28 Haziran 2016 Salı

4





                            * Resim Semazen.net'ten

KIYAS

Mesnevî'nin ikinci hikayesinde Mevlâna kıyas bahsine devam eder. Bu kısa hikayenin tamamının kıyasa ayrılmış olması, onun bu konuya ne kadar önem verdiğinin bir göstergesi sanırım. Bu bölümde mevzu, Mevlâna'nın adeti olduğu üzere, laf lafı açıp başka hikayelere doğru ilerleyip dağılmıyor; bunun yerine konuya alabildiğince odaklanıyor. 


Daha evvelki okumalarımda kıyası mantığın bir elemanı olarak düşünmüştüm. Bu okumadaysa bunun daha farklı ve derin bir anlama işaret edebileceğini düşünüyorum.

Kıyas kısaca bir konuyu başka bir konuya benzetip anlama gayreti, analoji. Literatürde kullanıldığı haliyle bir konuyu Kuran ve Hadislerden benzerlikler kurarak anlama, sorunu benzerlikler üzerinden çözme. Fakat kitabın sıradan dervişlere ve sıradan okura yönelik olması, çoğunlukla gündelik hayat üzerine eğilmesi bize burada bu kıyasdan bahsedilmediğini düşündürüyor. Nitekim, ilk hikayedeki kıyas uyarısı hikmeti anlama konusunda acele hüküm vermekle ilgiliydi.


Mevlâna kıyas yöntemini niçin eleştirme ihtiyacı hisseder? 


Mevlâna, hikayeden anlaşıldığı kadarıyla, insanın anlama ve yorumlama yetisinin sınırlı; tabiatının ise aceleci ve inatçı olduğunu düşünmekte. Ona göre, insan bu şartlar altında çoğu zaman kıyas yoluyla doğru karar veremez. Kıyas eleştirisi bu noktada bir yanıyla insanın bilişsel yetilerinin sorgulandığı bir eleştiriye dönüşür. 


       
 İki çeşit arı da bir çiçeği emdi, fakat bundan zehir peydahlandı, öbüründen bal.

270  İki çeşit ceylân da ot otladı, su içti; birinden fışkı meydana geldi, öbüründen halis misk.


        İki çeşit kamış da bir sudan kandı, fakat biri bomboş, öbürüyse şekerle dolu. (AG  Cilt 1)


Beyitlerden anlaşıldığı üzere, algılarımızla edindiğimiz bilgiyle hakikat karşısında aciziz.  Bu konuda bilişsel yeteneklerimiz yetersiz. Tüm canlılar için böyle mi? Hayır. Güncel bir örnek, Karatay hocanın pek sevdiği bir örnek-  elmadaki kurt hangi elmanın zehirsiz olduğunu biliyor. Ya da hepimiz belgesellerde izlemişizdir bazı hayvanlar suyun zehirli olduğunu anlayıp, çok susamış olsa da içmiyor.

Mevlâna'nın insanın bilişsel yetilerine yönelttiği bu eleştiri Kant'ın insanı merkeze alan ve onun algısının, bilişsel yetenekleriyle sınırlı olduğunu belirttiği bilgi anlayışına çok benzer.

Kant'ın bahsettiği sınırlar insan olmayla, insan türüyle ilgili. Mevlâna'da ise hakikati kavrama açısından sınır, insan (tür olarak/fani) olmanın yanında kendini geliştirmişliğin, kişisel yeteneklerin, tarih/kültür içinde oluşun ve tabi ilahi tevecühün de etkisinde.  Yani salt insan türü olarak yetersizlikleri değil kişisel yetersizlikleri veya yeterlilikleri de dikkate alıyor. Yoksunlukların yanında yeterlilikleri de hesaba katıyor. Bu da, hakikati anlamada insani ve bireysel gelişime açık bir kapı bırakıyor, imkan tanıyor. 


Kant'ta da Mevlana'da da insan dünyada bilgiyi kendi sınırlı yetenekleri ile kendi ufkundan elde eder. Bu bilgi anlayışının farklı bir ontolojiye* denk düştüğünü de not edip geçelim.



Bu noktada Mevlâna Kant'ta bulunmayan bir şeyi gündeme getirir: İnsan tabiatı


282 İnanmayanlar, inatta maymun huyludurlar; huy, adamın içinde bir âfetdir.


       İnsan ne yaparsa maymun da insandan görür, onu yapar. (AG)


Bu iki beyitten anlama ve yorum için iki kötü huyu çıkarabiliriz: inatçılık ve taklit. Her ikisi de düşünmeyen, acele karar veren, ezberinden vaz geçemeyen insan tipine işaret etmekte. Geleneğin izini sürmek için, burada Şems'in şeyhleri nakil yüzünden azarladığı o meşhur menkıbeyi hatırlayalım. 

Kant ve Mevlâna aynı soruyu soruyor: neyi, nasıl bilebiliriz? Kant bunu aklın sınırlarına, dolayısıyla bilime dayanak ararken; Mevlâna ise doğru, hayırlı eylemin bilinebilmesi açısından soruyor. Her biri kendi ilgi alanları üzerinden insan aklını ve bilgiyi sorunsallaştırıyor, bilginin imkanı üzerine düşünüyor. Her ikisi de eşyayı algılama kudretimizin sınırlı oluşu üzerinden işe başlayıp, örneklerini oradan veriyor.


Kısa bir hikaye olan Bakkal ve Papağan hikayesinde bir yöntem öneriyor. Bir sonraki hikayede temel karşıtlıklar göz önüne serilecek. Bu karşıtlıkları değerlendirirken meseleyi nasıl değerlendirmemiz gerektiğini bu kısa hikayeden öğreniyoruz. 


 Mevlana kıyası bu dünyaya bakışla, kendi kavrayış ya da anlayışımızla metafizik dünyayı anlama çabasına gönderme yapmakta. Yani burada kastettiği dünyada işler işlerle olur beytindeki değil. 


Mevlâna buradan bir temkin ilkesi** çıkarıyor. Evet ama.. evet böyle görünüyor ama hakikat bu mu? evet bu doğru ama bunun bir istisnası var m? evet bu doğru ama tüm zamanlar için geçerli mi? evet bu teoride doğru gözüküyor ama uygulamada  sorun çıkar mı? ya da hayatın buna cevabı ne olur? vs. sorularını en başından talibin cebine bırakır.


Bu haliyle kıyasa bir agümantasyon aracı olarak karşı çıkılmıyor, bilgiyi kullanmada eleştirel bir tavır önermek, yeni anlamalara açık bir kapı bırakmak için karşı çıkılıyor. 


*


Akıl ne kadar gelişirse gelişin nüfuz edemediği bir alan kalıyor. Bu gelişmenin sonsuzluğu ve devamlılığı için hem de metafizik için dar kapı.Bu bize olayları hiyerarşik, donmuş değerler sisteminden değil; kendi ufkundan, olumsal olarak değerlendirmeyi sağlar


Gölpınarlı kıyasa benzer bir başka kavram daha kullanmakta; gevşek tevil, Kuranda yorum çıkarmayı tevil olarak alıyor, kıyas değil. Bu yukardaki beyitlere oldukça yakın bir kavram.



1082 O sinek eşek sidiği birikintisindeki saman çöpünün üstünde gemi kaptanı gibi baş kaldırıp,


“Ben, deniz ve gemi hikâyesini okumuş, bir zaman bunu düşünmüştüm.


İşte su deniz, su gemi, ben de ehliyetli, rey ve tedbir sahibi bir kaptanın” dedi.

Kıyas öyle sanıyoruz ki bu ciltte anlatılacak hikayeler açısından hayati öneme sahip bir kavram. Konu ilerlerse, biz yazabilirsek bunu göstermeye çalışacağız.


--


*  "
Kant’ın görüşüne göre, bizim sınırlanmış varlıklar olmamız yalnızca bilgi konusunda değil varlık konusunda da önemli sonuçları olan bir olgudur. Kant’a göre, bize görünen dünya ve onun nesneleri bizim bilişsel sınırlarımız tarafından şekillenmiş ve sınırlanmış olarak karşımıza çıkmak durumundadır. Ancak Kant açısından bunun öznel veya kişinin şartlarına bağlı bir durum olmadığını belirtmemiz gerekiyor. Kant’ın kastettiği, sonlu ve sınırlı her varlık türünün “nesne” olarak aldığı şeylerin o türün zihinsel özellikleri tarafından belirlenmek durumunda olduğudur. Elbette bizim bir tür olarak nesneyi bilişsel yollardan sınırlandırıyor ve belirliyor olmamız, o nesneyi yaratıyor olduğumuz anlamına gelmez." sy.116 Anadolu Üniversitesi - Modern Felsefe 

**Temkin ilkesini tasavvufa hediye eden Hüseyin Salim Saraçer'den ödünç alıyoruz.

 (düzeltilecek, gözden geçirilecek)

9 Haziran 2016 Perşembe

3

PADİŞAH VE HALAYIĞIN HİKAYESİ

Padişah  ve Halayığın hikayesi Mesnevi'nin ilk hikayesi. Bu hikaye,   gerek ele aldığı kavramların çeşitliliği (gönül açıklığı, (/uyanık olma), edeb, aşk, kıyas) açısından gerekse karakterlerin zenginliği ile oldukça renkli bir hikaye. Birbiriyle ilintisi olmayan ya da yan yana geldiğinde tezat oluşturabilecek kavramlar bir arada anılıyor. Bu hikaye Mesnevî'nin ilerleyen sayfalarda hangi konuları ele alacağını göstermekte, genel bir resim çizmekte.  

Karşımıza çıkan ilk kavram bir hâli tanımlayan kavram : gönül açıklığı. Bu hal inşallah ile kendini gösteriyor. Dille de telafuz edilse de bu telaffuzun eğreti olabileceği, esasen her oluşu Tanrıdan biliş inancının canlı tutulmasının gerektiğini  hatırlatılır. Dile getiriş tekrar hatırlama, canlandırma pratiği açısından. Hekimler bu konuda boş bulundukları için başarısız olurlar.

Bu hikayede bilginin elde edilişi ve kullanılışı oldukça dikkat çekici. Mevlâna'nın bilgiye bakışını kafamızda netleştirmek için işe buradan başlıyoruz. Tek tek hatırlayalım ve karşılaştıralım. Önce hekimlere bakalım.

Hekimler hastalığı tedavi etmek için şunları yapar:


*Kader bu ya; sirkencûbun safrayı artırdı; bademyağı peklik meydana getirdi.

*Hâlileden peklik peydahlandı, ferahlık gitti; su neft gibi ateşe yardığcı oldu. (AG - Abdülbaki Gölpınarlı)

Hekimlerin tedavi sırasında ve sonrasında çaresiz kalışlarından anlıyoruz ki hekimler hastayı bir makina olarak görmekteler.

Cariyenin vücudunun işleyişinde bir bozukluk olduğunu düşünüp makinayı tamir etmeye çalışan birer usta gibiler, onun aksayan yanını tamire çalışıyorlar.  Hastalık olarak buldukları belirtiler - gözlem ve deney yoluyla - ilaçlarla düzelmiyor artıyor. 

Şimdi ilahi bir işaretle gelen hekimin(/mürşitin) tedavi için neler yaptığına bakalım : 

* Eren, hastanın yüzünü gördü, nabzını yokladı, idrarını muayene etti; hastalığının belirtilerini, sebeplerini dinledi.

* Dedi ki: Öbür hekimlerin verdikleri ilâçlar, hastalığı geçirmemiş, hastayı büsbütün yıkmış. AG

Hekim (/Mürşit) hemen hemen kendinden önce gelen hekimlerin yoluyla işe başlıyor. Hastayı bir doktorun muayene etmesi gibi muayene ediyor.

Gölpınarlı çevirisinden bir sonraki beyite bakalım : 

* Hastalığı gördü, gizli şey açıklandı ona; fakat gizledi, padişaha söylemedi.

Bu beyitin içinde kritik cümle "gizli şey açıklandı" kısmı. Bu açıklanışın mahiyeti hakkında bir bilgi yok. Tamamen dünyevi bir çabanın içinde, - deney/gözlem/muayene/tahlil - metafiziğe açık bırakılan "dar bir kapı" mı? Şimdilik bu nüansı not edelim.


107- Tabib-i ilahî hastalığı gördü. Gizli hastalık ona belli oldu. Lakin bildiğini gizledi, padişaha söylemedi. (TM - Tahir ül Mevlevi)

Bu çeviride de bu bölüm "Gizli hastalık ona belli oldu" olarak geçiyor. Şerhinde hem ferasete hem de keşfe işaret ederek, ağırlıkla ferasetten bahsederek net bir tavır konmuyor.

Feraset ve keşif ikileminde önceki beyitde muayene ve tahlilin yer alması feraset ihtimalini kuvvetli kılarken, keşf/ilahi yardım seçeneğini de tamamen ortadan kaldırmıyor.Belki de hekim ferasetiyle olayları yorumlamış ilahi yardım da ona karşı kayıtsız kalmamıştır. Bir diğer seçenek olarak bunu söyleyebiliriz.  Mesnevinin bütünü içinde, bilgi sorunu açısında takip edeceğimiz sorulardan biri de bu olacak.

Hikayenin bütünlüğü dikkate alındığında bu küçük nüansın, daha evvel bahsi geçen gönül açıklığı ile bağlantılı olduğunu düşünmek makul gözüküyor. Zaten bu hikayedeki her cümle bütünü etkileyen, iç içe geçmiş kavramlardan, olaylardan oluşuyor.

Nefsi temsil eden kuyumcunun öldürülmesine kadar hekimlerle mürşit arasında çok fazla fark yok. İlahi bir işaretle gelen hekim kendinden öncekilerden farklı olarak hastanın bir makina olmadığının bir tarihselliğinin olduğunun farkında. Hastasını - daha geniş anlamda düşünürsek insanı - kabulü bu noktada ayrışıyor. Daha derin ama gene de dünyevi bir bakışa sahip.

Düz okumada, sembolleri görmezden gelerek olduğu gibi okumada hekim metafizik bir sıçrama yapar. Dünyevi olmayan, sebep sonuç ilişkisine bağlanamayacak bir bilgi üzerinden hareket eder.

Mevlana daha evvel, hekimi padişaha karşılatırken bir ayrımda bulunur:  "fakat dünyada iş işten meydana gelir" 76 AG . Semboller açısından okunduğunda çok fazla sorun olmayan ama düz okumada kafaları karıştıran kuyumcunun ölümü ise böyle değildir. Bu yüzden hikayenin sonunda kıyas üzerinde duracak, okuyucuyu uyaracaktır. Takip edecek hikaye, Bakkal ve Dudu Kuşu hikayesinde ise kıyas konusunu bıraktığı yerden ve daha etraflıca anlatacaktır.

Mürşit nefsi öldürmede bir doğa üstü sıçrama yaparken bize eşyanın, olayların anlayamayacağımız yönlerinin de olabileceğini gösterir. İyi gördüğümüz bir olay kötü, kötü dediğimiz olay iyi bir netice verebilir. Bu durumda insan iyi ve kötü konusunda vereceği hükümde kesin bilgiye sahip olması zordur.

İlk iki hikayede bilgi ve sorunları üzerine etraflıca malumat verilir. Burada muhtemelen eserin nasıl okunması, anlaşılması üzerine bir uyarı yapılmakta, yöntem önerilmektedir. Kıyas mevzuu ile birlikte düşünüldüğünden ilk iki hikayenin bilgi problemine ayrıldığı ya da böyle de okunabileceğini söylemek mümkün.

Şimdi kıyas mevzunu bir sonraki yazıya bırakalım. Notlarımızı inşallah toparlar devam ederiz. Böylece uzun yazı okumaktan sıkılanlara da bir nefes alma fırsatı vermiş oluruz.


(düzeltilip, gözden geçirilecek)




4 Haziran 2016 Cumartesi



Dışarıya nezaket içeriye ihtimamdır.
"Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen / Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen" Şeyh Galip