30 Mayıs 2010 Pazar

Bugün

Özürlüler Vakfı seminerinden artakalanlar:

* STK'lar hayır kurumu olarak görülüyor. Beş kişiyi bulanların dernek kurabiliyor olması dernek sayısının çoğalmasına, bu da yapılanların verimsiz olmasına sebeb oluyor.

* Denen o ki: Türkiye'de 8,5 milyon engelli var ama bir de sosyal engelliler var ki bunlarla birlikte bu sayı, engelli sayısı, çok yükseliyor. Sosyal engelli kavramını ise ilk bugün duyduk.

* Özürlüler için kurulan dernek ve vakıflar gönüllülük üzerinden yaşamlarını sürdürüyor. Özellikle yer tahsisi konusnda yerel yönetimlerin yardımları kuruluşlarında itici güç oluyor. 30-40 yıllığına kiralanan yerlerin sözleşmelerinin yenilenmesinde ise sorunlar yaşanıyor. Bizden olmayan düşüncesinin bir kaç derneğin sözleşmesinin yenilenmesinde sorun olduğunun, birbirlerini teyit eder şekilde, telaffuz edilmesi utanç verici. Neyse ki sorun şimdilik çözülmüş, daha doğrusu anlatanların ifadesine göre derin dondurucuya kaldırılmış.

* Özürlülerin en büyük sorunu ulaşım ve iş. Kaldırımlar engellerin başında geliyor. Önerileri daha çok sokağa çıkmalıyız, ancak böyle düzelir deniyor.

* Bir konuşmacının şakayla karışık ilginç bir şikayeti oldu: Aklımda kaldığı kadarıyla "Özellikle iki tv kanalı bu konuda öne çıkıyor. Adam karısını döver, alkolik olur, insanlara eziyet eder; bir de bakarsın ki sabaha felç oluvermiş. Engelliler/ özürlülüler şeytan mı? Peki küçücük özürlü çocukların ne günahı var. Anasının, babasının vardır bir günahı" ise ne kadar dayanaksız bir iddia, aptalca bir bahane böyle şeyler için.

Gölge

Bin bir yüzlü zaman kalk der
Gölgeyi davetsiz hayaller izler
Dolu bir otobüsün arka koltuğunda
Minübüste ayakta, oturma odasında

Bir sırtlan, bir yarasa sürüsü gibi üşüşür
Orda, burda, çat kapı arkasında

Bir bütünün kırılmış dökülmüş parçaları
İsteksiz toparlanmak istemez

Sıkı bir aklın sorgusundan kaçar hayat
Bir gölgenin içine saklanır insanlık

Güneşte salınan bir yaprak gibi
Unutulup bir şiire hapsolmak dileği
Belki bir tekerleme gibi söylenmek
Hikmet kırıntılarıyla avunmak isteği

25 Mayıs 2010 Salı

Kader/Sorumluluk

Rızanın temellendirilmesinde kadere ne kadar ihtiyacımız var? Ya da kader fikri olmadan rıza olabilir mi? Beni aşan sorular.

Temelde rahatlıkla söylenebilecek olan, nereden bakılırsa bakılsın, kaderin sorumluluğu kaldırmaması. Açlıktan dolayı hırsızlık yapan kadere bunu yükleyebilir. Ama sorumluluğu üzerinden atamaz. Birisine, bir şekilde zarar vermiş olan bir takım zorlayıcı sebeblerin varlığını öne sürebilir (Soru: Ya dalgınlıkla trafik kazası yapan? Bir kasdı olmadan sadece bir anlık boşluk yüzünden?) ama yaptığından bir pişmanlık duymuyorsa "bu benim kaderimdi sen bana yaptırdın"(Maarif/Mesnevi) diyen İblis'ten ne farkı kalır. Sorumluluk duyma, pişmanlık hissi insaniyetimizin işaretleri. Olanın, bitenin evet kaderle bir bağı var. Ama edeb, "Adem'in edebi" sorumluğu Allah'a yazmaktan hicap duyar. Aradaki farkı görmek lazım.

20 Mayıs 2010 Perşembe

Aşağıda

Kara kuyulardaki dehlizler
Kara haberleri bekler

Kimi karanlıklarda bekler
Kimi karanlıkları deşer

Analar, Çocuklar,
Taze gelinler

Sessizce ölüme yatmış
Yusuflarını bekler

Gün doğar, batar
Ocakların üstünde

Onlarsız tütecek ocaklarda
Vesikalık resimler yadigar

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Gece

tepelerden gece iner yere ve
gece şefkat ile örter ayıbı

rüzgar eski bir sözü fısıldar
bu onun eski alışkanlığı der

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Not

Bir kabahat(?) için iki kişiyi ilgilendiren bir iştir deyip, bunu da bizzat yasa olarak teyit ettiktetn sonra dönüp bunu kamuyu ilgilendiren bir suç gibi nitelendirmek, daha sonra da ayıplamak ilk kararından dönmek midir? tutarsızlık mıdır? kestiremedim.