11 Mayıs 2017 Perşembe

20




II

1865 O övüşü yutar mıyım ben; ben anlarım, bir şey umuyor da övüyor deme.

Seni o öven,  halk arasında kınarsa seni, o kınayışın ateşinden gönlün, günlerce yanar.

Onun, senden umduğunu bulamadığından seni kınadığını da bilirsin hani.

Fakat gene de o kınayışın belirtisi içine işler; övüşte de bu hale uğrarsın; bir  dene de bak.

O övüşün belirtisi de günlerce içinde kalır; canına ululanma, aldanma mayası olur.

*


Mevlâna, Melami neşenin, halkın kınamasını umursamama ilkesini, övülmeden kaçınmayı gerekçelemekte gibidir. Halkın yermesine veya övmesine odaklanmanın, insan ruhunda açması muhtemel yaralara dikkat çeker. Okuyucudan dikkatini adeta bir psikolog gibi kendi bilincine çevirmesini ve yarasının sebebini halkın övüşünde veya yermesinde aramasını önermektedir. Mesnevî'de yapma/etme dediği yerler de var, ama burada "neden yapıyorsun"a bir bak diyor. Kötü huydan, eylemden ziyade insanın nefsine karşı direncini kıracak, onu zayıf düşürecek şeyleri ele alıyor. Bunu yapabilmek ise daha derinlikli bir bakış/kavrayış gerektirmekte. Bir ara Melami neşenin bu ilkesinin yeni bir benlik inşasına hizmet için olup olmadığını düşünmüştük. Benliğin belli etiketlerden, rollerden, başkasının bakışından oluştuğunu düşünerek, bu tavrın benliği yanlış kalıplardan/etiketlerden kurtulmasına yönelik bir çaba olup olmadığını anlamaya çalışmıştım.

Bildiğimiz, varlığını tanıdığımız, hissettiğimiz zıtlıklar üzerinden, birini diğeriyle algılamak, tanımlamak kolay. Mevlâna, gamın ve neşenin; halkın yermesinin ve övmesinin ötesinde de bir şeyler var diyor. Pratikte/gündelik hayatta, gamın ya da övüşün verdiği kibrin sonu sebepsiz öfke, öfke ise bilincin dolaysız kavradığı şeylerden. Yöneldiği bir şey, bir sebep var - gerçek sebep o olsa da olmasa da.

*

Kirekegaard'ın Korku ve Titreme'sini tekrar hatırlayalım. Hz. İbrahim'in ruh halinin anlaşılamazlığını. Kierkegaard, olanı onun imanı üzerinden açıklamaya çalışırken, bunu anlamanın imkansızlığını göstermek için bize pek çok senaryo sunar. Ve bunların hiç birinin onu anlamaya yeterli gelmeyeceğini, her seferinde eksik bir şeylerin kaldığını da bize gösterir. Zaten onun gayesi de bize bu anlaşılmazlığı göstermektir. Bir de Hz. Eyüp Peygamberi düşünelim. Onun kıssasının gayesi, mutluluk olmayan bir  hikaye. Sınavı hastalık. Ömür boyu hasta olabilir ve bu onun imanında bir azalmaya sebep olmaz. Tavrı milim bile kımıldamaz. 

Mevlâna, sanki Kierkegaard'ın tevazuyla aşmaktan çekindiği sınırı, iman olarak isimlendirip geri çekildiği sınırı aşkla aşmayı öneriyor. Bunun için değişik bir strateji izler, devamlı dönüp kendine bakmayı önerir. Bu işi ise  hep başkası üzerinden gerçekleşir. Bizden, başkasına öfkelenişimizi, onun bizi övmesini ya da yermesini fark etmemizi ister. Bu bazen kendi halimizi görmek, bazen yaptığımızın Allah'ın rızasına (Mesnevi'deki Hz. Ali kıssası) uygun olup olmadığını anlamamızı sağlayacaktır. Bu sayede biz toplum içinde bir yere ve zamana yerleşmiş oluruz. Başkasının bakışıyla kendimize bakmak Husserl'in fenemolojisini hatırlatır. Husserl şöyle der "Husserl’e göre yaşayan bedenim ile başkasının algı alanımda bana verili olan bedeni arasında bir eşleşme meydana gelir. Ali, orada kapının yanında duruyor, ben ise burada masanın yanındaki sandalyede oturmaktayım. Orada kapının yanında duran ben olabilirdim, burada, bu sandalyede oturan da o olabilirdi. Bu durumda kendimi başkasının yerine, başkasını kendi yerime koyabilmem yaşayan bedenimle yaptığım bir şeydir. Bu eşleşme sayesinde başkasını yalnızca benimki gibi yaşayan, algılayan bir beden olarak değil, aynı zamanda da bir alter ego olarak kendi bilincime sunarım. Buna Husserl eşsunum (apprezentation) der. Böylece onu da bir ego, bir bilinç olarak düşünürüm." . Farklı olarak şöyle demek mümkün Husserl kendimizi başkasının bakışından görmeyi bir zorunluluk olarak kabul ederken, Mevlana'da bu iş bir tercih, pratik, kendini inşa etme şeklinde gerçekleştirir. Mevlana görüşte kalmaz buna göre tavır alır, daha doğrusunu/iyisini seçmek; nefsi aşmak için bir strateji olarak kullanır. Kendinde gördüğü şeyle kendini düzeltir, değiştirir ya da korur.

İnsanın kendine yönelmesi ile aşk arasında nasıl bir bağ kurulabilir? Belki sevdiği için eylemeyi adet haline getirmek ona zihinsel bir yönelimi, konsantrasyonu da sağlar.  İlerde belki de Çinli ressamlarla, Bizanslı ressamlarını hikayesinde anlatılmak istenen şeydir. Nefis kötü huylardan temizlendikçe hakikat güneşini yansıtmaya hak kazanır (?). Buna bir kesinlik yazmayalım, gene de nasip olursa hak kazanır diyelim geçelim.

1748 Gönül alan güzel, âşıkları arar, bütün sevgililer âşıkların avıdır.

Kimi sever görürsen bil ki sevgilidir o;  bir bakımdan hem budur o, hem o.

i 
tekrar hatırlayalım. Bunun "Ben ol da bil" de sözünü ettiği, (muhtemelen) birinci elden bilgi (diş ağrısı gibi :) ) oluşuna işaret edişi, nihayetinde bizi kişisel bir tecrübenin hududuna götürüyor. Şimdilik metni fenomenolojik yaklaşım ile çözümleme denemesini burada bırakalım.  


1875  Nefis çok övülme yüzünden Firavunlaştı; alçak gönüllü ol, ululuk taslama

Alçak gönüllü olmayı, ululuk taslamamayı bir erdem olduğu için değil de (/belki aynı zamanda) nefsin Firavunlaşmasına karşı bir önlem, bir tavır olarak önermesini de not edelim.

*

Hikaye Gazneli Hakim'in bir nasihatıyla biter. Nefsi yenmek ve kötü huyun etrafında dolaşmamak : 




1890 Önce bağışladığın bir katrecik bilgiyi de sen kendi denizlerine ulaştır.

Canımda bir katrecik bilgi var; sen onu nefis isteğinden, beden toprağından kurtar.


Sen kurtar onu, bu topraklar onu örtmeden, şu yeller onu kurutmadan.

1913 Bu öğüdü, Gazneli Hakim'den duy da eski bedeninde bir yenilik bul.

"Nazlanmak için gül gibi yüz sahibi olmak gerek; böyle bir yüzün yoksa, bari kötü huylu olmanın çevresinden dönüp dolaşma.

Eylemin gölgesi uzun. Bu yüzden nefsin pişmanlıklarının gölgesi bütün bir ömrü gölgeleyebilir. Sahabelerin nefsin hilelerini sorduğu bölümü hatırlayalım.

*


Hz. Mevlâna'nın nefsin terbiyesine odaklanması öğütlerini onun üzerinden vermesi bize, Gölpınarlı'nın esma/melami neşe ayrımını hatırlatıyor. Bu bölümde sâlikin gözünü kendi yaşantısına, iç dünyasına dikmesi ve onu iyileştirmeye çalışması anlatılmış. Bu şekilde yol alacağına inanır. Kendi iç dünyasını iyileştirme insanın dış dünyasıyla da ilgili. İç dünyasını iyileştiren kişi aynı zamanda bunu davranışlarıyla dış dünyasına, çevresine yansıtıyor. Kavrayışı gelişiyor ve derinleşiyor. Aristoteles' in sözünü ettiği pratik felsefe bu bir yerde. Pratik felsefe ise irfan ile doğrudan ilintili.


İrfan bir şeye yönelen bilgi ve yöneldiği şey çoğu zaman toplumsal. Doğal hukuktan, etikten, estetikten koku almayan bir irfan mümkün değil. İrfansız da tasavvuf mümkün değil. Felsefeden uzak kalmak irfanı besleyen doğal hukuk ve etik (ve estetik(?)) duygusundan insanı mahrum bırakıyor. Bu da irfanın değişen şartlara uyum sağlama, yorumlama ve anlama refleksini (/kabiliyetini?) köreltiyor.

*

Niye çağdaş felsefecilerin fikirlerini yoklayıp iz bırakıyorum? Mevlâna, antik felsefecileri muhtemelen biliyor, onların izleri üzerinden gitmek mümkün, üstelik daha kolay. (Onu anlamak için Antik çağ ve Orta çağ filozoflarını, bu çağlardaki düşüncenin serüvenini bilmek yeterli olabilir.) Fakat bu çağın sorunlarına Mesneviden çözüm aramak söz konusu olduğunda iş değişir. Her felsefeci kendi çağının sorunları üzerinden kendi düşüncesini kurar. Bu çağın sorunları, bu çağın düşüncesindedir. Antik Yunan'da belki bazı temelleri bulabiliriz, ama 2500 yıl çok şeyi değiştirdi, geliştirdi. Bugünün toplumu için, sosyal kurumları için yeni bir şey söyleyeceksek ancak çağdaş filozofların düşüncelerinin ışığından istifade edip ilham alabiliriz diye düşünüyoruz.  

*Resim : https://twitter.com/abdkaraarslan/status/854267560073846785/photo/1


6 Mayıs 2017 Cumartesi

19






I

1556 no.lu beyitten itibaren iyi yürekli tacir ile dudusunun (/papağanın) (ezberci, nakilci?) hikayesi başlar. Tacir, Hindistan'a yapacağı gezi için herkese bir şeyler vaat eder. Onlara isteklerini sorar. Tacirin papağanı da ondan Hindistan’daki dudulara halini anlatmasını, onlardan kendisi için bir öğüt istemesini diler. Tacir, vaat ettiği gibi yolcuğu esnasında  dudularla karşılaşır ve onlara evdeki papağanının söylediklerini iletir. Bunun üzerine papağanlardan biri titrer ve ölür. Hikayeyi okuyacaklar için bundan sonrasını anlatmayayım, özeti burada keseyim.

Hintli dudunun ölü taklidi yaparak nasihat vermesi bize "ölmeden evvel ölünüz" hadisini hatırlattı. Bu yüzden hikayenin ana temasının nefis terbiyesi olup olmadığını düşündük. (TM de başlangıçta böyle bir yorum var. AG ise şerhinde bu konuya hiç girmemiş) Benzerlik o kadar açıktı ki, hikayenin geri kalanını bu düşüncenin doğruluğunu test etmek, yan öğelerin bunu ne kadar ve nasıl desteklediğini görmek için de okuduk desek yalan olmaz.  Fakat daha sonra hikayede anlatılan temaların bir şemasını *1 çıkardığımızda bundan o kadar da emin olamadık. Hikayede birbiriyle ilintili pek çok tema vardı ve birini esas alarak hikayenin ana fikri/teması budur demek ne kadar doğru olurdu bilemedik. Gene de yazıya ilk fikir üzerinden başladığımız için önceden yazılmış kısımlarına çok fazla dokunmadık.

Hemen hemen bütün tasavvuf literatürü nefis terbiyesi ile ilgilenmiş, bu konuda bir şeyler söylemiştir. Söylenenler özetle, nefsin isteklerinin yapılmaması, yapmasını istemediklerinin ise yapılması yönündedir.

Hz. Mevlâna verdiği örneklerle, temalarla nefsin terbiyesi için bu klasik yoldan ayrılmakta gibi. 

Mevlâna oldukça soyut bir mevzuyla işe başlamakta:

1744 Lûgat bakımından biz (mâ) ne demektir? Hem varlığı bildiren, hem yokluğu belirten bir söz. Benimse varlığım yok; ne var diye bir söz söylenebilir bana; ne yok denebilir.

Ben adamlığı, yoklukta buldum da varlığımı oynadım yokluğa, utuldum gitti.

Bütün padişahlar, kendilerine karşı alçalana alçalırlar; bütün halk kendisine  karşı sarhoş olana sarhoştur.

Avcı kuşlara av olur da ansızın onları avlamayı umar.

Gönül alan güzel, âşıkları arar, bütün sevgililer âşıkların avıdır.

Kimi sever görürsen bil ki sevgilidir o;  bir bakımdan hem budur o, hem o.

Susuzlar, dünyada su ararlar ama, su da dünyada susuzları arar.

1750 Âşık değil mi ki odur, ses sus artık; değil mi ki kulağını o çekiyor, sen kulak kesil.

Suyun susuzu ve sevenin sevileni aramasında bizi şaşırtan bir şey vardır. Bu, birbirinden habersiz ve bağımsız iki varlık arasında böyle bir irtibatın kurulabilmesini hayatın doğal akışı içinde, sağduyu içinde göremeyişimizdedir. Kendimize şunu deriz "su susuzu, susuz da suyu bulamayabilir; pekala birbirine kavuşamayabilirler". Doğanın tesadüfi, kör işleyişine böyle bir zorunluluk yazamayız. Böyle düşünmek bize makul gelir.

Su örneğini şöyle düzeltmek ihtiyacı hissederiz "bir yerde suyu aramak esastır" demek zorunda kalabiliriz. (Tabii mecazi düşünmezsek. Farkı görmek için önce mecazi olmayandan başlamak daha mantıklı). Ama iş, sevileni aramaya gelince aranan şey sevginin kendisi olur. Bir maddeden ziyade bir kavram söz konusu olduğunda mesela, sevilene duyulan hasret sevgiyi de canlı tutacaktır. Vuslat olsun, olmasın sevenin sevgisi baki olacaktır (/var olacaktır). Zaten bir araya gelseler de gelmeseler de seven, birey olarak sevgiyi tek başına yaşayacaktır. Bu tarz bir hâl insanın kendini geliştirmesine açıktır.

Buna, doğanın tesadüfi, kör işleyişinin inananın zihninde mümkün olmadığını, ilahi müdahalenin elinin her an işte olduğunu da ekleyelim. Ki 1829 de bunu "O, her an bir iştedir" diye  hatırlatacaktır.

Bu oldukça soyut varlık meselesi üzerinden konu insandaki zıt iki hâle bağlanır.

*

Sen gamlanmaya, gülmeye bağlanmış gönüle, onu görmeye lâyık bir gönül deme.

1800 Gama, gülüşe bağlı olan kişi, bu iki eğreti şeyle diridir.

Önü, sonu olmayan yemyeşil aşk bahçesinde, neş’eden, başka ne de çok meyvalar var.  C.1

Sanırım burada Mevlâna neşe veya gamın varlığını red etmekten ziyade bu ikisini aşmaktan bahsediyor. Bu ikisinin ötesinde bir başka hâlin varlığına işaret ediyor. Zıtlığı bir üst hale geçerek aşmak. (Hegel?2) Çünkü gam ve neşe aslında bir paranın iki yüzü gibi, farklı görünüşlerine rağmen belli bir insanî bakışın ürünü.

Gam ve neşe bir hâl. Eğretiliği insanın elinde olmayan şeylerden geliyor olmasında. Ve uzun ömürlü değil (1814). Nefsin isteklerinden; ya bir şeyi elde etmekten ya da edememekten doğuyor.


Bu bölümü bir başka sıra dışı bölüm izler: 

devam edecek


Dipnotlar:

1) Şema 
   --------
1556-1571  -----------  Hikaye:
*Dudunun tacirden dilekte bulunması.
*Ayrılıktan şikayette bulup, Hintli Dudulardan nasihat istemesi.
1572-1583  Dudunun cefayada nimetede (/tüme) aşık oluşunu anlatışı.
1584-1593 Tüme aşık oluşu anlayacak suçsuz/arık kuşun nitelikleri

1594-1602 ------------Hikaye :
*Tacirin Hindistan’da Dudularla karşılaşması
* Tacirin konuşması ve Hintli Dudulardan birinin ölmesi
1603-1611 Dil/Söz/ Sabır/ Akıl ilişkisi üzerine
1612-1623 Olgun kişinin nitelikleri – nefis/temkin ilişkisi
*Olgunlaşmadan söz söyleyip ateşe atılmama nasihatı
1624-1629 Olgun kişi karşısında davranışa örnek olarak Hz. Musa ve Büyücüler hikayesini hatırlatma
1630-1640 Susup nasihat dinlemenin faziletleri
*Olgun/ham kişinin farklı cinsler oluşu
1641-1647 Susan, ham kişi ne yapmalı sorusunun cevabı*Gözyaşı dökmek, tövbe etmek (Adem Peygamber gibi)
1648 – 1657 Helal lokma ve bilgi üzerine ve bunların ilişkisi üzerine

1658 - 1666 ------------Hikaye
*Eve dönen taciri herkese hediyesini vermesi, duduyla konuşması
1667-1699
* Sözün geri dönmez oluşu.   *”Attığın zaman sen atmadın”ın tefsiri * “O doğan işlerin bizimle ilgisi vardır ama, ortaksız olarak hepsi de Tanrı yaratığıdır” 1670 Sebepler ve Tanrı hükmü * Erenlerin yapılan iş geri çevirmesi, Kuran dan referans getirme sh.369 * Düşüncelerin/huyların/sanatların gece unutuluşu, sabahleyin geri gelişi

1700-1707 -------------Hikaye
*Dudunun ölmesi; tacirin üzülmesi, pişman oluşu
1708-1716
*Dilin kınanması
1717-1735 Ayrılık ateşinin olgunlaştırıcılığı
1736-1740 Harf/söz üzerine
1741-1754 Zıtlıkların birbirini araması?

1755- 1770 Gam ve neşenin aldatıcılığı, her ikisinin ötesinde bahçelerin oluşu, dilekten vaz geçiş.

*Allahın gayretli oluşu üzerine
*Padişaha (/Tanrıya) yakın olanın başka bir şey aramaması.
*Her şeyin birde birleşmesi
*”Böylece de ben'ler, sen'ler bir can olur da sonunda sevgiliye dalar gider” 1796 

1798-1821 Gam ve neşenin ötesinde bir aşk bahçesinin (1801) bulunuşu ve onun nitelikleri.
*Sonradan gelen şeyler ölümlüdür.

1822-1852 ------------ Hikaye
*Tacirin üzüntü ile çırpınışı (Sevgiliden ayrı düşenin üzüntüsü (mecazi aşk?). Böyle aşka düşene (ilahi aşk?) Tanrının kayıtsız kalmayacağı, çünkü)
* Tanrının yardıma koşusu "O, her an iştedir" hatırlatılması
*Tacirin duduyu kafeten çıkarması, dudunun canlanması.
* Tacirin kuştan olanı biteni açıklamasını istemesi, kendisi için nasihat istemesi.
*Kuşun "Söz söylemeyi, neş'elenmeyi bırak" diye öğüt vermesi."Seni öldüren söz söylemendir" demesi.
*Tanrı lûtfuna sığınmasını öğütlemesi.

1853 – 1856--------Hikaye

1857-1885 Kuşun öğütlerinin açıklanışı (?) :

*Bedenin (can için) kafes benzetilmesi,kafese girip çıkan şeylerin onun için diken oluşu
*Halkın övüşünün de, yerişinin de diken olması.
*Nefsin övülmesinin kişiyi Firavunlaştırması, onun için alçak gönüllü olmanın, ululanmamanın

Elden geldiğince kul olmanın, padişah olmamanın zahmet çekmenin gerekliliği

1886 


*"Allah'ın dilediği olur." tefsiri.
*Allah'ın yardımı olmadan bir şeyin olmayacağı
*Bilginin nefsin isteği altından kurtarılması
* Gazneli Hakim"in öğüdünü hatırlama: "Nazlanmak için gül gibi bir yüz sahibi olmak gerek; böyle bir yüzün yoksa, bari kötü huylu olmanın çevresinde dolaşma.



2) "Kant ile büyük bir değişiklik meydana gelmiştir. Kant'a göre " diyalektik", tartışmaların akılcı uzlaşma yönünde ilerleyebilmesini sağlayan bir süreci değil, akıl ne zaman kendi belirlenmiş sınırlarını aşarak şeylerin nihai mahiyetini araştırmaya kalkışsa ortaya çıkan düş kırıcı ve kesinlikten uzak sonuçları ifade eder. Kant'ın felsefesinde diyalektik, tartışan taraflardan her birisinin kendi çelişkilerini çözüme kavuşturamadan diğer tarafın çelişkilerini ortaya serdiği sonu gelmez bir tartışmalar dizisi haline gelir. Kant'ın izinden giden Hegel, karşıt konumlar kendi içlerinde tam ve bağımsız sayıldığı sürece, aralarındaki karşıtlığın çözülemez olduğunu kabul eder. Ama Hegel şunu sorar: Karşıt konumları neden tam ve bağımsız saymak zorunda olalım? Örneğin, " özgürlük" ile "gereklilik" arasında neden seçim yapalım? Çok daha iyi olan başka bir seçenek vardır: karşıt görünen konumların yalnızca karmaşık bir gerçekliğin tek yanlı ifadeleri olduğunu kabul etmek. Hegel'in ünlü tezinde söylediği gibi "Hakikat, bütündür" ve yeterince kavranması için, tüm bu kısmi
ve tek yanlı hakikatlere kendi düşünüşümüzde bir yer bulmamız gerekir. Hegel'in diyalektik anlayışının anahtarı, önceden uzlaşmaz olan konumları daha yüksek düzeyli bir çerçevenin içinde uzlaştıran bir pozitif sonuç doğrultusundaki harekettir (Pinkard, 1 987). Onun Mantık Bilimi adlı yapıtı, Batı felsefesinin tüm temel kategorilerinin, bağımsız duruşlar olarak alındıklarında ortaya çıkan çelişkiler bir kez titizlikle ele alınıp çözüme kavuşturulduğunda, tek bir tutarlı bütünün içine yerleştirilebileceğini göstermeye yönelik eşi benzeri olmayan ve bir daha tekrarlanamayacak bir girişimdir. Hegel, Hukuk Felsefesi'nde bireysel aktörlerin özerk öznelliğine yapılan tek yanlı vurgunun da, topluluğun bireye göre öncelikli olmasına yapılan tek yanlı vurgunun da, söz konusu iki "ilke"nin modern topluma ait toplumsal ve siyasal kurumlarda sergilediği uzlaşmayı yeterince kavrayamayacağını gösterme girişiminde bulunmuştu."  sh.13-14 
Yeni Yüzyılda Diyalektik- Hazırlayanlar: Bertell Ollman - Tony Smith - Yordam Kitap 2011