tartışması kendiliğinden son bulur gibi duruyor. Bu tartışmanın içeriğindeki riya kokusu, ve korkudan dolayı eylemek bir nebze ortadan kaybolur. Mekaniklik ise, bu noktada hâla cevap bekleyen bir soru.

Fakat (bir önceki paragrafla çelişerek) korkuyu tamamamen ortadan kaldırmakta (belki cezbe halinde anlık olarak dalmak?) bir eminlik işareti olduğundan mümkün değil bir yerden. Nefsin ortadan kalkmadığından hareketle sevilmememe korkusuna kadar rafineleşse de korku bağı hep var.

Neden bir tabiat olmalı sorusu da var sırada? Niçin korkuda kalamıyor da korkudan tabiate geçiyoruz? Sükûn ve teslimiyet ise bir cevap olarak durmuyor. (Belki bir netice)

Taslak

30 Mart 2010 Salı

Şimdilik

Alçalıyor

Alçalıyoruz

Rüzgar hep sert

Donmuş parmaklar

Donmuş yüzleri yoklar

Ölü bir ruhun izini arar gibi


Dönüyor

Dönüyoruz

Tenha köşelerden

Kendimize bakıyoruz

Yapışkan bir ataletle

Mağradaki ateşin başına

Yüz çevirmeden oturuyoruz

En arka safta insanlığımızı arıyoruz

26 Mart 2010 Cuma

Mesnevî Tercemesi ve Şerhi - Abdülbaki GÖLPINARLI (Gölpınarlı Dede)



"Mesnevî, yazıldığı tarihten itibaren Doğu'da, Batı'da, birçok dillere çevrilmiş, esere şerhler yazılmış, bu kitaptan seçmeler yapılmıştır. Ancak yazılan şerhler, aslî nüshaya dayanılmadan, ana kaynaklara baş vurulmadan, kısacası, bugünkü tahlil ve intikad metodlarına uyulmadan meydana getirildiğinden, yazıldıkları çağlara hitab edebilmişlerdir."

http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=36262&sa=55981076


Abdülbaki GÖLPINARLI Bibliyografyası





19 Mart 2010 Cuma

Bir sorun olarak aşk cinayetleri ?

Aşk cinayetlerinde bir artış var. Bir yerde sorun olmalı.

Karşılıksız aşkları gençler kaldıramıyor. Sadece gençler mi? Orta yaşlılar da var -aşk yüzünden, boşanmış eşin "hayır!"ından şiddete meyledenler. Bir yerde hata var.

Kafasında kurguladığı bir gelecek planını kendisi için tek seçenek olarak görmek, ona tutunmak; gerçekleşmemesini varlığının reddi olarak anlamak ya da aşağılanma olarak kabul etmek ve onla başedememek ?

Ân'ı yaşama anlayışının başkalarından, geçmişinde elde etmiş olması gereken değerlerden, gelecekte yaşanabilecek olanlardan, öne çıkarak; adeta boşlukta, steril bir ân olarak ân'ı anlama ?

Karşılık bulamamanın ıstırabı, ağırlığı saygı duyulması gereken bir konu. Şiddete yönelme ise kabul edilir değil. Bir cinnet halinin, kaybolmanın neticesi gibi duruyor. "Hayır!"a rıza göster(e)memek, onu anlamdıramamak ya da.

"Hayır!"a hazırlıksız olmak? "Hayır!"ı yaşamamış, tecrübe etmemiş olmakla alakalı bir başedemeyiş, belki?

Biraz ukalâca bir cümle olacak farkındayım ama, "hayır!"a karşı koyabileceğimiz kültürel kodları bir yerden alamıyoruz artık, denilebilir mi?

devam edecek

17 Mart 2010 Çarşamba

Nazik meseleler / İnsaf *

İki özensiz açıklama aynı güne denk geldi. Biri sabıkalıların kantinlerde çalışmasıyla alâkalı, diğeri Türkiyede çalışanların geriye yollanmaları ile ilgili.

Sabıkalılar çalışmamalı mı? Jan Valjan bir roman karakteri evet ama hiç mi bir hakikate denk düşen dönüşümü hikâye etmiyor. Ruhsal problemleri olanlar olabilir içlerinde. Çalıştıkları kantinlerde tehlikeli olabilirler ama bu hepsini birden sanık sandelyesine tekrar oturtmaya yeterli mi? Marifet bunları ifşa etmeden ayıklamakta, onlara da hayatlarını sürdürecek bir imkân bulabilmekte değil mi? Marifet sahiplerini beklemek çok mu saf dillilik bilemiyorum?

İkinci konuda ise resmî açıklama yüz bin kişiden bahsediyor. Oysa bazı ifadelerde pasaport kayıtlarında mesela, bu sayının sadece onikibin kişi olduğu söyleniyor. Mesele aslında sayı da değil. Bir kişi de olsa bu kişinin düzenini bozmak, ekmeğini politik çatışmalar nedeniyle elinden almakta. Bu gücü elinde tutanın işi değilmiş gibi geliyor bize. Sıradan, ihtiyaç sahibi insanların ekmeklerini elinden alacak kadar çaresiz miyiz ?


* TDK -insaf Ar. in¹¥f
a. (insa:fı) 1. Acımaya, vicdana veya mantığa dayanan adalet: Sende insaf yok mu, adamcağız bu borcu birden verirse işi bozulmaz mı? 2. ünl. “Acı, düşün” anlamlarında bir seslenme sözü: İnsaf! Oraya yarım saatte gidilir mi?

Güncel Türkçe Sözlük
----------------------
İnsaf Köken: Ar.
Cinsiyet: Kız
Acımaya, vicdana veya mantığa dayanan adalet.

Kişi Adları Sözlüğü

5 Mart 2010 Cuma

"Olduğun Gibiye" bir not

http://mesneviyiokumak.blogspot.com/2010/03/oldugumuz-gibi-gorunmedigimizde.html yazısının düşündürdükleri:


Olduğu gibi görünüp, göründüğü gibi olmak bir çırpıda kurulacak bir denge değil(öğüt böyle olmadığını varsayıyor). Alışkanlık işi de aynı zamanda. Toplumsallaştırıcı rolünü teslim ettiktikten sonra kişi için dönüştürücü rolü üzerinde de düşünebiliriz sanırım. Ne olduğumuz, ne olmamız, ya da nasıl görüldüğümüz bir (toplum içinde) farkediş ile alâkalı. Ve her yeni konuda yeniden oluşanı (oluşması gerekeni) farkediş. Bu farkediş, farkediş ile kalmıyor, bir dönüştürücü/düzeltici/kendini görüntüsü ile dengeleyici bir eyleme yönlendiriyor. Her zaman, ne olduğumuzu ve nasıl göründüğümüzü bilemeyiz (zihin buna yönelik değildir en azından). İnsanların bizi nereye yerleştirdiği (Cüneyd Bağdadi'nin çocuğun kendisini, bütün gece namaz kılan biri sanmasını, çocuğun arkadaşıyla konuşurken duyması hikâyesindeki gibi) nasıl gördüklerini de bilemeyiz. Oluş ile görünüşü birleştiren bir farkediş ikisini birleştirmek, aynı hale getirmek için her zaman ihtiyaç duyulan bir şey. Ve bu en başta insanın eksikliği (dengesizliği?) düşüncesinden doğuyor.

Şu da söylenebilir sanırım: İnsanın nasıl göründüğünün ve ne olduğunun farkında olduğu zamanlar da vardır. Bunun sürekliği konusu tartışmaya açık olabilir.("Tasavvufun amacı, amaçlarından biri budur, sürekli muhakeme? ya da refleksiyondur" denebilir mi?) Bugün göründüğüm gibi yarın görünmeyebilirim. Bugün olduğumu yarın olmayabileceğim gibi.

taslak

25 Şubat 2010 Perşembe

Sünnet çocuğu elbisesi

Pelerinler, asalar, kaftanlar sünnet çocuğu elbilselerinin aksesuarları, neşeli aksesuarlarıdırlar. Çoğu pahalı şeyler de değildir. Bir zenginlik göstergesi olarak kabul edilmezler (en azından ben çocukken öyleydi). Aralarında bir rütbe, hiyerarşi, zenginlik farkı gösterilemeyecek bir çeşitlik. Birinin işlemeleri diğerinden fazla olur da, öbürününün başka bir özelliği, mesela sırması, fazla olur. Tam çocuklara özgü bir eşitlik. Zaten masumiyetin bir rütbesi olur mu?

21 Şubat 2010 Pazar

Sükûn?



* Terbiye edici ve yönlendirici bir sebeb olarak düşünüldüğünde olduğu gibi/göründüğü gibi olan'dan aşka giden yolda (eğer böyle bir yöneliş, akış, sebeb sonuç bağı, beraber değişme varsa) ilk verdiği netice sükûn olmalı. Hilmi Ziya Ülken'in kitabında virtüel sezgi başlığında açıkladığı değişmeyen şuur ile (dönüştürücü bir etki olarak) bütünlüğün kavranışı da bir ikinci, (oluştan, duyguya/hale dönüştüren) anahtar olarak düşünülebilir belki.

*Sükûn bizi mutlaklığın kapsına götürüyor ama mutlakla bağ kurmayı sağlamıyor. Sükûn'u sağlama açısından aslında bir çok pratikte aynı kapıya çıkarıp sükûn'u sağlıyor. Meditasyon içeren pratiklere karşı üstünlüğü içinde (şartsız) ahlâki ve sosyal bir söylemi de taşıyor oluşu. Muhtemelen bu onu sükûn'un kapısında bırakmıyor. Bu belki de değişmeyen şuurun beslenmesi ya da sürekli canlı tutulmasını sağlıyor.

*Aşk sükûndan/bütünlük hissinden nasıl oluyor da insanlığa dönüşün bir yolu halini alıyor. Bu dönüş farklılık hissinden bütünlüğe dönüş mü? Bütünlüğe dönüş farkların kaybolması mı? Bütünlük hissi tekil bir aşktan nasıl doğar ve oradan insanî bir görünüşe döner?

*İlke olarak var olan ve bir şey vaat etmeyen bir düstur olarak alındığında, yani şartlı olmayan, karşılığı/mükâfatı olmayan bir düstur olarak şartlı dinî/ahlâki emirlerden ayrı duruyor.

*Bütün şartlı bağları koptuktan sonra bir tek aşk bağı üzerine, bir tek sevememek/sevgiyi kaybetme korkusunun şartına bağlı kalarak fanîliği üzerinden (ki bu da olmazsa fanîlik bağının kopması söz konusu) aşka döndüğü söylenebilir mi? (Kendiliğinden yapıyor olmadığına dair inancı korumak, halin mutlak'a sahipliğini mutlağ'a teslim edip hürmetle bir adım geride durmayı da ekleyerek)

*Çilenin, sabrın (klasik sanatların birer sabır eğitimi olması, aynı zamanda metot olmasını paranteze alarak) sükûn ve orada değişen bütün içinde değişmeyen şuura dönüş üzerinde durmak gerekir mi?

*Kasdettiği gibi olanın bunu bir bütünden bakarak yaptığını, bütünden yaptığını iddia edebilir miyiz? Tek tek olaylara baktığımızdan bu bütünde bağlı olması şart değilmiş gibi görülüyor. Tek bir konu üzerine verilmiş hükme bakarken bir rastlantı eseri, rastgele verilmiş bir hükmün neticesi de olabilir.


Taslak...

resim devinart tan

17 Şubat 2010 Çarşamba

Samimiyet

Samimiyetsizlik suçlaması had bilmezlikle alâkalı galiba. Karşısındakinin verdiği cevap verebileceği en iyi cevap değil derken. Bu yargı aynı zamanda kişinin kafasının o an başka bir şey ile meşgul olmadığını da varsayıyorsa.

Samimiyetsizliğin bir başka yorumu, olduğu gibi görünememe üzerinden. Davranışlarda bir eğretilik sezmekle alakalı. Kastedilen bu değil deniyor kısaca.

Buna rağmen insanın yolun başına nasıl gelmiş olduğu, bir rüzgar ile oraya dikilip dikilmediği, dikildiği yolun başında ilerlemeye ne kadar hevesli olduğu, yolun kendisinden çok yoldaki nimetlere talip olup olmadığı ayrı ayrı samimiyet sorgularıdır ki buna da samimiyet demek doğru olur mu bilemiyorum? Bu şekilde ilerlemenin samimiyetsizliği yoladır. Yolun dışındakilere değil. Yoldan niyetin gerçekten de yol olduğu durumlarda (konsantrasyon bozukluğunda) ise samimiyetsizlik kişinin kendinedir de aynı zamanda.

8 Şubat 2010 Pazartesi

cinnet / düşünce kutusu

hilm ve yumuşaklık bir evvelki istasyonda indi.

düşünce kutusu ezber koluyla kuruldu

temkinsizliğin, eminliğin gürültüsüyle;

mekanik düzeneğiyle başladı düşüncenin cinneti


.

6 Şubat 2010 Cumartesi

Hakkı korumak

Döner dolaşır en keskin ve ince noktada adaletle hüküm verebilme dikiliverir karşınıza.

Hakkı teslim edememenin, zaruret içinde olmaklıktan doğan makul, kabul edilebilir insani anları vardır. İnsan bu tökezler, yanılır, yanlış görürür. İnsanın insanlığı, yanlıştan dönebilmekliğinde muhtemelen, dönebilme kapasitesinde ya da. Göremiyenin, görmek istemeyenin valığını makul kılan insan oluşu, insan olarak anılışı.

Hakkını arayan insanının karşısında onun hakkını vermemek için tepede bir yerden bakarak, öbürlerini göstererek, onların da bir hakkının olmadığını söyleyerek, bahane ederek; susturmaya çalışmak, mazeret beyan etmek hakkı teslim etme iradesinden bir vazgeçiştir.

Susarak, bir şey yapmayarak; doğruyu kenara çekilerek, engel olmayarak, yatağına akmasına fırsat vererek de hüküm ilan edilebilir, katkıda bulunulabilirse de, aslolan bir şey yaparak irade beyan etmektir.

Adaletle hüküm vermede, insanlığın penceresinden bakıldığında, ilk söz güçsüzündür. İnsanlığı, insanlığımızı güçsüzün içinde bulunduğu durum belirler. Güçlünün, hüküm sahibinin imkanlarını, şartlarını, yapması gerekenleri güçsüzün durumu tespit eder. Güçlünün mazeretleri, gücünü devretme arayışları, görmezden gelmeleri hatta alayları insaniyetini askıya almasıdır, kendine yazık edişidir.

R e s i m l e r

.

29 Ocak 2010 Cuma

İlmi astroloji / İlmi Medyumluk



Sabah evden çıkarken denk geldik. Astorologlar ile medyumlar bir tv kanalında buluşmuşlar. Bir sosyal sorumluluk düşüncesiyle kimin halkı aldatığını, kimin aldatmadığını tartışıyorlardı. Asrtolog bir kadıncağız medyumları üfürükçülükle suçluyordu. Medyumlarda kendilerini savunmaya çalışıyordu. Astrolog olan kendisinin ilmi olarak astrologluk yaptığını söyleyince, medyumlardan bazıları özellikle genç olanlar kendilerinin de ilmi olduğunu iddia etti; (içlerinde bunu daha evvel Allah vergisi olarak yaptığını söyleyenler yaşlılar/gelenekçiler vardı). Asrtrolg ardından astrolojinin tamamen matemetik olduğunu söyleyerek, bunun ilmi olarak yapılacağını savunarak puan kazanma çabasına girmişken, ayakkabımızı giymiş çıkıyorduk.

Astrolojinin ilmi olduğu iddiasının arkasında ne vardı? Bir okulda okutulmak ya da workshoplardan sertifika almış olmak mı? hakkında kitapların yazılmış olması mı? müfredatının olması mı? ya da matematiğe dayanması mı? Binlerce ışık yılı uzaklıklaki gök cisimlerini dünyaya (nasıl) etkisi(olabileceği) ni es geçmek, astronomi bilminden ödünç alınan matematikle astrolojiyi açıklamaya çalışmak, ispat etmeye kalkışmak; matematiğin kesinliğinden/dokunulmazlığından istifade etmek çabası gibi geldi bize.

26 Ocak 2010 Salı

Dibe vurmak

Bir çok konuda dibe vurulabilir. Bir öğrenci tembellikte dibe vurabilir, iş yeri gelirin düşmesinde dibe vurabilir. Borsa dibe vurabilir. Dibinde dibi olabilir.

İnsanlıkta dibe vurmak herhalde merhameti zaaf olarak düşünmek olmalı. Merhamet tartışılmayacak bir alan mı? Merhametin bir ölçüsü var mı? Düşmana savaşta merhamet gösterilmez denilebilir mi? Moğol istilası pencersinden bakmıyorsanız buna bir çok istisna getirilebilirsiniz sanırım. Suyunu almasına, yaralısını götürmesine göz yumarsınız. Ya esir olan düşmana? Esire davranış insanlığın penceresinden olmalı, merhamet olmasa da sağduyu öyle diyor; güçsüzü korumak zaviyesinden. Merhamet üzerinden dibe vurmak geleneğin, insanlığın, ahlakın zaafa uğradığına işaret. Merhameti de geride bırakırsak neyimiz kalacak geriye ve ileriye ne taşıyacağız bugüne dair.

Dibe vurmak bir çıkışın işaretidir inşallah.

25 Ocak 2010 Pazartesi

Yaradılanı severiz yaratandan ötürü - yeniden

"Eyaz, kibir korkusundan çekinirdi de onun için temkini, pek kuvvetli bir hale gelmişti." 238/6

"Yaradılanı severiz yaradandan ötürü" yü iddia olarak mı? bir sonuç olarak mı düşünmek doğru olur?

İddia illa bir slogan mantığıyla söylenmiş, içi boş bir tavrın niyeti olmayabilir. Bir yola çıkış niyetinin ifadesi olabilir belki. Ama niyet olarak değil de sonuç olarak dillendirildiğinde (içi doldurulmadığında) içi boşalan bir ifade oluyor.

Sonuç olarak söylemek bir yerden gelmekliği, bir bütünden bakabilmeyi ifade ediyor. Çile içinden geçmiş ve hala çile içindeki uyanık bir gönlü/aklı ifade ediyor. Burda sonuç bir yoldan geliş manasında, bitirilmiş bir yolculuk değil. Her an tekrar yeniden ifade edilmesi gereken bir duruştan bahsediliyor. Sonuç geçmiş yolun ifadesi anlamında - burdan, şimdi bakıldığında ama bitmiş, bitirilmiş bir serüven manasında değil. Bu manada (sonuç olarak söylemek) yolda oluş bitirilmemişlik, yanılabilir faniliğe açıklıklığı da içinde barındırıyor. Cümleyi bu şekilde yorumlamak söyleyeni kutsallaştırmayan bir ifadeye bizi götürüyor. Kutsal insandan, hayatın getirdiklerine karşı bütünden bakmaya çalışan mütevazi insan-ı kamile geçiş.

Zor olan, tersine çevrilmiş gibi duran yaratılan sevilmeden yaratana (yaratanı sevmeye) bir kapının açılıp açılmayacağı. Henüz görebildiğini sevemeyenin önce görmediğini sevmesi oradan gördüklerine dönerek onları sevmesi, bütünlüklü bakışını tamamlamasının mümkün olup olmadığı. Belki bir işrak olarak mümkün ama metadoloji, emek harcama, çile açısından bir soru işareti.

?

16 Ocak 2010 Cumartesi

uyuyamama

uykusuzlukla sızıyorum

gecenin yakut koynuna



niçin?

uykusuzum, uykusuzsun, uykusuzuz

nedendir, niçindir

uykuya, uyumaya direnişimiz bilmem

14 Ocak 2010 Perşembe

Meşruiyet arayışı / şuur

Galiba ;

Şuur bir bütünlük hissi. Şu an duyumsadığımız, (içinde olduğumuz) ve şu ana geçmişiyle bağlı, geleceği tasarlayan, zamana yayılmış bir bütünlük hali şuur.

Yaşadığı gerilim ise tüm zamanlarda tutarlı bir varlık olma isteği. Yaptığını, yapmakta olduğunu, yapacağını tüm zamanlar içinde kendine ait değerler sistemi içinde meşru kılma çabası.

Bunun ise yaptıkları ve tasarladıklarıyla kendi içine, kendine dönerek kendini sorgulayarak, kendini nesneleştirerek yapıyor.

Bu niye önemli? Bu insanı sanırım hayvandan ayrıran bir şey. Tabiatın içinde bir etki tepki makinası olmaktan çıkaran şey. Ya da tabiatın içinde ihtiçlarının peşinde koşan bir şey olmaktan çıkaran şey. İnsanı tabiatın dışına çıkaran şey. Tabiate rağmen onu bir şey yapan şey.

6 Ocak 2010 Çarşamba

Mekanizm/tereddüt?

Mekanizm bir akışın resmi. Onun akışın değişteren, ona gaye veren mana katan ise müdahele, biliçli dokunuş.

Bilincin mekanik olmadığını ya da mekanik bir hareketin neticesi olmadığını ise nerden anlayacağız. Akışın yönünden?

Belki de akışın mekanik olmadığının cevabı tereddüdün kendisindedir. Hayat durmaz, su yatağında ilerler durur ,yolunu aramaz. Arkasını dönüp gitmek mümkünken bundan rahatsız olup vicdan azabı duymaz.