31 Aralık 2009 Perşembe

Zemberek

Vicdanın, merhametin

Issız kulelere döndüğü

Unutulmuş bir dünya

Bir kere zembereği kurulmuş da

Kendi haline bırakılmış

Bırakılmış da geçilsin

Bırakılmış da yapılsın

30 Kasım 2009 Pazartesi

İnsanı rutine kurban etmek?




Ya da insanı düşenceye kurban etmek?


Galiba;

İnsanı görmezden gelen düşünce/eylem/bakış rutinden, rutinin eminliğinden çıkıyor.

Sayıların tamamlanmasına, görevlerin bitirilmesine odaklandığında insan; bir görev bilinciyle, doğanın tetiklemesi ile tamamlandığında işler bir noktada rutine bağlanıyor. Rutinin üzerinden giden şeylerde insan başka düşünceye de açık olabilir, birden fazla işle de uğraşabilir. Evvelki tecrübenin (bakışıyla yorumlayan değil de) alışkanlığı ile bakan insan. O halde yaptığı şeyi değerlendirmede düşüncenin(/rutinin) üzerinde bir şeyle bakmalı, bakabilmeli. Bu ise daha fazla ve devamlı odaklanma, gözden geçirme, didikleme, tereddüt ile mümkün. Bu her zaman kullanılacak bir kesinliğe sahip cevapların bulunabilceği iddiası da değil. Anın hakıkını teslim etme çabası belki .

Rutin, olanın biricikliğini, tekliğini ortadan kaldırıyor. Tekliğinin beklediği cevaplarıda bu yüzden es geçiyor

?
Not : Gündemde kaybolan masumiyet
http://www.sabah.com.tr/Yasam/2009/11/29/sevgisiyle_15_ay_yasatabildi
(resim devinart)

19 Kasım 2009 Perşembe

Dinle !



Dinle !

Ayrılıkların derdini; bir baba evinin huzurunu, bir dost sohbetinin neşesini, belki de hakikati(mizi) hatırlatan şeylerin/hallerin tümünü. Bizi bize anlatan/hatırlatan sesleri açık bir yürekle dinle.

Dinlediğimiz şey bazen bakışımızı, duruşumuzu düzelten; ufkumuzu genişleten bir bilgi verir. Bazen de bir hali geçmişin bir halini hatırlatır. Verdiği şey bizim dışımızdan bir olay, bir geçmiş olsa da etkisi bize yöneliktir, anlatılan şeyin gayesi bizizdir.

Dinlemek görmektir, kavramaktır aynı zamanda , değer vermektir . Dinlenene açık olmaktır, söylecek şeyi olduğunu kabullenmektir.

Bizden yola çıkarak dinlediğimiz/anlayabildiğimiz, hatıralarımızı varlığımızı katttığımız için söze söylenen bir aittir. Neticede söz dinleyen herkesindir, herkese göre farklı neticelenebilsede.

16 Kasım 2009 Pazartesi

Gelenek üzerine

http://kalirind.blogspot.com/2009/11/acilimin-dusundurdukleri.html yazısından hareketle

Gelenek nedir? Kültürü yaratan formlardan biri olarak gelenek bir zamana, coğrafyaya işaret eder. Hayatı bir şekilde anlayış, hayata bir yerden bakış olarak kendi zmanlarından farklı bir yerde eğrtilikleri var. Bir Türk gününde Amerikada oynan Kılıç Kalkan oyunu ile Bursada bir bayram sabahı oynananın farkı gibi.

Tek tek sayıldığında kız alıp vermeden, yemeklerden, halk danslarından ibaretmiş gibi gözüken bir yanıda var. Alemin, insanlığa bakışımızın kavramasına ipuçları veren yanlarıda.

Gelişen/değişen zaman karşışında geleneğin bazı kısımlarının ona direnmesi pek mümkün gözükmüyor. Kılık kıyafet burada ilk göze çarpan.

Sosyal ilişkilerde ise çalışma koşullarını sağlayan şartların öne çıkması bazı sosyal yapıların direnmesini mümkün kılmıyor. Buradan bakıldığında; refah/kalkınma/iş isteyen doğunun sosyal yapısın ve bu sosyal yapıdan beslenen geleneklerini, törenin, ağalık düzeninin bu isteklerle yana yana gelmesinin mümkün olamayacağı gibi.

Bu neticenin geleneğin ve kimliğin korunması üzerine yazmış olduğumuz evvelki yazıların tutarlılığının korunması açısından gözden geçirilmesi, paranteze alınmasına ihtiyaç var sanırız.

12 Kasım 2009 Perşembe

Taziye

Öğle vakti, Zuhuratbaba camii ...

Telefonla aldığımız haberle bir son vazifeye daha çağrıldık

Bir küçük camide, bir baba dostunu yolcu ettik.

Helallik istendi verdik, iyi bildiğimizi yüzüne karşı söyledik, şahitlik ettik.

Ve eksik hayatlarımıza , evvelkilerde olduğu gibi, daha düzgün, daha merhametli olma ihtiyacını bu sefer unutmamak dileğiyle birlikte döndük

6 Kasım 2009 Cuma

GDO nedir?

Başlangıçta evham olarak düşündük. Komplo teorilerini uçuştuğu ortamda bu konuyuda bilim kurgu bir konu olarak düşünüp tartışmalara uzun süre kulak vermedik.

Gerek GDO larda gerek günlük (bayat) süt olarak satılan UHT lerde gerçeklik payı olduğunu çok geç farkettik.

Benim gibi konu hakkında yeni fikir sahibi olanlar için;


Ziraat mühendisleri odası sayfasından,

GDO NEDİR O? - TEMPO ARALIK 2004

http://www.zmo.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=473&tipi=24&sube=0

BİYOGÜVENLİĞİMİZ TEHLİKEDE! GDO’LARIN TİCARETİ SERBEST BIRAKILDI !

http://www.zmo.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=12262&tipi=3&sube=0

SAĞLIKLI BİR TOPLUM, ÇİFTÇİLİĞİN DEVAMI VE BAĞIMSIZ TARIM İÇİN TÜRKİYE’DE GDO’LU ÜRETİME VE TÜKETİME HAYIR

http://www.zmo.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=11568&tipi=2&sube=0

3 Kasım 2009 Salı

Hoşça bak zatına*

Taslak olarak notlar:

Sanırız şiirin bütünlüğüne en uzak anlamı kendinden bencil bir şekilde mutlu olmak olacaktır.

Gene uzak ama mümkün bir mana olarak, olumsuz bir yönden alındığından kendini hakir görmemek çıkarılabilir.

Bir geleneğin dışından da okunabilir ama geleneğin içinde, bir geleneğe bir anlam veriyorsa ve onu doğrultuyorsa diyerek, ordan değerlendirmek istenirse :

Alemin gözbebeği olarak insan (alemi fark eden/edebilen) bir şuur olarakda bir anlam ifade edebilir. Bu felsefi olarak ve mekanik olarak doğrudur da. Alemi (farkına vararak) var edenin insan olduğunu söylemek gibi, hani ıssız bir ormanda çıkacak bir sesi duyacak bir kulak olmadığında sesin varlığını sorgulamak gibi.

Ama bunu bir neşe (geleneğin içindeki anlamıyla değil de bir sevinç ) olarakda almak mümkün sanırım. Varlığından dolayı memnun bir hali ifade etmek üzere. Belki de şevkle sema ya durmuş devişe en çok yakışanıda bu olurdu.

Bu neşeyi ötekine duyduğu hürmetten, onun varlığına verdiği öncelikteki gayeden ayırmamak lazım. Bir başkasına tanınan öncelikte bir neşenin neticesi olmalı. Gelip geçiciliği aşmış, aynasında kendini gören ve aynaya da belki bu yüzden hürmet eden, onu kendinden ayırmayan, varlığının manasını onda bulan. Ya da dinleyen kulağın dinlemese, görebilen bir gözün görmesede bir mana ihtiva ettiğini düşünen.

*"hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen "

Şeyh Galip

30 Ekim 2009 Cuma

Robinsonun nezaketi ?

Şöye düşünmek doğru mu olur emin değilim :

Düşünebilmek için (söylenegeldiği gibi) bir "şey"e ihtiyaç duyuyoruz. Nesne, hayal, rüya vs.

Kendini tanıma ise haller üzerinden ise; hallere dönüş, onları tahlil ise bu hali meydana çıkaran şeye, insana (nesneler ? ) ihtiyaç duyarız demek mantıklı mıdır?

Kendini tanıma ile olgunlaşma iki farklı alan, birbirine ihtiyaç duyan. Kendi zaaflarını bilebilir insan ama onu düzeltme gayreti (/ ihtiyacı) duymayabilir. Düzeltme bir sorumluluk duygusu, rahatsızlığın, memnuniyetsizliğin neticesi. Öznesi olmadan düzeltme olabilir mi?. Bunun yanı sıra düzltmenin bir onay beklentisi olacak mı? Robinsonun nezaketini ve alışkanlıklarını muhafaza etmesi anlamlı mıdır? Bir umuda mı işaret eder, bir alışkanlığın neticesi midir?

"Dildeşinden ayrı düşen yüz türlü nağmesi bile olsa, dilsizdir."

Birleştikleri ve ortak noktaları (kendini tanıma ile olgunlaşma (/gayreti)) insana hürmet olan.

Peki, Hoşça bak zatına?nın öznesi? Okuyan ise (önceliği karşımızdakine verdiğimizden) yukarsını tekrar gözden geçirmek lazım galiba

28 Ekim 2009 Çarşamba

29 ekime




Mef’ûlü / Mefâîlün / Mef’ûlü / Feûlün

( - - . ) ( . - - - ) ( - - . ) ( . - - )

İlk yirmidokuz ekimin açtığı bayrak
Hep dalgalanır yurdun her bir köşesinde
Bozkırda yatan askerler altında serinler
Geçmiş zamanın ateşinden süzülenler

25 Ekim 2009 Pazar

Resmi tarih karşıtlığı (yeniden)

Bütün bildiğimiz, bizlere öğretilen tarih sorgulanır oldu. Resmi tarih eleştirisi pek revaçta, efendim bu resmi tarih diye itiraz edildiğini daha sık duyar olduk.

Resmi tarih söylemiyle, aslında gerçek olmayan ama bir şekilde kitlelere öğretilmiş, yutturma bir tarihin olduğu kastedilir oldu. Tarih üzerinden eleştirilir olduk.

Önce; tarih niçin okunur, okutulur?

-Geçmiş hakkında entellektüel bilgi birikimine sahip olmak?

- Geçmişin hatalarından ders çıkarmak maksadıyla?

- Milli bir kimliğin, aidiyetin oluşturulması gayesiyle geçmişte yaşanmışlıklardan istifade etmek?


Yeni ve yükselen bir ilgi var tarihe. Geçenlerde bir televizyon programında (5N 1K da Monte Carlo kumarhaneleri sahiplerinden birinin Cüneyt Özdemir in ) şimdi lüks nedir sorusuna, şimdi lüks tarih denilmesi oldukça ilgi çekici. Geç saatlere kadar tarih bilgilerinin ortalıklara döküldüğü programlar yayınlanır oldu keza. Tarihe karşı oluşan bu yeni ilgi elitist bir tavrın ifadesi. Bunun sosyal boyutunu, aidiyet isteği ile olan bağını hocama bırakıyorum:)

Tarih merakının bir başka nedeni - geçmişin hatalardan ders çıkarmak, ilişki içinde olunan devletleri, dünyayı tanımak gayesi de olabilir. Savunma gayeli olabiliceği gibi geleceğe bir projeksiyon tutma, geleceği şekillendirme amaçlı da olabilir. Aynı geçmişlerin okunması farklı çıkarlara hizmet maksadıyla farklı yorumlarada sebeb olabilildiği söylenebilir. Bir İranlının tarih algısıyla, bir İşveçlinin tarihi yorumlayışı gerek geldikleri gelenek, gerekse beklentileri nedeniyle aynı olmayacaktır.

Resmi tarih ? Müfredata bir gönderme var gibi. Yönlendirici , otoriteter bir devletin gölgesi ile şekillenmiş bir tarihe işaret eden bu bakış ciddiye alınmalı mı?

Her an eleştirilen tarih, aşağılık kompleksine ya da başka siyasi mühendisliklere işaret ediyor olabilir mi? Objektif bir tarihten söz edilebilir mi? Tarihe bakışında ideolojik olabileceği söylenebilir mi?

Devletler arası ilişkilerin çıkar üzerinden yürüdüğü vakıa. Bir devletin bir diğeriyle ilişkilerinde olağanüstü durumlar hariç, deprem vs kurduğu ilişkilerde insaniyeti değil de, devletlerin çıkarını düşündüğün söylemek yanlış olmaz sanırım. Tarihte bu çıkarların kullanılmasında bir araç sanırım.

Bu yüzden sıradan vatandaşa öğretilen tarihin bir takım milli çıkarları öne çıkarması makul sayılabilir. Ve bu illa bir çarpıtmada olmayabilir. Kamuoyunu uyanık tutmak derdiyle de yapılmış olabilir .

Tarihin milli bir kimlik oluşturulmasında , milli bir bilinç oluşturulmasına katkısı inkar götürmez. Kimlik oluşturulmasında tarihin bir alet olarak kullanıması onun bazı konuları öne çıkardığını, bazılarını geride bırakması ile mümkündür. Sanırız bugün resmi tarih denilen şeyde bu. Tabi bunun insani, başkalarını küçümseyici yanlarının her zaman gözden geçirilerek, düzeltilir olmaması lazım.

Tarih nasıl bir kimlik oluştuyorsa, bir siyasi tavra denk düşüyorsa; karşıtlığıda bir başka siyasi bir tavra denk düşebilir. Resmi tarih karşıtlığı eğer bir başka tarih öne süremiyorsa manasızdır. Tarih karşıtlığıdan başka karşıtlıklara işaret ediyor olabilir. Ve tarih bir siyasi çıkarı desteklemek için kullanıldığında, karşı çıktığı resmi tarih gibi pekala da maksatlı olabilir.

Son zamanlarda önüne gelenin resmi tarihe çatması, söylenenlerin hakikat kaygısından uzak olduğunu düşündürür oldu. Resmi tarih eleştrilerinin çoğunda bir başka grubun üzerinde nufuz kurarak çıkar sağlama hedefleniyor sanki.

24 Ekim 2009 Cumartesi

Zaman

Bozuk bir musluğun damlatması gibiydi zaman

Duymazdan gelinemiyecek, biteviye ve yoran

Ya da çoğu zaman, el yordamıyla tırmanılan ve

Nefes nefese bırakan , otomatı bozuk bir merdiven

.

16 Ekim 2009 Cuma

Ahmet Hamdi Tanpınar - Huzur




Tanpınar'ın Huzur romanı temelde bir aşk hikayesi üzerine kurulu. Fakat sanki bu aşk hikayesinin altında, onunla bağlantılı ve semboller üzerinden anlatılan bir başka hikaye daha var gibi. Bu hikaye ise aşk hikayesinin aksine, yarım kalmıyor.

Semboller üzerinden okunduğunda roman, işaret ettiği sembollerle birlikte, II. dünya harbi öncesindeki sıkıntılı dönemde; eskiyle, yeni; geçmiş kültürle, batı düşüncesi arasında bir duruş arayan bir Türk aydının arayışları olarak ortaya çıkıyor. Bu aynı zamanda yeni cumhuriyetin , bir kimlik arayışı ile çağını anlama çabası gibi . Romanının kahramanı Mümtaz’ın hesaplaşması gereken öncelikle bir şark var, batı ise tek değil- toplumu (ve toplumsal gelişmeyi) önemseyenlerle ve bireyi öne çıkaran düşünceler ile tek tek hesaplaşılması, karşılaştırılması mümkün olacaksa buradan yeni bir kimliğin, duruşun ortaya çıkarılması gerekmekte.

Bu okumaya göre romanı yorumlamayı çalışırsak ;

Roman dört ayrı kişinin isimlerini taşıyan, dört bölümden oluşuyor.

Birinci bölüm : İhsan

Birinci bölümün baskın teması hastalıktır

Hastalık : Hastalık bir sıkıntının işareti gibi, bir sıkıntıyı ifade ediyor gibi görünüyor. Bunlar neler olabilir ?

II. dünya savaşı eşiğinde bir zamanda, savaş hatıralarının hala canlı olduğu bir devirde, hastalıkla (evin beyi İhsanın hastalağıyla) başlar roman. Hastalığın (bir sembol olarak kabule edersek bunu) hangi anlamlara gelebileceği üzerinde düşünrsek, şu ihtimalleri sıralıyabiliriz sanırız.

* Hastalık birbirine sığınmış, (I. Dünya Savaşı) savaşın yaralarını henüz ruhlarından atamamış insanların ruh halini ,
* Hastalık aynı zamanda fikri bir arayış içinde olan bir toplumun (ve Mümtazın) buhranını,
*Romanın sonlarına doğru Doktorun yaptığı eleştiriden yola çıkarsak; cemiyetin önceliğini savunan İhsanın bakışının yanlışığına ve (hasta) avrupda iki cemiyetçi fikir üzerinden ( Rusya ve Almanyanın ) savaşa sebebiyet verebilir hale gelmesine işaret ediyor olabilir.

İhsanın hastalığı bütün olan biteni ileri bir tarihe iter."Hele bir iyi olsun.. hele bir iyi olsun ".sh. 61 İhsan iyileşsin- Nuranın ayrılığına sıra gelir sh.68 lafı oldukça düşündürücüdür.

İhsan bölümünde Mümtazın hayat hikayesini, Nurana olan aşkını, bunalımlarını, okuyoruz. Geleneğin dönüşüm sancıları, yavaş hayat akışını, bekleyişleri ek olarak görüyoruz.

İkinci Bölüm : Nuran

İkinci bölümün ağırlıklı teması aşktır.

Aşk geleneğin (şarkın/geçmişin) en çok işlenmiş, en renkli temasıdır. Hayatı bir bütün olarak algılandığı gelenekte beşeri aşkla, ilahi aşk hep iç içe geçer, birbirini besler. Leyla ve Mecnun Fuzulide iki gencin aşk hikayesini anlatırken birden tasvvufi bir boyuta sıçrar; Şeyh Galipin Hüsn-ü Aşkında gene bir ikili okuma vardır bir aşk hikayesi ve onun aynı zamanda aşk hikayesiyle birlikta anlattığı ilahi bir arayış,yolculuk

Ey bizim sevdası güzel aşkımız; şadol; ey bütün hastalıklarımızın hekimi;
Ey bizim kibir ve azametimizin ilâcı, ey bizim Eflâtun’umuz! Ey bizim Calinus’umuz!
(23/24-1.cild-V.İzbudak Çelebi)

Âşıklık, ister o cihetten olsun, ister bu cihetten... âkıbet bizim için o tarafa kılavuzdur.
Aşkı şerh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyliyeyim... asıl aşka gelince o sözlerden mahcup olurum. (111/112-1.cild-V.İzbudak Çelebi)

Diye Mesnev-i Şerif te yazan Hz. Mevlana, aşka büyük bir önem vermiş, onu bir ilac olarak, kibrin ve azamaetin ilacı olarak tarif ederek, ona insanı geliştirici bir vazife yüklemiştir. Sekiz yüz yıllık gelenekde bu rotayı izlemiştir.

**

Huzurun bir aşk romanı olarak tanımlanmasına sebeb olan olayların yaşandığı bölümdür ve boğazda geçer. Mümtaz bu bölümde aşkla birlikte, şarkı ve geleneği tecrübe eder. Çok fazla olmamakla birlikte tasavvufi ifadelere de rastlanıyor.

Bu okumada Nuran doğuyu/geleneği temsil ediyor gibi. Mümtaz doğuyu Nuran' dan öğreniyor.
“ yarı uyku hayatından uyuandırılımasını beklemek, bakımsız bir tarla gibi sırf kendisini işleyecek” sh72
sözleri bir kadın için söylenebilecek tuhaf sözler. Sanki keşfi beklenen şarkmış gibi okunması mümkün, yada onun temsil ettiği kültürle uyandırılacak bir kadın.
Daha sonra bir boğaz gezisinde Nuran beni keşfetti diye düşünecektir

Nuran “Anne tarafı Bektaşi, Baba tarafı Mevlevi / evde hep ney sesi dinlerdik – Nuranının Mevlevi kıyafetlerinde eski bir resminin olduğundan bahsedilir.” sh.114

Mümtazın Nurana olan aşkında tıpkı geleğin ifade ettiği şekilde yaşadığını şu şekilde ifade eder “ Mümtaz Nuran’ın aşkıyla bir kültürün miracını yaşadığını, Nevâkâr’ın nakış ve çizgisi daima değişen arabeskinde, Hafız Post’un Rast semâî ve bestelerinde , Dede’nin uğultusu ömründen hiç eksilmeyecek büyük rüzgarında onun ayrı ayrı çehrelerini, aynı Tanrı düşüncesinin büründüğü değişiklikler gibi gördüğünü söylediği zaman, hakikaten bu toprağın ve kültürün asıl yapıcılarına bir bakımdan yaklaşıyor ve Nuran’ın fani varlığı gerçekten, bu yeniden doğuşun mucizesi oluyordu. Çünkü bize mahsus, ta cetlerimizden beri gelen ve terbiyesi en tene bağlı türkülerimde bile hiç olmazsa kanlı bir şehvet rüyası halinde tekrarlanan sevme tarzı, sevgilide bütün kâinatın toplanmasını isterdi. “ sh.199

Tanpınara göre geleneği, Mevlevi ve Bektaşi geleneği temsil ediyor . Birçok yerde ikisini bir arada telafuz ediyor.

BOĞAZ :Boğaz vapurunda camlara vuran ışıkları her zaman geçmesine rağmen göremeyen Mümtaz onun sayesinde fark eder, tecrübe eder. sh.112 Mümtaza göre Boğaz diğer semtlere göre baştanberi İstanbulu temsil ediyor,(sh.110) . Boğazı keşfetmek , boğaz üzerinden İstanbulu kesfetmek buradan bakıldığığına (boğaz - bir yerde bir medeniyeti kendine ait bir macera gibi yaşamış- sh.110) bizi ifade eder.Dil geleneğin dili, ama geçmiş zamanın kalıplarıyla yaşamıyorlar. Geçmiş yaşamın içine sinmiş ama onu oluşturan düşünceye karşı mesafeliler. Mistik ve tenbel işi olarak görüyorlar.

Boğaz yaşamında muzik ön plan çıkıyor. Güzel yemek yapmak, balık avları; sakin, yavaş, keyifli bir hayat resmi çiziyor.

Eleştrilerde sıkıcı bulunan uzun tabiat tasvirleri Mumtazın ruh halini anlatmak için kullanılmış gibi.


--
Mümtaz yolun başında olduğunu, kendine has bir görüşünün olmadığını, bildiklerinin İhsandan öğrendikleri olduğunu, bir tecrübeden doğan bir bilgiye sahip olmadığını Nuran’la Ada dönüşünde yaptıkları sohbette fark eder “Ona üst üste bir yığın hikaye anlattı. Konuşurken hep İhsanın’ın repertuarını sarf ettiğinin farkındaydı “ Demek ki satıhtayım… Daha kendimi bulamadım..” Hakikatten büyük bir eşikteydi” sh.106

Mümtazın düşünce dünyasını anlatan bir başka cümleye ise adadaki lokantada, yapılan sohbette rastlıyoruz: “ İhsan – Mesele, okuduklarımızın bizi bir yere götürmemesinde. Kendimizi okuduğumuz zaman hayatın hâşiyesinde dolaştığımızı biliyoruz. Garplı, bizi, ancak dünya vatandaşı olduğumuzu hatırladığımız zaman tatmin ediyor. Hülâsa çoğumuz seyahat eder gibi, benliğimizden kaçar gibi okuyoruz. Halbuki kendimize mahsus yeni bir hayat şekli yaratmak devrindeyiz. “ sh.88

İhsan “ - … maziyi tasfiye ediyoruz? “ sorusuna “ – Elbette… Fakat icap eden yerlerde. Ölü kökleri atacağız; yeni bir istihsale gireceğiz; Onun insanını yetiştireceğiz “ sh.89 der .

Bunu “ …kendimize mahsus, şartlarımıza uygun yeni bir hayat kurmaya çalışacağız. Hayat bizimdir; ona istediğimiz şekli verceğiz. Ve o şeklini şeklini alırken kendi şarkısını yapacak. Fakat fikre, sanata hiç karışmayacağız! Onları hür bırakacağız. Çünkü, onlar hürriyet, mutlak hürriyet isterler. … Hele mazi ile bağlarımızı kesmek, Garpa kendimiz kapatmak!Asla! Ne zanediyorsunuz bizi! Biz Şark’ın en klasik zevkli milletiyiz. Her şey bizden bir devam istiyor” ve“- ihtiyaçlarımızdan, yaşama irademizden; zaten hıza değil, derse ihtiyacımız var. Bunuda realite bize verir, müphem ütopyalar değil “ sh 89 şeklinde biçimlendirmeyi düşünür.

Suad bunları ütopya olduğunu, dünyayı yeni gözle görmek istediğini ve bunu sadece Türkiye için değil Dünya için istediğini söyler ve “ … kelimeler eski. Yeni insan eskinin hiçbir artığını kabul edemez “ sh 89 yeni insanın geçmişle bağının , geçmişin anlayışının bazı yönlerini kabul etmeyi rededer.

İhsan bunlardan sonra insanlıktan ümidini kesmediğini, fakat insana güvenmediğini. “Bir kere bağlarının çözüldü mü o kadar değişiyor, o kadar kurulmuş makine oluyor ki… Bir de bakıyorsun ki, o sağır ve duygusuz bir tabiat kuvvetine benzemiş. .. Harbin, ihtilalin korkunç tarafı, asırlarca gayretle, terbiye ile, kültürle yendik sandığımız bu kaba kudreti birdenbire başıboş bırakmasıdır “ derken insana olan güvenini azlığından dert yanar sh.90

Mümtaz insanı sevdiğini, şartları değiştirme kudret ve cesaretine hayran olduğunu söyleyerek itiraz edecektir sh.91

“Yeni bir hayat lâzım. Belki sana bundan sana daha evvel bahsettim. Fakat sıçrayabilmek, ufuk değiştirmek için dahi bir yere basmak lâzım.. Bu hüviyeti her millet mazisinden alıyor.” Sh. 164

“Bir tarafta sosyal bir kalkınma ihtiyacı var. Bu cemiyey realiteleri üzerinde düşünerek, onları değiştire değiştire yapılır. Elbette İstanbul sonuna kadar , sadece marul yetiştiren bir memleket kalmayacaktır. İstanbul ve vatanın her köşesi bir istihsal programı istiyor. Fakat bu realiteler içine maziyle bağlarımızda girer. Çünkü o, hayatımızın, bu gün olduğu gibi gelecek zamanda da şekillendirenlerden biridir.” Sh. 165

--


Üçüncü Bölüm : Suad

Bu bölüm Mümtazın Emirganda verdiği yemekle başlar. Yemeğe neyzen Emin Dede de katılacak Ferahfeza Mevlevi Ayini ni icra edercektir. Yaz sonudur, kış geldiği için Boğazdan İstanbul a taşınılacaktır

Suad Emin Dede ayrıldıktan sonraki sohbette Nietzchenin sözünü tekrarlar. Hazcı, bireyci bütün görüşleri temsil eder gibidir. Suad, ferden ve hürriyetten yana olduğunu açıklar. Vakit geçirmek için yaşadığını söyler. Daldan dala konan bir hayatı vardır. İhsan ise cemiyetten yana çıkar.

Suad ın azabını ihsan Cemiyetten yana olduğu için önemsemez. Mümtaz ise bu azaba, her şeye rağmen duyarsız kalamaz.

Suad gittikten sonra İhsan, Suadın bunalımını şöyle yorumlar :

“ – Hazin tarafı şu ki , bu cins azapları bütün dünyada bir asır evvel yaşadı bitirdi. Hegel,Nietzche, Marx geldiler, geçtiler. Bizim için yeni nedir bilirmisiniz? Ne Eluard’ın şiiri, ne de Comte Stavoguine’in azabıdır.Bizim için yeni, en ufak Türk köyünde, Anadolu’nun en ücra köşesinde bu akşam olan cinayet, arazi kavgası veya boşanma hadisesidir. Bilmem, fikrimi anlıyormusunuz? Suad’ı itham etmiyorum.Fakat onun meselelerinin bu günümüzün, kendi günümüzün çerçevesine giremiyeceğini söylüyorum.”
Mümtazın burada “-Ama bir noktayı unutuyorsunuz! Suad hakikaten azab çekiyor” diye itiraz eder. İhsanın’ın cevabı :

“-Çekebilir… ama bana ne?... Benim ferdin peşinde koşacak vaktim yok. Ben cemaat ile meşgulüm. Sürüden ayrılanın arkasından anası ağlasın” sh.287/288 diye cevaplar.

Suad'ın da Nuran' a aşık olması ve rededilmesini, Nuran'ın geçmişi temsil etmesi üzerinden de bir şekilde yorumlamak mümkündür sanırız. Suad geçmişi fikri olarak redetmesine rağmen kökleri itibariyle ona bağlıdır ve ızdırabının sebeblerinden biride budur diyebilir miyiz? bu çok iddialı bir yorum mu olur emin değiliz.

Mümtaz, Nuran ile beraber olduğunda Şeyh Galip hakkında bir kitap yazmaya başlar. İstanbul gezilerinden sonra sh.162 bir araya geldiklerinde yazılması hızlanan bu romanı, Nurandan ayrıldığında ise onun yazacak ilhamı kaybeder. Hatice Sultanı ve Beyhan Sultanı, Nuranı düşünerek yazar Sh.162


Dördüncü Bölüm : Mümtaz

Beyazıtta bir arkadaş toplantısında, Mümtaz yaklaşan savaş hakkındaki düşüncelerini açıklar ve bu arada kendince insanlık üzerine bazı ilkeler koymaya çalışır. "Fenalığı kabul etmemek lazım... Haksızlığı her kabul ediş, daha büyüğünü doğuruyor diyerek kensisini haklı bulan arkadaşına "Haksızlığa hücüm ederken yeni bir haksızlık yapmamak... Bu harp, olursa eğer, çok kan dökülecek. Fakat çekeceğimiz ıstıraplar beyhude olur, eğer metodu değiştirmezsek." sh 338 diye cevap verir. Şavaşta "(Hitleri kastederek) Bu herif insanlığa musallat" sh.338 der ve bu yüzden ona karşı konulmasını, ayrıca bu (Türk) milletin yaşamsaı gerektiğini düşündüğünü açıklar sh.337. Bu arkadaş toplantısında Mümtaz artık soru sorulan fikri alınan kişidir. Fikirleri olgunlaşmaya başlamıştır.


Durumu ağırlaşan İhsan için çağrılan Doktorla, yolda yaptıkları sohbet ile , Mümtazın düşünceleri netleşir.

Doktor yolda tüm mistiklere birazda geniş bir anlam vererek ve yaklaşan savaş ile Almanya(/Rusya)üzerinden cemiyeçilik fikrine itiraz eder.

(Doktor)“Bir milletin veya sınıfın insanlığın evvela birtakım çıldırtıcı şeylerle zıvanadan çıkartılması, sonra da bir delinin veya inzivada hazırlanmış bir planın onu istismar etmesi, benimsemesi, cin çarpmış gibi taştan taşa çarparak uçuruma sürüklenmesi… Düşünün bir kere şu Almanya’yı. Fert fert düşünün… Sonra kütle halinde bir sadistin eline düşünce yaptıklarına bakın… Şimdi bu sadizm, bu kudrete iman, talihe güvenme, Yalnız ben ben düzeltirim düşüncesi , ifrata gitmiş bir ceza ile öbürlerine, karşındakine geçecek. Korkunç bir kapı açılıyor; bir set çöküyor ki, arkasından sayısız felâketler vardır….

(Mümtaz) -Ben geçen harpte Alman talebelerinin ailelerine yazdıkları mektupları okudum. Hepsi insanlık mistiğ idi.

(Doktor)“-Mistik… İşte en korkunç şey. Bir kere ayağınızı topraktan kesmeyin. Her şey olursunuz, havadan kaptığınız her şey. Çünkü uzviyetinizde parazitler konuşur. İnsanlık mistiği, kuvvet mistiği, ırk mistiği, hacalet, ıstırap mistiği... Çünkü tanrılık yanı başınıza bir aktör elbisesi gibi asılıdır, derhal giyinmek öyle kolay ki… Bir kere tanrılaşmaya alışmasın. Mutlak bir fikir olduğunu, hakikatin tek göründüğü yer olduğunu sanmasın “ sh.360
Eve yaklaştıklarında bir Bektaşi çalıların arasından çıkıp Şeyh Galibin meşhur beytini söyler:

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen,
Merüm-î dîde-i ekvân olan âdemsin sen!
(İyi bak kendine, âlemin özü sensin. Sen varlığın gözbebeği olan âdemsin.)

Buradan çıkardıkları netice ise insana hürmettir. Muhtemelen İhsan fikrini bu temel üzerine kuracaktır.

“Doktor:
-İyi ama, bu Bektaşi değil, Mevlevi…”
Diye itiraz eder. Mümtaz “Halis Bektaşidir” der ve bir gün “Tek hakikat budur: İnsana hürmet etmeli; bu hürmeti zorlamdan içimizde duymalıyız” dediğini ekler. Sh362 Mevlevi , Bektaşi geleneğinden bir kez daha yan yana bahsetmiş, bu gelenekten süzerek getirdiğini insana hürmet olarak yorumlamıştır.

Muhtemelen Tanpınar burada geçmişle bağı Şeyh Galip bu meşhur sözüyle cemiyet mi, insan mı , hürriyet mi sorularına bir cevap verir. Bu aynı zamanda Mümtazın aradığı cevaptır sanırız.

Mümtaz bu noktadan sonra Suadın hayaliyle karşılaşacak ve onun uzattığı eli itecek , arkasından yere yuvarlanacaktır.Yere düştüğünde ise avuçlarını İhsanın ilaçlarıyla keser.

Son bölümde ; Mümtazın Suadı Hz. İsa’ya benzetmesi , Suadın hayalinin avuçlarında benliğini küçük bir havyan gibi görmesi , en sonuda ise kırılan ilaç şişeleri yüzünden avuçlarının kanaması. Mümtazın buhranının bittiğine, çilesini tamamladığına işaret eder gibidir.

Roman radyodan ikinci dünya harbinin ilan ile biter.
**
Netice olarak, anladığımız kadarıylaTanpınar bir eski İstanbul ve eski kültürün içindeki bir aşk hikayesi dekoru altında, yenileşme üzerine kendi görüşlerini ve dönemin düşüncelerini anlatmakta. Mümtaz, İhsan’ın da etkisiyle belki bir miktar üretimin gelişmesi, ekonomik gelişme için bazı sosyal düşünceleri göz ardı edemesede, tek insanının da ızdırabınada duyarsız kalamıyor. Bir felsefi düşüncenin ya da ideolojinin hatta dinin yanında olmaktan , onu benimseketen ziyade onları değerlendirecek bir hikmeti , anlayışı kabul eder gibi gözüküyor. Herhangi bir düşünceye katı bir teslimiyete karşı oluş ve insana hürmete her şartta öncelik vermek sanırız vardığı nokta olarak kabul edilebilir.


Yapı Kredi Yayınları-2003

14 Ekim 2009 Çarşamba

Notlar


Olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol bir dönüştürme.

Neyi ; aceleci insanı

Bir önkabulü gerektiriyor hakikat(lilik) derdi, eksik oluşu.

Ne konuda, nasıl , ne kadar eksik? henüz belli değil

Olduğu gibi.. de, ne olduğunu, ne olabileceğini henüz bilmiyor, bildiği sadece eksik olduğu

Kendini tanı madanda bu (olduğun gibi ... ye geçmek) mümkün değil. O halde ilk hareket kendini tanımak.

Eksik olduğunu kabulden öneceki halinde böyle bir derdi yok. Çoğu zaman kendini eksiksiz görebiliyor.

Kendini tanımada doldurulacak bir liste, cevaplanacak test işi değil. Her an olan içinde mümkün. Ve bitirip ben buyum şurda eksiklerim var üzerinden, bitmiş bir netice üzerinden olduğun gibi .. ye geçmek mümkün değil. Yani değişen hayatın sürprizleriyle kendini tanıyan insanın, kendini tanıma sürecini bir yerde bitirmesi mümkün değil. Buna vaktide yok ayrıca, vadesi belli olmadığı için. O halde tanıma bitmeyeceği için olduğun gibi görün... çabasıda tanıma ile birlikte birbirini besleyerek ilerlemeli galiba.

"Hakikat Derdi

Kimde hakikat derdi (gerçekleri araştırıp öğrenme çabası) yoksa, hakikati istemiyor demektir. Mümin o kimsedir ki, balık gibi susuz yaşayamaz. Bütün dünya nimetlerini balığın önüne koysanız, su olmadığı için orada eğleşemez. Öyle ise mümin de balık gibi suya koşar, suya atılır, hem de küçücük bir suda kurtuluş bulamaz. Küçücük bir suda avlanan balık, su az olduğu için oltada kalır. O su balığın içine sinmez, onu tatmin etmez, deniz gerektir ki, balık orada büyüyüp koskoca timsah hâline gelsin. "

Hz. Mevlâna'nın hocası Seyyid Burhaneddin Hz. den
.
.
taslak

13 Ekim 2009 Salı

"12 yaşındaki mendilci Ahmet’ten hayat dersi!" ????

"Bilecikli Ahmet ise, Mecidiyeköy’deki Profilo trafik ışıklarında elindeki kağıt mendilleri satmak için yeşil ışığın yanmasını bekleyen araçların camlarını tıklatıyordu.“Sen okula gitmiyor musun” dedim, gerisi geldi:- İki sene önce dördüncü sınıfı bitirdim ve bıraktım.- Neden?- Babam hapse girdi...- Ne yaptı ki?- İnce iş... Şimdi anlatamam...- Annen neden çalışmıyor peki?- O da çalışıyor, aha orda... (Eliyle 10-15 metre uzakta kucağında bir bebekle dilenen kadını gösteriyor.)- Oooo, iyisiniz... Bu ışıklar sizin kontrolünüzde yani...- Kız kardeşim de cam siliyor...- Vay, vay, vay... İyi para götürüyorsunuzdur...- Üçümüz günde 200-250 liradan aşağı toplamıyoruz... - Ayda 6 milyar eder...- Geçiyor... Ama pazar günleri çalışmıyoruz... Çünkü pazarları bu ışıklar tıkanmıyor. İş olmuyor. Ben de balık tutup satıyorum. Sana da getireyim mi?- Boş ver balığı, o kadar parayı ne yapıyorsunuz?- Birazını babama gönderiyoruz, birazını yiyoruz, yarısını da biriktiriyoruz.- Biriktirince ne yapacaksın, dükkân mı açacaksın kendine?- Manyak mıyım be abi, ne dükkânı... Araba alacağız. Babam hapse girmeden önce korsan (kaçak taksicilik) yapıyordu, büyüyünce ben de aynı işi yapacağım.- Ev almayacak mısınız?- Evimiz var, belediye verdi. Kâğıthane’de...
***Bu sırada ışık yeşile dönüyor ve arkamdaki araçların sürücüleri kornalarına abanmaya başlıyor... Ama muhabbet tatlı, Ahmet’le biraz daha konuşmak için arabayı iyice kenara çekiyorum.- Okulu tamamen bıraktın yani...- Okusam ne olacak ki? Benim öğretmen yirmi yıl okumuş, bin lira kazanıyor. Yaşanır mı o parayla? Hem ben her gün internete giriyorum, o yeter.- Bilgisayarın da mı var?- Niye olmasın ki?- Peki; arkadaşların okula giderken hiç mi üzülmüyorsun?- Önce üzülüyordum, ama artık sigara paralarını bile ben veriyorum. En zenginleri benim şimdi.Ahmet işin kolayını bulmuş, yolunu çizmiş; ne söylesem nafile... Vedalaşıp gitmek için hamle ediyorum, suratı asılıyor:- O kadar çene çaldık, bir beşlik bile atmayacak mısın?
***Dün 15 milyon öğrenci dersbaşı yaptı...Şanslı olanlar üniversiteyi kazanıp, öğretmen, doktor, mühendis olacak ve Ahmet’in dediği gibi ayda bin liraya talim edecek. Çoğu da işsizler kervanına katılacak.Ahmet ise o zamana kadar çoktan altına arabasını çekip, korsana başlamış olacak.Belki de işleri iyice yoluna girecek ve “filo” kuracak...Çoğumuz sokakta gördüğümüz o çocuklara acıyoruz ya... Bence asıl kendi çocuklarımızın geleceği için kaygılanmalıyız!"

http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.asp?Newsid=260973&Categoryid=4&wid=102

Bana e-maille gelen imzasız bir yazı. Bir satırını tarayıp internette aradım. Yazı Mustafa Mutlu' nun imiş. Bayağı tutmuş bir yazı, bir çok forum/blog vs. copy paste yapmış. Yazının hangi toplum kesimleri tarafından onay aldığını göstermesi açısından şaşırtıcı.

Yazı kurgu denecek, bu kadarına pes dedirtecek bir yazı. Kurgu olup olmaması da o kadar önemli değil. Sistem Ahmetleri bir şekilde ortaya çıkarıyor.

Sonu çok çarpıcı öğretmenini kasdederek 1000 lira maaş alıyor, geçinilir mi diye küçümsüyor, korsan taksicilik yapacağını söylüyor.

Kurgu olup olmaması ayrı bir mesele verdiği mesaj ve bu mesajın yazar tarafından eleştirilememesi açısından enterasan. Yoksula yardım etmekten caydırıcı,(onlar bizden fazla kazanıyordur nasılsa) okuyan nesil için karanlık bir gelecek çizen bir yazı. En kötüsü başarıyı paraya endekslemesi galiba. Bu düşünceye göre ne kadar mesleğinde başarılı olursa olsun bir öğretmen örneğin manavdan az kazanıyorsa başarısız olmuş olacak. Başarı ölçeğinin paraya endekslenmesi, başka değerlerin başarı kategorisinin içinde yer almaması bizleri mutsuz nesiller yaptı galiba.

Başarının ölçütü bu olduktan sonra yapılan işin kanuniliği (/dışılığı) de bir noktadan sonra anlamını kaybedecektir.

Yazarın Ahmetin projeleri karşısında çaresizliği, sessiz onayı (kanunsuz olan dahil) , bir değere yaslanarak eleştirememesi, olayın bir başarı öyküsü gibi sunulması düşündürücü. Bu bakışın genel bir kanaat olduğunu göstermesi açısından ise üzücü.

29 Eylül 2009 Salı

Sıkı tutun

Evet köklerin delemedi toprağı

Bir rüzgarda sökülüp dağılacak gibisin


Evet çiçek açamadın, tohum veremedin

Belki de beklediğn gibi olmadı tohumun.


Düşlediğin yağmurlar yağmadı

Sert esti rüzgar

Kavurdu güneş

Don vurdu umutlarına


Uzat yapraklarını güneşe yine de

Varsın

Ve tek değilsin talihi yaver gitmemiş



Gökyüzü bir fırtınadan haber verse bile

Yine de sıkı tutun sen toprağa

Cılız yaprakların gölgelesin

Karıncayıda, ağustos böceğinide

Gölgenden sebeplensin yosunlar


Sıkı tutun, sıkı tutun da

Bir alem yeşersin

Sen umut ol umutsuzlara

Umut senin adın olsun

27 Eylül 2009 Pazar

Sonbahar

Demlenen çay, uykunun mağmurluğu
Sonbahar ın loş, solan mahsunluğu

ya da

Demlenen çay, uykunun mağmurluğu
Sonbahar ın uykusuz mahsunluğu

ya da

Kaynayan çay, demlenen yorgun zaman
Sonbahar ın uykusuz mahsunluğu

ya da

Eskimiş bahçemde artık kaybolan
Pervasız akıp, giden yorgun zaman

Demlenen çay, uykunun mahmurluğu
Sonbahar ın loş, solan mahsunluğu
Kuş la rın göç / vak ti nin sus/ kun lu ğu

25 Eylül 2009 Cuma

Merhamet acıma değil

Merhamet acıma ile karıştırlımamalı.

Engellilerin biz acınmak istemiyoruz iş istiyoruz derken kastettikleri merhmamet karşıtlığı değil. Engelli olmayanlarla bir denklik talebi. Yardımla değil emekleriyle geçinme isteği. Bu yardımı red değil, yardımsız ayakta dik durabilmek derdi.

Bugünün dünyasında, sosyal devlet anlayışı içersinde engellilerinde yalnız başlarına yaşayabileceklerinin , bir başkasının desteği olmadan, rahatsız olmayan insanlar gibi onurlu yaşamanın mümkün olduğu herkes tarafından kabul edilir.

Değişen toplumsal bakışlar insanlar arasındaki eşitlik düşüncesini değiştirdi. Kadın erkek, engelli engelsiz ayrımlarında insanların kendi hayatlarını kurabilmeleri devlet tarafından verilmesi gereken birer hak olarak kabul edilir oldu.

Bu gelişme insanların birbirine merhamet duymasına, güçsüze acımasına engel değil ve bu sosyal gelişme insaniyete karşı bir tavırda değil.

Başa dönersek, acıma merhmaetin bir sonucu olabilir ama merhmaetin sonucu sevgide olabilir. Merhametle acıma üstüste oturan kavramlar değil. Biri diğerinin sonucu olabilir ama bu da bir zorunluluk olmayabilir. İnsan çocuğuna , bir yavru kediye merhamet duyabilir ama acıma hissi duymayabilir. Belki merhametsiz ile acımasız birbirine çok yakın kavramlar denebilir.

Merhmamet nedir öyleyse? Esirgeme ve sevmenin toplamı olabilir. Yanlış hatırlamıyorsam Elmalının Bismillahirahmanırrahim in tefsirinde (Fatiha da olabilir) benzer bir ifadesi vardı, yanlış hatırlamıyorsam.

16 Eylül 2009 Çarşamba

Utancımız - Mersin'de On aylık bebek açlıktan bir deri bir kemik kaldı



Utancımız - görmemişiz

Duymamışız sesini ağlayan İbrahim bebeğin

Dalmışız işe güce, kendimize

Bir deri bir kemik kalmış

Ağlayacak sesi bile kalmamış artık




---

Mersin'de On aylık bebek açlıktan bir deri bir kemik kaldı
Mersin'de 3 aylık hamile Emine Balkar, açlık ve sefaletin kol gezdiği Afrika'da bulunan çocuklar gibi adeta bir deri, bir kemik kalan 3 aylık minik çocuğu İbrahim'i kucağına alarak dileniyor.

MERSİN'de sokaklarda dilencilik yapan 30 yaşındaki Emine Balkar'ın açlıkla boğuşan Afrika ülkelerindeki aç çocuklarının görünümünü andıran 10 aylık oğlu İbrahim, polis tarafından kucağından alınıp ambulansla gönderildiği hastanede tedavi edildi.

Kent merkezindeki işlek caddelerde dilenen 3 aylık hamile Emine Balkar'ın kucağındaki çocuğun aşırı zayıf ve bitkin bir halde olduğunu fark eden bir kişi, durumu polise bildirdi. İhbar üzerine Emine Balkar'ı bulan polis, besinsizlikten iskelet gibi gözüken İbrahim için ambulans çağırdı.
Yaşananlar karşısında şaşkına dönen Balkar, çocuğunun elinden alınacağı korkusuna kapılarak ağlamaya başladı. Kucağındaki minik yavrusunu sağlık ekibine vermek istemeyen genç kadın, aniden fenalaştı. Bunun üzerine sağlık ekibince tansiyonu ölçülen Emine Balkar, gözyaşı dökerek doğduğu günden itibaren açlık ve sefalet içinde bulunan oğluna yardım eli uzanmasını istedi. Sağlık ekibinin sorduğu sorulara güçlükle cevap vermeye çalışan Balkar, daha sonra tedavisi için ambulansa alındı.

Götürüldüğü Toros Devlet Hastanesi'nde 5 saat gözetim altında tutulan İbrahim'in aç ve hasta olduğunu belirten Emine Balkar, “Eşim çöplerde kağıt ve naylon toplayarak geçimimizi sağlamaya çalışıyor. Her zaman iş olmuyor, açlıktan ölmemek için ben de dilenmeye başladım. Başka çarem yok” dedi.

Tedavinin yanı sıra beslenen minik İbrahim, annesi Emine Balkar'a teslim edildi.

http://www.mersinhaber.com/15088-mersin-de-on-aylik-bebek-acliktan-bir-deri-bir-kemik-kaldi.html

6 Eylül 2009 Pazar

Multifonksiyenel hayat

Yeniden


Birbiri ardına geçen günler.


Dağınık düşünceler. Müzik dinlerken yazı yazmak, konser izlerken son dakikaları takip etmek, bilgisayarda iş yaparken gelen mesajlara bakmak, kitap okurken yarın yapılacakları düşünmek vs vs. Mutifonksiyonel hayat; yapılması gereken herşeyi bir arada, birlikte yapmak. Progamların devamlı iptali, değişmesi, başka programlarla birleşmesi, sulanması çoğu kez manasını kaybetmesi. Hayatın akışında kaybolmak.


Hayatın akışına direnmek zor.

Hayat bir fabrika bandınadaki ruhsuzluk içersinde, sürprizler ile karşımızda. Üzerimize yüklediği görevleriyle , sürprizleriyle dağıtığı ruhumuzu toparlamamız için vakit vermemeye kararlı. Çoğu zaman anlık kararları almakla yükümlüyüz. Akla , gönüle soramadan tepki vermek zorunda kalıyoruz. İnsanlıktan nereye ?

Verilipte tutulamayan sözler, dinlemeyen sohbetler, kulak verilemeyen dostlar ile asosyal bir dünya. Hayat herşeyi yapabilecek kadar uzun değil.

5 Eylül 2009 Cumartesi

3 Eylül 2009 Perşembe

Aruz denemeleri

Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilün
( - . - - ) ( - . - - ) ( - . - )

Kış tı, hep yor/ gun ge çen yıl/lar gi bi

Buz ke sen yok /uş ha yat tan/yol gi bi

Tır ma nır her/ yol cu gay ret/ iç in de ?? arızalı

Tır ma nır he / yol cu in san / se siy le ?? arızalı

Gel bı rak ak/ şam da kop an/rüz ga rı

Sel vi ler den/ ak tı rüz gar / kış gü nü

Buz lu cam ın / ar ka sın dan / gö rü nen

Pus lu şe kil / ler di ge çip / kay bol an ?? arızalı

Es ki ler den / hep ha tır lan / an dı, o

Dost un ay / dın o hep pak / çeh re si

Dün ya nın ağ / ır lı ğın dan / bez di ler

Sey re dal mış/ bul du lar ol /an la rı

Her dü şen yap / rak la sol ar /ak şa mım

Uf ku kap lar/bir kı zıl gün /ün yü zü

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Hakikatlilik ile aşk arasındaki bağı anlama denemesi

Hakikat ve aşk arasında bağ?

Yaşanan anın içinde anı, geçmişin tecrübeleriyle yaşanmaşlıklarıyla değerlendiriyoruz. Yaşananın alacağı şekli, hesaba katılmayan, katılamayanlarla nasıl etkileşeceğini bilemiyoruz. Tüm zamanların sonunda oturup değerlendirme gücümüz yok.

Bu ise hakikati oluş içerisinde temkinli, mütevazi bir arayış çabası haline çeviriyor, ele geçirilmesi mümkün olmayan.

Hakikat ve hakikatlilik üzerinden aşka bakmak/ulaşmak mümkün müdür?

İlk başka günlük yorgunlukların arasında bir mücadele gibi duruyor hakikat. Sürekli bir çaba. Hakikatin varlığından şüphe etmeyen, promete çabası.

Aşk burada hakikati kavramanın bir yolu mudur, hakikat çabasının açtığı bir kapı mıdır?
Öncelik belki de yöntemsel açıdan bir önem taşır.

Hakikatin kendisinden yola çıkarak aşkı kavrama çabası bize ikinci yolu işaret eder.Hakikatin peşinde mütevazi bir şekilde yaşanan hakikatlilik çabası bir arayışın ifadesidir ve bir arayış ise kendinde yapılan bir şey olmasına rağmen insanın çevresiyle, insanları, tabiatı anlama çabası ile mümkün olur. Küçük, küçük birçok olayın kendi içinde yaşadığı hakikatın her zaman bir başka şeyle ilintisi olduğu üzerine. Ve küçük bir çok olaya duyulan ilgi, onların içinden bakma çabası.

Aşk burada anlama çabasından bağlanabilir. Aşk bir şeye bir başkasının gözünden bakmanın/bakabilmenin en yüksek noktası değil midir. Sürekli ve anlamaya dönük bitmeyen(/ bitemeyen) bir ilgi değil midir? Ve aşık bu anlama çabasının noktalanmasının aşkın bitiği anlamana geldiğini bilmez mi? Olgular, olaylar, haller değişir aşkta değişmeyen/değişemeyen onu ayakta tutan ise sürekli ve mütevazi ilgi/anlama çabası değişemez. Belki de bir halin, olgunun, olayın anlık hakikatini hissetmek mümkündür ama sürekliliği olan bir şey değildir. Onu sürekli yapan hakikkate olan sürekli ilginin kendisidir.

Sanırım...

taslak, düzeltilecek

14 Ağustos 2009 Cuma

Başlamak

Meydan okuma mıdır?

Rüzgarın hep bir yönden eseceğini bilerek

Ağaç dikmek

Ya da boş bir defterin başına oturmak



Kolaycılık mıdır? Sorumluluktan kaçmak mıdır?

Binbir emekle yazılmış bir şiir defterini düzeltmek

Ya da yorgun bir şütçü beygirinin yaralarını sarmak

Gücü yetebilene ne gam.


Ağaçsa dikilmeyi; defter yazılmayı, düzeltilmeyi

Beygir yaralarının sarılmasını bekler

Terredütün, kararsız insanlığına karşı

11 Ağustos 2009 Salı

Barış mı? Barışma mı?

barış

a. 1. Barışma işi: “Biz baba kız biliyorduk ki bu gibi kaçışlar, bir barışla biter.” -M. Ş. Esendal.
2. Savaşın bittiğinin bir antlaşmayla belirtilmesinden sonraki durum, sulh, hazar: “Atatürk'ün insan haklarına ve dünya barışına ne kadar saygılı bir lider olduğunu ifade etti.” -H. Taner.
3. Böyle bir antlaşmadan sonra insanlık tarihindeki süreç: Barış içinde yaşamak.
4. Uyum, karşılıklı anlayış ve hoşgörü ile oluşturulan ortam: “Devlet işçi işveren ilişkilerinde çalışma barışının sağlanmasını kolaylaştırıcı ve koruyucu tedbirler alır.” -Anayasa. Güncel Türkçe Sözlük TDK
Barış sözcüğü bugünlerde insanlara niye itici geliyor ?
Barış iki tarafın anlaşamasıyla da ortaya çıkabilir, bir tarafın tükenmesi sonucuda ortaya çıkabilir. Bir tarafın tükenmesi sonucu ortaya çıkan barış daha ziyade teslimiyetin getirdiği ateşkestir, sulhtur . Japonyanın atom bombası karşısındaki mecburiyeti gibi. Burda kavganı sona ermesi, gönüllüde olabilir gönülsüz de olabilir. Ya da Iran Irak savaşındaki gibi iki tarafın tükenmesi de bir barışı zorlayabilir.

İki tarafın gönlü olmadan barış olabilir mi? Evet rızasızda barış olabilir , Allahın' dan bulsun denir herkes kendi işine bakar.

Barışma deyince ise insanın aklına barışma resimleri geliyor, iki tarafında az çok kendine dönük bir hesaplaşması, galiba biraz ileri gittim, kusura bakma mahcubiyeti ile el uzatması. Yaraları olmasına rağmen gönüllerinin öfkesini, kinini susturması, acısıyla karşısındakine bir merhamet duymaya başlayabilmesi. Ötekine karşı bir bakış değişikliğidir barışma.

Ötekine, bakış açısını değiştirerek bakmak kolay bir şey değildir. Bunun için insan karşındakinden olumlu bir şeyler görmek ister. Benim dediğim olacak, benim istediğim şekilde barış olacak diyenle yapılan barış, barışma değil dayatmadır. Burdaki barış söylemleri karşındakini ezmek için kullanılan bir söyleme dönüşür. Ve bu haliyle barış arayan, barışmaktan ziyade müzakere yapmaktadır. Derdi kendine meşruluk zemini aramaktır. Karşındakine bakış açısını değiştirmesi için fırsat vermemekte, belki de kinini teskin etmeye çalışmaktadır. Ve hala bir tarafın silahlar susun derken, silahların ortaya çıkmasına sebeb olanı , imralıyı taraf yapmaya çalışarak insanları rencide etmesi nedir? Barışma? Umursamama? Ya da pazarlık?

Güncel barış tartışmlarının arkasında barışma derdi göremiyoruz. Barış sözcüğünün insanlara itici gelmesi bundan sanırız.

4 Ağustos 2009 Salı

Olduğun gibi görün/Göründüğün gibi ol

Hz. Mevlananın meşhur yedi öğüdünün son cümlesi.*
Olduğun gibi görün, kendini başka türlü, olduğundan farklı göstermeye çalışma, riyaya girme.
Hz. Mevlana burada bir ikazda bulunuyor. Olduğu gibi görünmek bir kendini dönüş, tanıma gayreti , kabullenme. Fakat burada bırakmıyor. İnsan sadece kötü yönleri ile insanlar arasında tanınmaz, insanlar iyi yönleri görür söyler, bunun için :Göründüğü gibi ol, insanlar seni nasıl tanıyorsa (tabii iyi yönleri ile; kötü tanıyorsa kötülüğe devam et ruhuna aykırı) tanıdıkları şekilde yaşamaya çalış. Bir evelki cümledeki olumsuzluk burda yok. Burda bir iyiye yöneliş var.İlk cümlenin içine kötülüğünü gizlememe manasıda melami bir tavırda var

Kendi hakikatine açık oluş; doğruya kendi hakikati/sınırları/zaafları üzerinden kendini tanıma, doğruya yöneliş gayreti. Cümlenin yönelişi içinde kendi dışındakileri yönelişi barındırıyor. Kendi dışındaki insanlara, insana yöneliyor. Başkasıyla kendini görme, hatalarını farketme, doğruya yöneliş. Aslında bir kendine yönelişi cümle içersede bunu tek başınalık olarak tanımlamıyor. Altında yatan başkalarına, insana (belki tabiata, cümle aleme dönük bir farkedişi , anın içinde oluşu, ana uyuşu içeriyor, bu anın içinde doğrulmaya işaret ediyor muhtemelen)
--
* Sevgide güneş gibi ol, dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol, hataları örtmede gece gibi ol, tevazuda toprak gibi ol, öfkede ölü gibi ol, her ne olursan ol, ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.(Mevlana Celaleddin Rumi Hazretleri)

1 Ağustos 2009 Cumartesi

Kuzgun


Bir erguvanı mesken edinmiş

Kara, koca gagalı bir kuzgun

Ve kuzgun erguvana aşık olmuş

*
Kargalar bir kendine, birde ona bak demişler

Sen kuşsun o ağaç demişler, dinletememişler


Bir haller olmuş kuzguna zamanla

Börtü böceğe hayran bakar olmuş

Yerken içi gider olmuş, karıncayı, tırtılı

Ve erguvanın gölgesi düşmüş kuzgunun üstüne

*

Bir gün kesivermiş erguvanı oduncular

İçi yanmış ama sesi çıkmamış sanki beklermiş gibi

Ve almış başını, çekmiş gitmiş dağların bir başına

*

Kanmış kuzgunu şahin gösteren

Aşkmış kuzgunu şahin yapan
--

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Paganizm patladı (yazısını okuma denemesi)




Akşam gazetesinden Mine Hn.ın yazısı üzerine

Ritüellerinden ve inanışlarından izleri günümüzün spritüel ve çevreci jenerasyonunun hayatında ve popüler kültürün her köşesinde görmek mümkün. Eski çağların dini inanışı Paganizm giderek yaygınlaşırken kendini 'Pagan' olarak tanımlayanlar da hızla artıyor. (Paganizim ve çevrecilik ? Paganizim geleneğinin çevre sorunu var mıydı ki? Ya da şöyle demek doğru olabilir paganizmin yaşandığı eski çağlarda çevre sorunu mu vardı? Bugünün paganlar böyle bir söylem edinmişlerse, paganizme çevrecileğe eklemlemişlerdir Zira Şaman/Rahip/Büyücü/Cadı adı her neyse neyi derd edinmişti üç aşağı beş yukarı biliyoruz. Hastalıkları tedavi, gelecekten haber vermek, küçük büyülerle insan ilişkilerine müdahale, savaşlarda başarı, daha iyi hasat, ölenle için bazen öbür dünyada rahatlık , ölmüşlerle bağ kurmak vs vs ) Geçen ay, yılın en uzun günü olan ve yaz mevsiminin başlangıcı kabul edilen 21 Haziran'da, İngiltere'deki eski çağlardan kalma dini mekan Stonehenge'de 35 bin kişi toplandı. Büyük kalabalık yaz mevsiminin ilk güneşini tamtamlar çalıp danslar ederek tam bir Pagan ayini havasında karşıladı. Zira 21 Haziran Pagan inanışına göre yıl içerisinde kutlanan 8 kutsal günden biriydi.

21 Haziran'da güneşi karşılamaya giden 35 bin kişinin hepsi Pagan değildi elbette. Ama bu kalabalık Pagan kültürünün günümüzde ne denli yaygınlaştığının bir kanıtıydı. Zira spritüel yaşam tarzının ön plana çıktığı, popüler kültürde mistik ve fantastik hikayeler çılgınlığının yaşandığı, çevrecilik ve doğaya dönüşün yükselen değerler haline geldiği günümüzde eski çağların yaygın dini inancı Paganizm yeniden canlanıyor!

PAGAN KÜLTÜRÜ HER YERDE

Tektanrılı dinler ortaya çıkmadan çok önce, eski çağlarda yaygın bir inanç şekli olan Paganizm dünyanın tek tanrılı beş büyük dini olan Hıristiyanlık, Müslümanlık, Musevilik, Budizm ve Hinduizm'in dışında kalan spritüel inanışların hepsini kapsıyor. Paganların inançlarının temelinde doğa var. Doğanın kutsallığına inanan ve doğadaki her şeyde var olan ilahiliğe saygı duyan Paganlar hayatlarını doğanın döngülerine bağlı olarak yaşıyor. Güneşin ve ayın hareketleri, mevsim dönümleri gibi doğadaki ritüelleri inançları çerçevesinde kutluyor. Bir tanrıça (doğa ana) ve tanrıya ya da birçok tanrının varlığına inanan Paganlar, belli bir aracı olmadan veya bir gruba dahil olmadan dinlerini kendi özellerinde yaşıyor. (Aracı olmadan ? Orta Asyada Şaman, Mısırda Rahipler, İngilterede Büyücüler/ Cadılar vs. vs. nedir? İnsiyasyon veren kimdir aracı yoksa) Büyücülük, Şamanizm gibi uygulamalar da Paganizm'in çatısı altında yer alıyor. Tektanrılı dinlerin ortaya çıkmasıyla karalanan ve yeryüzünden silinmek istenen Paganizm yüzyıllardır gölgede kalmıştı. Ama şimdi uyanma zamanı. Zira modern çağın inanışları, öncelikleri, yaşam tarzı ve kültürü Paganizm'e tam anlamıyla göz kırpar nitelikte. Öyle ki Pagan kültürü günlük hayatımızın her noktasında büyük bir hızla kendini gösteriyor. Spritüel aydınlanma çılgınlığının yaşanmakta olduğu günümüzde sabahları kalkıp güneşi selamlamaktan, ay ve güneş tutulmaları gibi doğa olaylarını, nevruz, hıdrellez gibi mevsim dönümü günlerini festivaller eşliğinde kutlamaya ve hatta hayati kararları alırken astrolojiye, yıldız ve gezegenlerin konumuna danışmaya kadar pek çok hareketimizle Pagan kültürünü canlandırıyoruz. Paganizmin büyücüler, tanrı ve tanrıçalar gibi renkli ve fantastik kültüründen ilham alan Harry Potter, Yüzüklerin Efendisi gibi filmleri, Vampir Avcısı Buffy ( Bizde katkıda bulunalım Selena ile başlayan bir çok çocuk dizisi – Eskiden tatlı cadı ) tarzı televizyon dizileri, sayısız çizgi roman ve fantastik edebiyat örnekleri de son yıllarda üzerine düşen görevi yapıyor ve Pagan inanışlarını bir fenomen haline getiriyor. Paganizm'den ilham alan müzikler, danslar, giyim tarzları, dövme ve makyajlar, spritüel kurslar (Halbuki bu kursların hemen hepsi tanıtım broşürlerinde bir teknik olduklarını, hiçbir dine karşı olmadıklarını yazarlar. Karşı argümanları ben bunun faydasını görüyorum, görmezsem bırakırımla karşılayıp konuyu kapatırlar. Hanımefendi burada bizimde savunduğumuz şekilde, doğru bir tanımlamada bulunmuşlar, kendilerine katılıyoruz) giderek daha çok karşımıza çıkıyor. Son olarak küresel ısınma ve doğal felaketlerin öne çıkmasıyla çevreciliğin yükselişe geçmesi, (Paganizmin kendi geleneği içinde bakışı ve kullandığı teknikler ile çevreciliğe cevabı nedir? Doğayı kutsal saymak başka panteizmin pratikleri ile doğaya katkıda bulunmak başka. Yazıda bu hala açık değil. Paganizmi savunmak yada ona bir dayanak sağlamak için çevrecilik/küresel ısınma üzerinden gidilmesi, buradan bir bağ kurulmaya çalışılması sorunlu ) doğaya dönüş çılgınlığının yaşanması ve doğanın neredeyse ilahi (doğaya sırtını dönen, ona zarar vermek üzerine kurulmuş bir tek tanrılı anlayış mı vardır da - aradan bu bakışıyla paganizm sıyrılıyor? ) bir şey olarak artık el üstünde tutulmaya başlanmasıyla modern çağın insanı Paganlığı tam anlamıyla kucaklıyor. Öyle ki, artık sadece Pagan kültürü ve ritüellerini hayatına taşıyanlarda değil, bir inanç olarak Paganizm'i benimseyenlerde de son yıllarda büyük bir artış yaşanıyor. (Artış? Belki inandıkları dinin yanında bu tarz pratiklere de merak salanlar demek daha doğru. Astrolji gazete köşelerinde yer aldığında, ekranlarda astrologların boy almalar ile bu konularla ilgenenler arttı. Ama kendin sadece cadı/şaman vs vs olarak tanımlayarak öbür dini kimliğiden vaz geçen kaç kişi vardır? Birde şu var- büyü, fal vs ler geçmişte de ticari idi ve toplumun içinde bir şekilde yaşardı(muskacılar, falcılar, büyücüler yıldıza bakanlar vs vs) )

ÜÇÜNCÜ BÜYÜK DİN OLABİLİR
Özellikle çevrecilik ve doğaya dönüş fenomeniyle kendini yeni nesil Paganlar olarak tanımlayanlar, Paganizm'in yeniden yükselişinde önemli rol oynuyor. Zira çevrecilik ve Paganizm temelinde aynı felsefeyi barındırdığından doğayı korumak için uğraş vermek, çevreci eylemlerle doğanın önemini vurgulayıp savunuculuğunu üstlenmek Pagan inancının uygulamaya geçmiş hali manasını pekala taşıyor.(??) Zira, Pagan olmak için kişinin başkalarına zarar vermediği sürece kendi istediği yoldan yürümesi, ilahi güç veya güçlerin varlığını kabul etmesi ve doğayı kutsal sayması gerekiyor. (Çelişki dolu bir cümle, doğa, tanrılar, tanrıçalar ilahi güç değilmi dir?. Diğer dinlerde başkalarına zarar vermek serbest midir? ) Tabii bir de tektanrılı dinlerden birine inanmaması. Uluslararası Paganizm Federasyonu, kayıtlı 5 bin üyesi olduğunu söylese de bu değerleri çoktan benimsemiş çok sayıda günümüz insanı, yeni nesil Paganlara hayat vererek Paganizmi yeniden patlatıyor. Nitekim Paganizm üzerine araştırmalar yapan İngiliz yazar Cole Moreton, İngiltere'de son 10 yıl içinde Paganların sayısının ikiye katlandığını söylüyor. Bugün İngiltere'de kendini Pagan olarak tanımlayanların sayısı 250 bin'i buluyor. Bu rakam İngiltere'deki Budist nüfusundan (144 bin 500) fazla ve neredeyse İngiltere'deki Musevi nüfusuyla eşit (259 bin)! ABD'de ise Paganlarda yaşanan artış bundan çok daha çarpıcı. Harvard Üniversitesi'nin yayınladığı istatistiklere bakılırsa ABD'de bugün 'ben Paganım' diyenlerin sayısı 1 milyona yakın. Paganların sayısında son 20 yıl içinde yaşanan artış ise yüzde 1.500! Yani Paganların sayısı her bir buçuk yılda ikiye katlanmakta. ABD'de yaşanan bu Paganizm patlamasını birçok araştırmacı şu sözlerle yorumlaması da fenomeni açıkça ortaya koyuyor: 'Paganizm bu gidişle 2012'de ABD'de Hıristiyanlık ve Musevilikten sonra en büyük 3. din olacak!' (Yazının başlığı paganizm 3. büyük din olabilir, burada ise ABD denmiş. Propaganda kokuyor.)

PAGANİZMİN ESASLARI
l Paganizm kökenlerini doğadan alan ve doğanın kutsallığına dayanan bir inanç sistemidir. Doğayı sevmek ve bir parçası gibi hissetmek, bu yaşam kaynağına ve onun ölüm-yaşam evrelerinin durmaksızın tekrar eden döngülerine saygı duymak ve hürmet etmek esastır. (Panteist bir tavır. Panteist bir sistem üzerinden değerler sistemi oluşturmak çok zor)

l Tüm ritüeller doğal döngülere uyum sağlamak için vardır. Mevsim dönümlerinde, ay ve güneşin safhalarında özel törenler yapılır.
l Kimsenin inancının kesin ve doğru olduğu söylenemez ve herkesin kendine en yakın yolu seçme özgürlüğü vardır. Paganizmde özgür düşünce desteklenirken, yaratıcı zeka kutsanır. l Paganizm anti-merkezci, anti-hiyerarşik ve bir dogmalar silsilesini kural olarak dayatmayan bir inanç biçimidir. (Bunun tartışılmaya açık olmaması (söylemin) da neticede dogmadır, diğer dinlerin .Böyle olmadığı vurgusunu örtülü olarak yapıyor. – Anti-merkezci den kasıt nedir? Anarşist? Komün yaşamı? Yerel yönetim? Yada ?– Anti hiyerarşi yukarıda değindik)
l Pagan inancında dünya, varsayılan bir cennetin gölgesinde değildir. Dünya kutsaldır. İyilik ve kötülük kutuplaştırılarak birbirlerinden ayrılmaz. Kadın ve erkek eşit ve dengededir. (Panteizmin doğal bir neticesi iyi ve kötünün manasını kaybetmesi )

l Tanrıça ve Tanrı kavramı kutsal gerçekliğin bir ifadesidir, ikisinden birinin üstünlüğü söz konusu değildir. l Pagan ahlakı 'Ne istersen yap, ama kimseyi incitme' sözü üzerine kurulur. Her bireyin etrafını kuşatan doğadan ve diğerlerinden sorumlu olduğunu söyler. Doğa ve diğer insanlar ile bir ahenk içinde olunmalıdır. (İncitmemek paganizmin tekelinde olan bir şey değil, ne istersen yap çok açık bir kavram – yaptığımız her şeyle bir başka şeyi etkileriz)

MİNE AKVERDİ

Ek olarak

İnsanı bir noktada , ölümün gölgesinde yaşayan insanı bir var oluş gayesi aramasından uzak tutamazsınız. İnsan anlamlandırmak, manalandırmak ister. Yaşamı ve yaşamını sorgular. Kimi zaman bunu, doğru yaşayıp yaşamadığı kimi de iyi yaşayıp yaşamadığı üzerinden yapar. Elindekiler (ailesi, sahip olduğu malı, düşünceleri, inançları) üzerinden hayatını değerli kılmak ister. İnsan bir tırtıl gibi ya da bir yaprak gibi hayata bakamaz. Bu yüzden kendini doğanın bir parçası olarak görse dahi doğa ile yetinmez tanrıları, tanrıçaları yedekte tutar. Tanrıları göz ardı etsede ruhlarla bağ kurabileceğini, atalarıyla konuşabileceğini, bedensiz varlık olabileceğini (her şey doğa iken nasıl oluyorsa) kabul eder.

Bununlada yetinmez iyi ile kötü arasında bir fark olmadığını söylerken, doğanın her zaman bir düzeni kendi içinde oluşturacağını söylerken baştan bazı şeyleri redederek , dışarıda bırakarak gene değerler sistemi oluşturur.

Paganizmin temsil ettiği inanışlara ilkel denmesinin mantığı buradır. Madde ötesi bir dünyanın olabileceğine inanırken ama bunu temellendirecek kozmolojiye sahip değildir. Dünyanın var oluşu, ölüm sonrası üzerine tasarımları kavimler/milletler arası ilişkilerin etkileşimleri ile gelişir çoğu zaman. Çoğu kez birbirlerinin tanrılarını/tanrıçalarını/efsanelerini birbirlerine eklemlerler.

Bugün ise görebildiğimiz kadarıyla spriltürel çalışmalar adı altında yapılan bir çok pagan kökenli çalışma bütüncül açıklama ihtiyacını uzak doğu dinleri üzerinden yapmaktalar.

Kozmolojisi ve insani değerlere bakışını Hüseyin Bey gayet güzel yazmışlar, bu konuya girmiyoruz

26 Temmuz 2009 Pazar

Barışa niyetli olmak?

Barış tartışmalarında akla sığmayan bir garplik var. Barışa taraf olanları dinlediğinizde gariplik daha da artıyor. Söylenenler bir bilek görüşüne dönüşmeye meyilli.

Önyargılarımız ve sorularımız :

Barışa niyetli olmak, barışta yapacak işleri olmak demek değil midir? Bünyelerin barışta yaşayabilmeye, çalışarak kazanmaya, emek vererek yaşamaya niyeti olmalı. Nefretle komşusuna silah çekenin ne kadar barışta yaşamaya niyeti olabilir yahut rehabilte edilebilirler mi?

Evet insanlığa hiç birimiz ehil değiliz. Önyargılarımız var ve onlarla oturuyoruz konuşmaya. Konuşulanlar ise barış adınaysa, konuşanlar bu konularda kendilerini yetkili görüyorlarsa onlardan insani bir bakış beklenir herşeye rağmen ; sürdürülebilir bir barış için en azından.

Barışa taraf olanlar ? Biri son derece ketum. Kimsenin aklına gelmemiş, gelemeyecek bir çözümü bulmuşda, üzerinde çalışır gibi. Sızdırılanlar ile, verilen demeçlerle birlikte bir yarışın tarafı oluvermiş çoktan.

Diğeri saydam bir kimliğin arkasında barışın altına bir isim yazma derdinde gibi gözüküyor. Adına ve aklına arasıra gelen sol kimliğine inat emir komuta zinciri içersinde gözünü kendince bir bilene takmış, umut tacirliği yapıyor.

Kendini sol olarak tanımlayan bir partinin (öyle olduğunu varsayarak) kendi bölgesindeki sosyal yapıyı kendi retoriğine uygun olarak tarihselci bir gelişme içine oturtma ufku var mıdır? sorusunu sorabilmek ise bir başka bahara kalıyor. Ki kör gözün parmağına, töre cinayetlerinden şiddete kadar bölgede yaşanan her sorunda bu sosyal yapının gölgesi vardır.

Ya geri dönecekler için düşünülenler : Tarihsel gelişimin penceresini bir an ödünç alalım ve hayal edelim, ( eğer tarım, küçük ölçeklli el sanatları, sanayi ile refah getirme/kalkınma çabası için) tarım ya da fabrika işçisi olarak düşünebiliyor muyuz? Ya da kurallara uyan bir müteşebis (Eski alışkanlıkların devamı ile yeni suç örgütlerine dönüşmeyi düşünmek istemiyorum bile) Uyum, çalışma arzusu, niyetine sahipler mi acaba?

Adayı muhatap almak bir şehit ailesinin( ki bir tarafta onlardır, kimse dikkate almasada) penceresinden rencide edicidir. Bizim içinde öyle. Bu kadar insanın tv ve filoloji için mi öldüğü sorusu ortadadır. Komşusunu rencide ederek bir şavaşı aklama ve barış sever gözükme ne kadar tutarlıdır.

Barış için dayatma, bir kişiyi öne çıkarırak onu aklamaya çabalamak ne kadar barışseverliktir , barışa niyetli olmak mıdır?

Filoloji ? Yazılı edebiyata ihtiyaç var sanırız. Belki bir miktar sözlü edebiyat dikate alınırsa da esasen filoloji için, yazılı edebiyat, şiir , yerleşiklik, emek, çaba, uykusuz geceler, insanlık derdi, (her zaman gerekli olmasada çoğu zaman) yıllar boyu eğitim gerekmez mi? Evet bir adı filoloji olacak, bir enstitü için belki yıllar sonra ilk biz kurduk gururu için bir dayanak olabilir.

Barış için emek lazım, barışta yaşayabilmek için ise daha çok emek, niyet

Notlar II

notlara devam :

Olduğun gibi görün/göründüğün gibi ol.

Olduğun gibi görün, kendini başka türlü, olduğundan farklı göstermeye çalışma, riyaya girme. Kendini dönüş, tanıma gayreti , kabullenme. Fakat burada bırakmıyor. İnsan sadece kötü yönleri ile insanlar arasında tanınmaz, insanlar iyi yönleri görür söyler, bunun için :

Göründüğü gibi ol, insanlar seni nasıl tanıyorsa (tabii iyi yönleri ile; kötü tanıyorsa kötülüğe devam et ruhuna aykırı) tanıdıkları şekilde yaşamaya çalış. Bir evelki cümledeki olumsuzluk burda yok. Burda bir iyiye yöneliş var.

İlk cümlenin içine kötülüğünü gizlememe manasıda girer. Melami bir tavırda var

Kendi hakikatine açık oluş.

Gündelik yaşam için bir pratik bir öğüt. Akılda kalır, kısa ve öz. Burda iyiye yöneliş insanla, insan içinde, münvezi bir yaşam neticesi değil. Bütün münveziliği öğütleyen ekollardan ayrılan ve öne çıkan bir yönü. Yalnızlık? evet bazen kendini gözden geçirmek için, nefes almak, hayat için güç toplamak için bir süreliğine köşeye çekiliş belki.

Yorum üzerine : Metafizik (M.Arabi Hz. ve takipçileri bağlamında) üzerine batini dünya için akıl yürütmeler, keşiflerin yeri nereye kadar ? Ya da gerçekten işin içinde olmalı mı?

Evvela şunu söylemek en kolayı gündelik yaşamı donuklaştırmayan, kriterler koymayan bir yapıya ihtiyaç var, şimdiye kadar yazdıklarımız üzerinden gidersek. Bakışı göklerden, insana çeviren bir bakışa ihtiyaç var. Fakat burda yorumun (/tevillerin) tamamen dışlanmasıda pek mümkün değil. Galiba tevillerin nereden durularak değerlendirilmesi önemli. Hayatı içinden bakarak ? ? belki- İslah evet astrologçu, numerologçu , ebcedci ve hatta enerjici tavırların dışında bir metafizik tavır.

şimdilik bu kadar

25 Temmuz 2009 Cumartesi

Notlar

Ritüel pratik, yorum, gündelik yaşam

Aslında birbirlerinden çok da bağımsız alanlar değil. Bir iç içelik var. Ama üzerinde düşenebilmek açısında galiba böylesi daha kolay.

Ritüel pratiğin aktarılmasında bazı problemler olmasına rağmen en korunaklı alan her şeye rağmen. Ritüel pratiğin aktarılması, kitabi ve sözlü oldukça sağlam.

Bu sağlam aktarımın bir neticesi belkide gündelik yaşam sorunsuz. İnsani ilişkiler, sosyallik biraz kitabi , biraz görerek duyarak mümkün olduğu kadar kayıpsız ilerleyebiliyor.

Yorum sorunlu alan. Yorumun sezgisel tavrının katılaşması, donuklaşması, doktirinleşmesi neticesine gündelik yaşama yansıması tehlikesi var.

Sezgisel tavır/(akıl?) ? Hayatın katı çizgilerle çizilip üzerinde katı neticeler varılamayacak olması (? bizce)(Mesnev-i Şerifteki hikayelerden yola çıkarak ) Bir aslan aklı başında cebri savunurken pekala kuyuya yuvarlanırken zalim olabiliyor. Bir fakir bedevi çölde karısıylen konuşurken çeşitli karakterlere bürünebiliyor. Tam bir karakter çizip zihninizde canlandırdığınızda bambaşka bir yönüyle karşınıza çıkıyor; uysal eşini seven bir koca olabiliyor, kanantkar bir insan olabiliyor ya da sert bir koca. Gene padişahın huzuruna bir fakir olarak çıkıyor kah, bir salik olup kurtuluş peşine düşebiliyor kah. İnsanları ve dolayısıyla onlar üzerinden hayatın zaptedilip anlaşılması bitmiyor. Yorumun doktirinleşmesi ise bu bakışın teviller yoluyla bir neticeye bağlanması oluyor. Eğer yorumun açıklığı/kapalılığı üzerinde bir tartışma varsa , bu gerçekten hassas bir başlangıç noktası

Gene arslanla orman hayvanlarının, bedevi ile karısının sohbetleri, oniki krala verilen öğütlerin zıtlığı üzerinden giden tartışmların yapılış şekli, dialektikliği ile meselelere yaklaşımı belki bir ikinci kanıt olabilir konu için. ( Şaşı çırağa verilen öğüt? zıtların birliği)

Sanırım, galiba..

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Eski bir yara



Eski bir dert

Çoook eski bir yara

Kabilin

Sokaklarında Kabil

Habil adına ne varsa, peşinde


Kabilin ufkunda Habil

Ve Habile sırtını dönmüş bir Kabil

18 Temmuz 2009 Cumartesi

İyi yaşamak nedir?

Mümkün olduğunca tüketebilmek, imkanların tükenmeyeceğinden emin olarak tüketebilmek mümkün olsaydı bu iyi yaşam olur muydu?


İyi yaşamak deyiyince tüketebilmek üzerinden iyi yaşayabilme anlayışı ilk akla gelen ama hiç bir zamanda tam olarak içe sinmeyen bir cevap. Cevabın insanın içsel huzurunu sağlamaya yeterli olmadığı düşüncesinin arkasından amaları getitiyor.

Parayla saadet olmaz diyenlere verilen ilk cevap olan parasızda saadet olmaz saadeti paraya bağlamaya yetmiyor. En fazla ihtiyaçların karşılanamaması üzerine duyulan huzursuluğa işaret ediyor. Burada sorular çok - ihtiyaçların seviyesi , tüketekim alışkanlıkları, bağımlılıkları üzerinden açılıp incelemeye müsait. Bu haliyle bile bu noktada insanın insanlığına kattığı bir artıdan bahsetmek zor. İlkel, duygusuz, mekanik insan seviyesindeyiz soruların baktığı noktada.

Dönüyor dolaşıyor bir ikili ayrıma varıyoruz. Hayatın(ın) bir manası gayesi olduğu, hakikat derdi ile imkanlar dahilinde maksimum miktarda tüketebilme seçeneklerinden birine varıyoruz. Tüketim çıkışlı seçim bile kültür, düşünce üzerinden de giderek, koleksiyenerlik mantığı ile daha çok sahip olabilmek , daha çok bilmek üzerinden tüketim seçeneğine varabiliyor.

Tüketimi dışlayan yada yeterli bulmayan cevabın maddi imkansızlıktan dolayı iyi yaşayamayorum diyenlere bir teselliden öte iyi yaşamanın içsel yönünün olduğunu ispatlayabiliyor olabilmesi gerekiyor. Fakir ile zengin arasında iyi yaşa(yabilme) imkanını ortadan kaldıran tüketme anlayışı adil bir bakış vermiyor.


İyi yaşama ve insanlık ?


İhtiyaçlarını giderememek açısından baktığımızda bu insan için bir sıkıntı olabilir ama bunu iyi yaşayamama olarak anlayabilir miyiz?

Tüketmeme ve tüketememe arasındaki bir diğer ayrım insanın tüketme ihtiyacının sınırının olmamaması. Zenginden daha zengini bulunacağı ve her zaman nispi olarak bir başkasına göre daha fakir olmanın her zaman mümkün olacağı.

İlk baştaki soruya geri dönersek , iyi yaşamak bugün çoğunlukla anlaşıldığı gibi tüketmek midir? Yoksa bu hayattan zevk almak mıdır? Ya da ..

Hayattan zevk alma ? Daha incelikli bir kavram kişiye göre değişen bir bireysellik içeriyor. Kültür üzerinden zevk alma, düşünebilme ; adrenalin bağımlılığı yapan sporlara düşkünlük; yeme içme gibi farklı şeyleri sayabiliriz.

İyi yaşamak insanlık , insan gibi yaşayabilmenin huzuru, mağrurluğu ? Meditasyon neticesinde oluşmuş bir farkındalık ve sükun değil. Hayatın içinde adil olmaya çalışan, yanılan , pişman olabilen insanın kendindeliği, bakışı.

İyi yaşamak insanlığımızla yaşyabilmek,İnsanlıkla yaşamanın verdiği huzur ile yaşayabilmek açısından herkes için eşit ve adil bir cevap . Bireyselliklerini yaşarken ortak bir noktadan, kriteden iyi yaşanabileceği

İyi yaşadım demek, diyebilmek geçmişle ilgili bir tespit. İyi yaşama isteği ise içine iyi yaşama ile ilgili iyi kötü kriterleride barındıran bir gelecek beklentisi. İyi yaşama ile, ihtiyaçlarını sıkıntıya düşmeden giderebilme arzusu çoğu yerde birbirine karışıyor bazende iç içe geçiyor (insan daha ne ister gibi).

İyi yaşayabildim sorusu soran için bir hayat muhasebesi, hayatı anlamladırmayada, sorgulamayada dönüşebilir. Neyim, nereye gidiyorum, ne yapmalıyım. Başkalarıyla karşılaştırma.

10 Temmuz 2009 Cuma

Nefes - Tevâfuken

Kapıları örttüm

Perdeleri çektim

Kendimleyim

Kendimdeyim

Bir ferah kokunun

Bir ferahfezanın peşindeyim

( Hal yolundan bizden evvel geçmiş beenmaya nın güzel yazısı ile )

27 Haziran 2009 Cumartesi

Özgürlük / seçim ?

Akan giden zaman içersinde insan bir bütün halinde durur. Geçmişi, bugünü yarına olan ümitleriyle bir yerden bakar zamana. Çözemedikleri ise onun bu bakışıyla hayat arasındaki bakışıdır. Durduğu yeri değiştirdiğinde o yer yer üzerinde yeni bir bakış yada derinlik elde ederek sorunları çözmeye çalışır. Çoğu zaman toptan bakışını değiştirmektense, kendi konumunu derinleştirmeyi yeğler.

Toplumlarında bir tutarlı akışları var mıdır? Bireysellik, özgürlük anlık keyfi kararların neticesi değilde tutarlı bir bütünlüğe uyum çabasının gölgesi altındadır. Özgür karar, kendi kendini idare edebilme ile yönlendir(il)me, imkanlar ( gözetilerek mecburen daha iyi ) dahilinde kendi kararını alabilmekde sınırı nerde başlar? hep kararları bir şekilde etkiler. Buna kendini koruma içgüdüsü ile alınmış kararlarlar ile yapılmış seçimleride ilave etmek lazım. Kimi nükleer bir gelecek ile çatışmayı tehlikli görür, kimi nükleersiz var oluşun daha tehlikeli olduğunu düşünür. Bütün pozisyonlar iki temel savunma içgüdüsüne indiğinde diğer seçimlerinde bir anlamı kalmaz. (Ya da bu temel tercih üzerinden yeniden anlamlandırılır) Gelecek korkusu yada korunma refleksi ile karar alma hepsine baskın çıkar.

Birbirinde farklı akılcı tercihlerin karşılıklı tükendiği (ya da diyoloğun kalmadığı diyelim)yerde ise korkularla, ihanet iddiaları ile akıldışı saflaşmalar başlar. Bu tarz tecihlerin öne çıktığı, gündelik hayatın sıkıntılarının bunların gölgesinde değersizleştiği seçimlerin ise ne kadar özgür ve demokratik olduğunu düşünmek lazım.

20 Haziran 2009 Cumartesi

Vaktin oğlunun gelecek beklentisi ?

Yazıdan anlayabildiğimizi toparlamaya çalışırsak :)

Tutunmak her zaman eğreti, ve tutunduğumuz herşey her daim geçici olduğundan eğreti. Beklemek zamanı bize hissetiren, tutunacağımız şeyi bekleten ve onun eğretiliğini de kederle bize hatırlatan.


Vaktin oğlu üzerine fikir yürütmeye kalkarsak herhalde (mantıkla ve dışarıdan) eğreti olana tutunmayan ve beklemeyen olmalı. Aklı ilerde bir zamanda olan nasıl bu anı yaşarda anın efendisi olur ki.

Ya da biz projemizsek, yarınımızsak bugün neyiz? Bugüne ve yarına yayılmak, zamana yayılmak belki cevab. Geleceğin bugüne vuran gölgesi?

Bu günle yarını bağlayan proje ya da normlar, bir yerden bakabilmek; rüzgarda savrulmak değil. Anın surprizine karşı ise esnek , eşikte, eleştirel olmak

Yarından ümit bir vakit beklentisine, inancına bağlı. Vakti olduğuna imana. Tembellik ve erteleme değil de bir akış içinde olmanın verdiği alışkanlık diyelim. İyi şansa, çalışmaya, iyi niyete de inanç aynı zamanda. Beklentileri çekip aldığımızda iyi niyeti ayakta tutan şeyin kendi özümüzün ,ne olursa olsun, zarar görmüyecek bir şey olması olabilir ni acaba ?

Bilemiyorum...

16 Haziran 2009 Salı

Her şey güzel olacak +40

Her şey güzel olacak diyelim ki bir temenniden öte değil ve her şey büyük bir ihtimalle üç aşağı beş yukarı bu şekilde devam edecek.

Ve bu çok da bedbaht bir durum değil muhtemelen, yaşanan bu anda çok fazla kötü değil; çekilen bir kaç sıkıntı sayılmazsa :)

Her şey güzel olacakdan vaz geçmek bir yandan rahatlatıcı. Bu anı, şimdiyi değerlendirmeyi sağlıyor ; problemleri gözrmezden gelmeyide engelliyor. Anı heba etmekten kurtarıyor bir yerde.

Diyelim ki her şey güzel olacaktan vaz geçtik - yerine ne koyacağız?

Balkon sefası

İliştim sandalyenin ucuna
Güneşten kamaştı gözlerim
Yeni yıkanmış balkonun
Bir köşesine bıraktım değneği

Üst kattaki komşunun torunu olmuş
Karşımızdaki dükkan bakkal olacakmış
Annem bir çırpıda anlatı, balkona girerken
Bir elinde çaydanlık, bir elinde nihale

Mahmurluğumuz, yorgunluğumuzla
Balkonun bir köşesinde dinlenirken
Çay kaşıklarının seslerini dinledik
Bardaklar neşeyle dolarken

9 Haziran 2009 Salı

Öğrenme / Herkesi Hızır bilmek üzerine

Faik Beye

Yazınız çok güzel, konuda güzel bu konuda bir katkıda biz yapmaya çalışalım, aklımız yettiğince .

Hızır bilmek zannediyoruz halk arasında zor durumda kalan birisinin bu probleminin çözümü için , genellikle maddi yardım, beklemesidir. Hızır Aleyhisselamın değişik kılıklarda görünebilir olması herkesi Hızır kabul etmeyi gerektirir düşüncesini doğurmuştur.

Tasavvufi olarak düşünürsek , ki bizi ilgilendiren kısımda bu sanırız , işin rengi biraz değişiyor. Müşkül burda maddi değil; elde edilmesi gereken ise hikmet, öğrenilecek şey , alınacak öğüt oluyor. Eğer yanlış hatırlamıyorsak Cüneyd Bağdadi'den nakledilen bir menkıbede bir çocuktan, saçları dağınık bir kadından bir şeyler öğrenilebileceğini anlatan hikaye bize bir şeyler söyleyebilir.

Öğrenme sonlu bir şey değil. Her şeyi bilmek, her hikmete sahip olmak da iddia edilebilecek bir şey değil. Bu öğretmeninde ,bilmeninde sonlu olmadığını gösteriyor. Öğretende , karşındakini değerlendirende bir yerde kendi bilgisinin ufku ile bu değerlendiremeyi yapıyor yada öğretiyor. Sanırız bu bizi öğrenmede, öğretmede, ötekini değerlendirmede temkin ve tavazu kapısının önüne bırakıyor. (incitmemek ? (bu konu için ) ise tevazu/temkinin uyanık tututuğu insanlığımızın neticesi , yoksa insanlık tümüyle bir sakınma değil )

Bu noktada iletişime açık olmayan kişiden de bir şeyler öğenilebilir. (Hızırlık bizim müşkülümüzle bağlantılı; karşımızdaki haliyle, yaptıklarıyla - pek ala farkında olmadan, başka bir amaca yönelik bir gaye ile hareket ederkende yaptıklarıyla gören göz, arayan akıl için bir kapı açabilir.) Bu onların saldırısına açık olma mecburiyeti anlamında değil. Onların tavırlarından bir hikmet yakalamak anlamında. Yoksa kendimizi korumak, zulme karşı olmak gerektiğinde ve doğruyu söylemek , tabii mümkün olduğu kadar nezaketle, bir zorunluluk olarak ortaya çıkabilir. ( verdiğimiz tepkininde bildiklerimiz hududunca olduğınu unutmadan, kendimiz adına yanılabilir olduğumuzu bilerek ) .



Selam ile

31 Mayıs 2009 Pazar

Kendi kendini onay

Kendi kendini onaylamak zorunda kalmış insan (eşitliğe, hakanıyete dayalı karşılıklı iletişim ile savaş dışında bir üçüncü yol olarak ) ne kadar başarılı olabilir? Ağır hastalıkların, mecburi yalıtılmışlıkların yalnızlışlaştırdığı insan kendine dönmek, kendinini tamamalamak, tanımak konusunda (yada ayna) mecburen bir yol, iz aramak zorunda kalacaktır. Kendini onaylaycak bir kişinin varlığı yoksa muhtemelen kendini tanımada kendine varmadaki ihtiyaç duyacağı insanı (ne kadar mümkün bilemiyorum) atlamak zorundadır.

Bu atlamanın, diğerininden vazgeçerek kendine dönme çabasının önünde birde çoğu zaman diğeriyle beraber, onun yarattığı değersizlik kalesinide geçmek zorunluluğu vardır ki karşındakini bakışındaki çarpıklığı teslim edip onu hoşgörüyle geride bırakabilmekte bir ateşten gömlektir.

Bu yüzden sanırım bir cüzamlıya uzanan elin değeri büyüktür.

29 Mayıs 2009 Cuma

Aşk ile

Güneşin altında

Akşamın ve sabahın serinliğinde

Mermercilerin çekiçleri vurur

Aşk ile peşisıra, durmadan


Ve üzerlerinde serçeler döner

Birbirine kanatları değerek


Rüzgarla eğilen selvilerinse

Düşer gölgeleri,

Bir köşede

Neşeyle, aşk ile

Misket oynayan çocukların üstüne

18 Mayıs 2009 Pazartesi

Elif Şafak – Aşk hakkında

Elif hanım tasavvuf konusunda bir kitap yazmak için çalışmış, bu belli. Buna vakit ayırmışlar.

İç içe geçmiş birbirine paralel iki kavuşma , iki aşk hikayesi Mevlana ile Şems; Ella ile Aziz in hikayesi .

Roman ilk satırdan itibaren Şems-i Tebrizi Hz. ile Hz. Mevlana'nın kavuşmalarını vadediyor. Fakat bu buluşma için 200 sayfa beklememiz gerekiyor :)

Bu buluşmadan sonra ise roman ikisine odaklanamıyor. Yardımcı karakterlerin gölgesinde, onlardan kalan bölümlerde ikisinin hikayesini uzaktan seyrediyoruz. Halbuki beklenti daha çoşkun, daha şiirsel, daha yoğun bir anlatımken sadece yan karakterleri görüyoruz. Mevlana Hz. dalgın , kederli, gözüküyor - aşkın çoşkusundan hiç eser yok.

Kanaatimizce yan karakterler ve yan hikayeler romanın gidişatını yavaşlatıyor, ilgiyi dağıtıyor.

Eserin kurgusu , dili, çevirinin başarısı(/zlığı) bir yana; genelde tasavvuf, özelde Mevlevîlik üzerine yazıyor oluşu (iddiası bu) ya da bu motifler üzerinden gittiğini varsaymamız bu konuda nasıl bir bakışı olduğunu sorgulamamıza yol açıyor.

Tasavvuf tek , monoblok bir yapı değil. Birbirinden farklı görüşler var. Yollar, meşrepler var, kendi içinde ve dışında bir takım eleştiriler var. Gün gelmiş topluma yön vermiş, gün gelmiş yönlendirilmiş. Bu yüzden Elif Şafağın tasavvufu, ne kadar tasavvufa yakın ya da tasavvufun neresinde duruyor bakışıyla okuduk. Sadece şunu söylemekle yetinelim : Romanda anlatılan teorik tasavvuftan ve farklı bir okuldan. Meraklısına Gölpınarlı Dede' yi tavsiye ederiz.

İlk otuz sayfayı okuduktan sonra aklımıza İhsan Oktay Anar geldi. O yazsaydı Ella ve Azize gerek duymazdı. İkisi arasındaki aşk, Hz. Mevlana ve Şems için yazılacak bir romanda verilecek mesajında dengesini bozmuş kanatimizce. İki farklı dönemde, iki farklı anlayış çıkmış. Yirminci yüzyılın aşıkları daha bireyci. Bu iki karakter herhalde Amerikan okuyucusu için düşünülmüş.


Notlar : (sh.38 Zahir batın ayrımında denge görmezden gelimiş - Tek kanatlı kuş uçamaz da zahir batın dengesine işaret vardır. Zalime ses çıkaramama, light İslam projeleri ?

sh.72 boyun kırmak değil baş kesmek

sh.123 meditasyon, tefekkür, renkler gene (new age motifler) )


ŞEMS-İ TEBRİZİ

Şems-i Tebrizi kerametlerle sahneye giriyor. sh.47 :)
Hanın parasını ödemek için el falı bakması, aura okuması şok edici.

Şemsin Kırk kuralı ??? nerden icad olmuş? Yazarın bir derlemesi mi? Bir yerden mi alınmış? Açıklanması gerekirdi. Bu tarz eklemeler ne kadar iyiniyetli olusa olsun içinde muhendislik tavırlar içerebilir. Kırk kural diye bir şey yoktur , tek kural hakikilik/ hakikatlilik -

Şems-i Tebrizi' nin çöl faresini caminin önünde kurtarması, himaye etmesi ; cüzamlı dilenciye şefkat göstermesi , sahoşun yaralarını sarması Gölpınarlı' nın yorumladığı eleştirel tasavvufa uyan romanın olumlu yönleri. Bunların tasavufi bakışla temellendirilmesi çok güzel olurdu.

Gene Şemsi Tebrizi' nin celladının Hasan Sabahın (batıni) kalesinden kaçmış olması üzerinde çalışılsaydı ve roman burdan oluşacak bir gerilim üzerine oturtulsaydı ortaya çok tartışılacak sağlam bir klasik çıkabilirdi belki.

(sh.50 Rüya tabiri (Mevlevilerde rüya tabiri yok) Eğer bu bölümde anlatılan Şems ise ...

sh.53 El falı / aura okuma new age tavırlar

Kerametler, menkıbler çoğunlukla bir hikmetle beraber sunulur. El falı kerametiyle, aura okumalarıyla han ve yemek parasını ödemek için kerametten istifade edinilmesi düşünüdürücü.

sh. 30- Şems-i Tebrizinin kalenderi olduğu tartışmalıdır. )

AZİZ

Aziz garip bir sufi, sufi bir kimlik olarak romanın en problemli kişisi.

Mektupla enerji yolluyor (sh.82) dilek ağacına çaput bağlıyor. Enerji aktarma seansı yapıyor, zihin okuyor (sh369) Bir sufiden ziyade new age guruyu andırıyor.

Aziz kendini sufi olarak adlandırıyor ama altını doldurmuyor - Muhib mi? Derviş mi ya da Dede mi? Tasavvuf bir bütün olarak seven biri mi yoksa? Ya da bir felsefe olarak mı ondan hoşlanıyor ? Aşk şeriatını yazdığına göre Şemse ve Mevlana' ya bağlı olmalı, Mevlevî meşrepli olmalı. Sofu bir mevlevi değil anlaşıldığı kadarıyla. Dünyada yaşanan kötülüklere karşı ise duyarsız . Kendi köşesinde, kabuğunda yaşayan biri.

Ella ile olan arkadaşlığı da problemli. Bir sufi olarak yardıma ihitiyacı olan herkese yardımla mükellef. Bu yardımda mesafe koyamamış olması, flörte açık durması Azizin sufi kimliği ile tutarlı değil. İnsan olarak hata yapabilir, ama sorgulama kendini gözden geçiriş yok. Karşılaştırma için çöl faresine Şemsin yardımı ile kıyaslanabilir sanıyorum. Gene bu konuda Takva filmi hatırlanabilir.

Azizin kerametleri !! dışında hayatın içinde sufi bir tavrını sergilediğini görmüyoruz. Tasavvuf eşit ezoteri, keramet değil. Keramet üzerinden sufi karakteri çizmek insanüstü, yarı tanrı, yanılmaz bir karaktere gider ki bu da bizi oldukça sıkıntılı bir noktaya götürür. Olgun sufiler kerametleri (inkardan bahsetmiyoruz) sevmezler.

Notlar : (Aziz için yazılanlar :

sh.204 Güncelden alabildiğine uzak
Sh.204 Kendini bildi bileli pasifist.........
sh.205 Şimdinin çocuğu olarak kendini tanımlıyor. --Konformist bir çizgisi var.
Şu anın hakikatını yaşamak sh.177 gerekir diyen Şemsin zulme karşı duruşu ise Aziz' de yok.

Gölpınarlı Dede nin bu tarz pasif tasavvuf anlayışını sümüklü tasavvuf olarak adlandırır. Gölpınarlı linkinden bu konu okunabilir. 83. soru


ELLA

Uzun süren evliliklerin köhneyeceği, albenisini kaybedeceği üzerine bunaltacak kadar tekrar var.

Ella kadınlık ve annelik arasında seçim yapar. Kadınlığı seçer. Küçük çocukları için annedir hala ama Ella evlliğini kurtarmak / boşanıp küçük çocuklarını yanına almak gibi çileli bir seçimi değil, terki seçer.

Sanırım aşka bakışı statik. Geliştirici, adam edici, terbiye edici halinden (ya da insanlıktan çıkarışı her bünyede aynı tesiri bırakmıyor :) ) bakmıyorlar. Mutluluk, iç kıpırtısı, ilgilenilme gibi görüyorlar. Aşk, Elanın hayatına ne katıyor, onun insanlığını nerden alıp, nereye getiriyor ? Durduğu yerde mi sayıyordan ziyade ne kadar mutlu olduğunu okuyoruz.



MEVLANA

200. sayfaya kadar ortalarda yok. Bir rüya bölümünün dışında .

sh.210 Mevlan hz. Şemsle karşılaşmasını anlatırken birden nefsin mertebelerini anlatmaya, tasavvuf konusunda bilgi vermeye başlıyor (Benzer olay Şemsin bir kaç bölümünde de var)

Sanırım bu (konuya yabancı) okuyucunun olayı takip ederken bilgi sahibi olması gerektiği ile böyle çoşku dolu insanların, Şemsi Tebrizi nin, Hz. Mevlana nın, iç dünyalarını hayal edip yazmanın güçlüğünden kaynaklanıyor. Bu şekilde uzun uzadıya bilgilendirme bir yerde hem bir kolaylık ve hem de bir zorunluluk. Bu da romanın performansını düşürüyor. Bazı bölümleri bir romanı değilde 100 soruda tasavvufu okur gibi hissediyorsunuz. Bilmeyenler için aydınlatıcı, bilenler için sıkıcı bölümler.

Hz. Mevlana için ayrılmış bölümler çok az. Ayrılan bölümlerde ise Hz. Mevlana altın kaşıkla doğmuş, halkın yaşayışından uzak, pasif bir karakter olarak çizilmiş. Şemsin mürşitliğine vurgu yapmak için bu konu abartılmış. Aslında kim kimin mürşididir tartışılır.



sh.38 Semanın yaratıcısı Mevlana değil – Sema geleneği çok eski zamanlara götürülebilir.

--
Tasavvufi bir bakışa bir çok yerde rastlıyoruz ama kanatimizce romanın tasavvufi bir duruşu yok. Birbirinden ayrı yollara ait tasavufi görüşler ile uzak doğu enerji inançlarını ve hatta şamanizmi (ağaca çaput bağlamak) harmanlamış kitap. Bu haliyle tasavvufi bilgi alınmak için okunacak bir kitap değil. Biyografi değil - bir çok yerde kurgular var, aslına sadık olma derdi yok. Belki geniş anlamda mistik – ezoterik düşünceleri biraz özensizce harmanlamış, bunların üzerinden yazılmış bir roman olarak kabul etmek mümkün olabilir

15 Mayıs 2009 Cuma

Müslümanın kapitalizm ile imtihanı

Müslümanın kapitalizm yada başka bir ekonomik sistemin içinde davranış biçimlerini ölçebilecek, onlara çıkış noktası olabilecek kavramlar, ilkeler neler olmalıdır ? ( Yada işin kendine has kuralları mı vardır? İş başka, din başka mıdır - webercilerin dediği gibi )


İlk akla gelenler kanaat, makul kar talebi , çalışma barışını sağlama, çalışmayla alakalı olanlar; birde harcama yönü var, lüks tüketmemek, israf etmemek her halükarda yaptığında aşırıya kaçmamak orta yolu bulmak.

Kanaat sahibi olmak bir görgü işi, bir yaşanmışlık , konfor talebini asgaride tutabilmek (se de tek başına bir şey ifade etmiyebilir ) ; ve sade yaşam bir alışkanlık işide olabilir. Din ise sade yaşamın yanında tevazuyu da istiyor , paylaşmayıda, komşusu açken yatanı kabul etmiyor. Ben sade yaşarımla kurtulamıyorsunuz. Etrafına bak ihtiyacı olan var mı diyor.

Herkesin ihtiyacı olan bir şeye sahip olabilirsiniz. Çarşıda pazarda onu fahiş fiyatla satamıyorsunuz. Sahip olduğunuzu, kazandığınız ise geliş güzel harcayamıyorsunuz, kazanmış olmanız yetmiyor.

Zengine bir şey demiyor , ipin ucunu kaçırmaması şartıyla. Tüketimde lüksü, gereksiz israfı kabul etmiyor. Elinin altındakilere zulmü yasaklıyor yediklerinden yedir , giydiklerinden giydir diyor, barışı tesis işini ona devrediyor.

Kapitalist sistemde kazançlar ve ticaret yüz yüze ilişkilerden ekranlara, telefonlar geçti. Sıkışan hayat , artan talepler herkesin bildiği temel ilkelerden sapmaya zorladı insanları. Maille siparişler geçilir, telefonla teyit edilir, siparişler kargoyla, kargo şirketleri ile yollanır, paralar banka havalesi ile hesaplara yatırılır oldu - insanlar artık sanal ticarete alıştılar . Teknolojik kapitalizm ticaretten yüzyüze ilişkileri kaldırdı. İlkeler daha rahat esnetilir oldu bu sayede. Dayatılan tek tip ticaret ahlakı, ticaretten dayanışmayı, karşılıklı kazanmayı, başkalarını düşünmeyi ortadan kaldırdı. Müslümanda neticede bunun dışında kalmıyor. Onun için sınav burda başlıyor.

İlkeler ne için esnetiliyor ? Mal yığmak, para biriktirmek için olabilir mi?

7 Mayıs 2009 Perşembe

Beslenme/diyet/kanaat

Bir yanda devasa bir diyet endüstrisi, açlığı tavsiye eden mistikler, bir yanda obez bir dünya, bir diğer yanda beslenemekten ölen çoçukarın,insanların ; afrikası, uzakdoğusu. Belki komşusu değil aç yatan - ama aç kalmak bir yana ölen


İhtiyacımız olan nedir? Herkese göre değişir olması lazım. Yapılan işe, harcanan kaloriye, bünyeye göre. Her kese bir kibrit kutusu peynir, üç öğün simit diyeti verilmesi ne kadar sağlıklı. Ciddi bir şekilde diyete ihtiyacı olan var, sağlık sorunları sebebiyle, ciddi şekilde yemeye ihtiyacı olan var sğlık sebebleri yüzünden ; bir uzmandan, rastgele birinden, rastgele bir diyetten değil.

Ya israftan , görgüsüzlükten kaynaklanan, hayatı yemeğe yada yemek için yaşamaya çevirenler (alkolikliğin tanımı gibi oldu :) ) bir çeşit bozukluk - ruhsal mı , metbolik mi bilemiyorum.- belki her ikisi.

Obeziten de, anoreksiden de, açlıktan da ölenler var, sağlıklarını kaybeden organları iflas eden.

Denizi bir testiye doldursan ne kadarını alır?
Bir günün kısmetini

Yiyip içmek alışkanlıkları zamanla oluşuyor. Bazen imkanlar bunun gelişmesini sağlıyor. İçinde yaşadığmız çevrenin, iş aralarında yemeye ayrılan vaktin; hazır yemek, yemek zorunda kalışın alışkanlıkları oluşturmada etkisi var .

devam edecek

6 Mayıs 2009 Çarşamba

Enerjiler üzerine

Enerji nedir? Pozitif enerji , negatif enerji dediğimizde ne anlarız?

Ortalıkta serbest halde dolaşan ve maddeye hükmü olan enerjilerden bahsetmek onlara bir varlık vermek hükmünde midir?

Kritik soru şu : Kendiliğinden bir iş yapabilen bir enerji eğer bir şey yapabilme ayırdında ise bir varlıktır. Eğer yaptığı işi bir başka şeyin emri ile yapıyorsa ona niye negatif/pozitif enerji deriz ki. O bir başkasının sahip olduğu bir uvuz gibidir. Burdan baktığınızda ise bunu açıklamak zordur.

New age akımların literatüründeki enerji kelimesi bir geleneğin dünya algısını ifade ettiği için bize sorunlu gözükmektedir, o geleneğin içinden dünyaya baktığınızda bu sorun ortadan kalkar.

Daha açık konuşmak gerekirse enerjiyi dünya görüşünün içinde bir yere oturtan görüşlerin hemen hepsi panteisttir. Varlığın tamamını ve Tanrıyı bir bütün halinde gölür. Maddenin toplamı Tanrının kendisidir.

Burada bir adım ileri gittiğimizde , new agelerde olduğu gibi, enerji ortaya koyma gücü insanda ise yada insan bir noktada bunun ortaya çıkmasında bağımsız bir güce sahipse evrenin gidişatına keyfi müdahale edebilir pozisyona gelir. Bu noktada sorulması gereken soru şudur, her an her yerde olan, izni olmadan yaprak kımldamayan bu bağımsız enerjilerin yada onlara hayat vererek eylemleri canlandıranların dünyasının neresindedir?