30 Aralık 2015 Çarşamba

Müzik üzerine notlar 4


düzeltilecek

Bilen bilir, eskiden kısa dalga trt3 radyosu vardı ve çok popülerdi. Çok geniş bir arşivleri vardı. Türkiye'de duyulması pek mümkün olmayan albümleri çalarlardı. Programlarında genelde yabancı müzik ve klasik müzik olurdu.Bütün radyolar çekmezdi, galiba bandın en ucunda 88 deydi. Bazen kardeşimle beraber ders çalışırken radyoyu açık bırakırdık. Müzikle ders çalışma alışkanlığımız oradan kalmış olmalı.

İlk heavy metali kısa dalgadan dinlemiştim. Kendi kendime "bu da ne ya?" demiştim. Gençtik; hızı ve enerjisi hoşumuza gitmişti. Galiba Bon Jovi'ydi,. Livin' on prayer olabilir, ya da you give love a bad name. O zaman, bu tarz müziğe kulak kabartıp, dinleyebileğimi düşünmüştüm. Gene Albinoni'nin Adagio'sunu ilk kez kısa dalgada dinlemiştim. Çok hoşuma gitmişti. Fakat ne çaldığını öğrenmem iki üç senemi almıştı. Aklımda yer etmiş olmalı ki epeyi aramışım. Kısa dalganın bize farklı müzik türlerini dinleyebilme, zevk alabilme gibi bir etkisi oldu. Klasik müzikten, caz'dan anlamasak da, hiç bir zaman bu konuda vakit harcamaya fırsat bulamasak da  duyduğumuzda yadırgamadan kulak kabartabilmemize o günlerin katkısı oldu.

  
Kaldığımız yerden devam edelim; sanat (/müzik) bir kültür dünyasının içinden o dünyanın tüm değerleriyle sesleniyor. O kültür dünyası ile ilk kez tanışan biri için, ilk tecrübe önemli ve sarsıcı. Müzik eseri ya da sanat eserinin bir aidiyet verme etkisi de olmalı, seslendiği kültür dünyası ile bütünleştirip, ona katan. Bir Mevlevî ayinini ilk kez bir otelde dinleyen arkadaşım, o günü huşu içinde anlatmış, İstanbul'da para alınmadan sadece gönülden ayin yapılan bir yer olup olmadığını sormuştu.

*Bir sanat türü ile ilk karşılaşmanın sarsıcı etkisi, onun bir kültürün/ geleneğin içinden seslenerek seyredeni/dinleyeni kendine çekmesinde sanırım. Bu açıdan dinleyen de seyreden de savunmasız. Aynı türle sonradan karşılaşmalar ise hep bu ilk tecrübenin üzerinden oluyor.

*Bir barok müziği ya da Mevlevi ayinini ilk kez dinleyen biri, müzik aletlerinin menşeinden, müziğin hızından, neşesinden, ağırlığından ya da ruhaniliğinden bir şeyler sezer ilk defa dinlediğimiz bir tür olsa bile. O, dinleyiciye, ait olduğu müzik geleneği  ve onu biçimlendiren kültür üzerine bir şeyler söyler. Maddi bilgiler, çalgılar vs yanında, bir de ruh hakkında da bir kanı, kanaat oluşur. 


*Farklı türleri daha evvel dinlemiş biri için, yeni türlerle karşılaşmak ve onları ön yargsız dinleyebilmek başkalarına göre daha kolay olmalı.

Peki ya bunun dışında? Müziğin kendisi? Kendi türdeşleri içinde kalitesini belirleyen şeyler?



26 Aralık 2015 Cumartesi

Müzik üzerine notlar 3


Peki ama o zaman dinlediğimiz şey ne?

*Sesin bizim için (/ve diğer tüm canlılar için) işlevsel bir özelliği var: iletişim. Üzerinde çok fazla düşünmedim ama müzikte iletişim kaygısı yok gibi. Belki bandolar, sözsüz marşlar bir şeyler anlatmakta.  Moda bir tabirle müzik de bir oyun olabilir mi? Fark edilmek için dikkat isteyen, her yorumda rota belli olsamasına rağmen yorumla hep yeni bir şeyler söyleyebilen bir oyun.


*Müzik dinleyicisini amaçsız bir beklentiye sokuyor. Melodi nereye gidecek, devamlılık, bütünlük nasıl sağlanacak. Diğer yandan temel içgüdülerinden birinden kurtarıyor, hayatta kalma dürtüsü (/ve ona bağlı dünyaya dikkat kesilme) paydos yapıyor. Belki iletişimin dışında kalışından. Sakinleştirici olması bundan belki.

                                                     
*Mesela bir resim birine benzeyebilir; halamızı, dayımızı çağrıştırabilir. Oysa bir müzik ancak bir başka müziğe benzeyebilir. 


Müzik üzerine düşünmek gittikçe dolanan bir yumağa benziyor.

25 Aralık 2015 Cuma

Müzik üzerine notlar 2


Daha teknik söylemek gerekirse, sözsüz müzik bildiğimiz, alışık olduğumuz tümellerin dünyasının dışında bir yer, en azından çoğumuz için. Bir müzisyen için nasıldır bilemiyorum. İşin garibi, burası tamamen duyuların dışında bir yer de değil; kulak çalışıyor, hafıza notaları biriktirip melodileri inşa ediyor. Ama burada dil olmadığı için kavramlar oluşmuyor. Aynı zamanda diğer duyuların tecrübesine kapalı.


Müziğin dünyası bir başka gezegen gibi.

24 Aralık 2015 Perşembe

İnsan bir konsere neden gider?


düzeltilecek

Ya da klasik müzik dinler?

İlk akla gelenlerden başlayalım. Kültürlü görünmek, çevresine hava atmak için? Sosyalleşmek için? Çevresindeki insanlara uymak için? Merak ettiği için? Uzatmak mümkün, ama bunlar herkes için ileri sürülemeyeceğinden pek geçerli değil gibi. Herkesi kapsayan yanıtlar olarak görünmüyor. Sanatın(/müziğin) etkisini görmezden gelen yanıtlar. Daha çok, daha evvel pek konsere gitmemiş, belki ilk defa gidecek biri için geçerli yanıtlar. Cevabı psikolojinin, sosyolojinin alanında aranacak sorular.  Bu cevaplar müziğin insanda bir haz uyandıracağını ya da bir etki yaratacağını hesaba katmıyor.

Peki sadece müzik dinlemek için insan konsere neden gider?

Müzik deyince bizim aklımıza ilkin sözlü müzik gelir. İyi bir şarkıdan bahsederken çoğunlukla güzel yazılmış güfteden de bahsederiz. Bence bu yüzden müziğin bıraktığı etkiyi anlamak için, sözü dışarda bırakan müzikler üzerinden ilerlemeliyiliz. Söz işin içinde oldukça müziğin mi yoksa sözün mü güzel olduğunu ifade etmekte zorlanacağız. İşin içine yorumu kattığımızda iş daha çok karışacak. Başarılı bir yorumun müziğe katkısı hangi açıdandır, güfte yönünden mi? beste yönünden mi? Bizde uyandırdığı tesir, duygulanım hangisindedir? Güncel bir örnek :



Bu yüzden her hangi bir güftenin olmadığı klasik müzik üzerine düşünmeye çalışalım.

Klasik müziğin (ve diğer tüm enstrümantal müziklerin) bizde bıraktığı etki bizi dilin dışında bir alana taşıyor. Günlük hayatımızda hep zihnen bir şeyle meşgulüz. Bazen farkında olarak, bazen farkında olmadan bir şeyler düşünüyoruz, Zihinsel edimlerimiz ise hep dilsel ve kavramsal. İşte klasik müzik bizim zihnimizdeki bu dil düğmesini kapatıyor. Eğer yeterince ilgimizi çekebiliyorsa müziğin hızına, tonuna bağlı olarak sadece(?) duygular kalıyor. Her nota kendinden evvelkine bağlanırken bir sonrakini de çağırıyor. Dikkatimiz bu notalardan bir bütün, bir melodi yakalamaya yöneliyor. Müzik bunu düşündürerek değil düşündürmeden(?) başarıyor. İşin içine söz girdiğinde ise sözün çizdiği resimler kafamızda canlanmaya başlıyor. Mesela Melda Salepçiler'in şarkısında ayrılmakta olan bir çiftin resmi, duygularyla beraber zihnimizde canlanıyor. Şarkıdaki söz oyunlarını çözmüş olmaktan memnun oluyoruz.

Peki ya bu eserde :

https://www.youtube.com/watch?v=sm4eBMgtdT0



Tecrübeli bir müziksevere çok şeyler söylüyor olabilir, ama biz sıradan dinleyicinin söyleyebileceği tek şey neşeli bir müzik olmasından fazlası değildir. Belki bir de  dinledikten sonra sakinleştiğimizi. İsminden dolayı bir yerlerde melodiyi saatin çalışmasına benzetebiliriz, hepsi o.

Şimdi bu düşünce bir evvelki post ile çelişir gibi gözüküyor, bir ara da bunu düşünelim.


17 Aralık 2015 Perşembe

Müzik üzerine notlar

Sanırım 89 du, belki 90; o yıllar olmalı. Wall'u seyretmek için kardeşimle birlikte Emek sinemasına gitmiştik. Sinemanın çok iyi bir ses sistemi varmış, o güne kadar bilmiyorduk. Pek kimse yoktu, rahatça oturduk. Açıkçası benim neyi seyredeceğimiz konusunda hiç fikrim yoktu, sinemaya herhangi bir film izlemeye gelmiştim. Filmin ilk beş dakikasında koltuğa yapıştığımı hatırlıyorum, muhteşem bir şey seyrettiğimin farkına varmıştım, şaşırmıştım, beklemiyordum.

Belki bir on sene kadar sonra, bir hafta sonu Galata Mevlevîhanesi'ne gene kardeşimle gittiğimiz günü hatırlıyorum. Biraz erken gitmiştik, Beyoğlu'nda akan bir kalabalıktan tenha bir bahçeye girdik. Yaşlı bir ihtiyar, onu saygıyla dinleyen küçük bir gruba bir şeyler anlatıyordu. Kenardan sessizce dinlemeye koyulduk. Kısa bir müddet sonra kalkıp içeri girdiler, bahçe bize kaldı. O gün seyrettiğim ilk Mevlevi ayiniydi. Seyrettiğim bir çok şeyin neye denk düştüğünü bilmeden, ama bir şeylere de denk düştüğünü tahmin ederek hayranlıkla izledim. Bu sefer o kadar şaşkın değildi, güzel bir şeyler seyredeceğimi bilerek gitmiştim. Buna rağmen sanırım ilk bir kaç dakika bir şey düşünmeden sadece seyretmişimdir.

Sanırım iyi bir sanat eserinin bizde bıraktığı etki, hiç bilmediği bir suya giren birinin ayağının altında toprağın kayması gibi.  Ya da sıcak bir yaz gününde kazara  esen bir sokağa girdiğimizde duyduğumuz şaşkınlık.

Sanat için söylenenlerin çoğu resim ve mimari üzerinden. Müzik üzerinden sanatı yorumlamak, herhangi bir kavrama denk düşürmek zor. Bir şey öğrenme açısından genelde müzik üzerine, özelde Semâ hakkında bir şeyler söyleyebilmek ne kadar mümkün?

Bir sanat eserinden bir şey öğrenilebilir mi sorusu tartışmaya açık bir soru. Öğrenmeyi "gerekçelendirilmiş doğru inanç" olarak kabul edenler bunun mümkün olmadığını ileri sürüyor.

Sanatta öğrenmenin bir etkilenme olduğu iddiası ise, klasik öğrenme tanımları karşısında daha mütevazi ve makul gibi duruyor. Bir sanat eserinin üretimi aşamalarını kitap etkilenme, tasarım, tamamlama aşamaları olarak tanımlıyor. Sanat tecrübesini de bunun tersi olarak düşünsek; şaşkınlık, seyretme, bağlar kurma, kendi gözünden/hayatından yorumlama ve sanat eserini kendine mal etme olduğunu düşünsek yanılmış olmayız herhalde. Yorumla sanat eseri öznelleşiyor, kişiye mal oluyor. Eğer bu mümkünse bu müzikte nasıl gerçekleşir?

Galiba müzik, bizi anılarımızda yaşadığımız bir güne/zamana/hâle sabitliyor. O anı, günü  bir bütün olarak hatırlatıyor;böylece o günü ve olanları unutulmaz kılıyor. Bu açıdan her Mevlevi ayini seyrettiğim gün, Galata'da seyrettiğim ana ve hâle dönüyorum, ya da onla bir şekilde bir bağ kuruyorum. Bir sanat eserinin bizde bıraktığı etki ile bildiklerimizi yeniden ve daha farklı bir şekilde tasarlamamıza neden olan bir derinlik sunması. Bildiklerimizden bir şey eksilmeden ya da çoğalmadan, yalnız bir adım geriye çekilerek onları tekrar organize etme imkanına kavuşuruz. Bölük pörçük bilgileri daha umutlu bir şekilde organize ederiz. Bu haliyle sanat bilgimizi değiştirmeden onu organize edişimizi ya da önceliklerimizi değiştirerek, aralarındaki bağı gevşeterek, aynı bilgilerle daha olumlu sonuçlar çıkartır.

Sanat yaratma deneyimi gibi sanatı tecrübe etme işi de kendi derinliğini sınama işidir. Büyük fikirlerle, derin sularla karşılaşan insanlar hep kendi derinliklerini sınama isteği duyarlar.

7 Aralık 2015 Pazartesi

Kadim





Kadim son zamanlarda sık kullanılan kelimelerden biri. Önüne geldiği isme ezelilik iddiası veriyor; kadim medeniyet, kadim uygarlık vs. Bu iddia bir nevi kutsallık anlamı yükleyip, kavramı/ismi tüm zamanlar için eleştiriye kapatıyor. Bu da bazen ırkçı bazen etnosantirik bir tonu beraberinde taşıyor. 

Kadimin sorunsuz kullanabileceği, bir anlamı olabilir mi? Belki değerler olabilir; birlikte, barış içinde yaşamayı sağlayacak değerler; insanlık, dayanışma gibi. Fakat böyle bir kullanımı da yok sanırım.


Belki kullanım şeklinin bıraktığı intibadan, ısınamadığım kelimelerden.

Biz


Biz, birinci tekil şahsı işaret ederek kullanılıyorsa tevazuya, birinci çoğul şahsa işaret ediyorsa kibre işaret eder. Birinci kullanım nadirdir, hava atmadan kullanılıyorsa karşısındakine alan açar. İkinci kullanım bir gurubu tanımlayarak sınır çizer, hasımlaştırıcıdır, tepeden bakar. İlki geleneğin içinden seslenir, ikincisi özentidir.

Not: Üçüncü tekil şahsın farklı kullanımlarını notu yazdıktan sonra fark ettim. İstisnaları kurcalamak da başka bir zamana kalsın