28 Nisan 2011 Perşembe

Muhafazakâr kanallar

Muhafakâr kanallar çok kanallı televizyonların bir neticesi. 1990'ların başında (1993 TGRT - 1994 Kanal 7) ürkek adımlarla yayın hayatına giren bu televiyonlar belli bir boşluğu doldurma iddiasındaydılar. Sabah erken vakitte açtığınızda Kur'ân okunan bir kanalın bulunması güzeldi. Gene o dönem bazı tefsir ve fıkıh konularına bazı isimler öne çıkarak şöhret kazandı. Ahmet Hakan'ın muhalif bir ses olarak isim yaptığı bir dönem oldu. Milli Görüş'ün ön planda olduğu, liberal yazarların henüz tv'larda köşe tutmadığı bu dönem, gayet hazırlıksız plansız bir şekilde yola çıkılmış olsa da, belli bir seviyenin altına düşülmediği dönem olarak anılacak herhalde.

Rekabetin artmasının etkisi mi, Milli Görüş gömleğinin çıkarılmasının etkisi miydi bilemiyoruz; 2000 sonrası dönem muhafazakâr kanallar için tamamen farklı bir dönem oldu.

Muhafazakâr kanallar liberal düşünceyle yaptıkları nikah sonrasında mazbutluğu bir kenara bıraktılar.

Gittikçe keskinleşmeye ve ayrışmaya başlayan selefi, gelenekçi karşıtlığında ne bir tarafta tutunabildiler ne de bir denge oluşturabildiler. Günün ihtiyacına göre bir orada bir burada pozisyon aldılar. Bu da malesef, bu meselelerde oturmuş bir fikri yapının olmadığını, böyle bir hazırlığın zihinlerde yapılmadığına işaretti.

Siyasi çizgide ise bir kamplaşmanın ismi oldular. Bir fikrin takipçisi, savunucusu olmaktan ziyade dava mubaşirliğine, tetikçiliğe, hedef göstermeye, özel yaşamları didiklemeye, dedikoduya varan dizilerle, tartışma programlarıyla anılır oldular. Bir dünya görüşünü savunmanın belli bir ahlakı olması lazım. Her zaman, her konuda, her durumda haklı olduğuna inanmak kendine ya da birilerine tanrısallık atfetmektir. Dinlememenin, dinlemeye açık olmamanın neticesi. Bir kimse bir başkasını dinleme ihtiyacı duymuyorse, tercihi bu yönde ise ya kendine çok güveniyordur ya da karşındakinin söylediğinin içinde doğruların olma ihtimali işine gelmiyordur.

Medeniyetin kuruluşunda geleneklerin aktarılmasının, muhafazakârlığın büyük payı vardır. Ahlaki/dini/toplumsal kuralları/değerleri bir sonraki nesle aktarırkan medeniyet de aktarılır. Medeniyet bir takım ritüellerden, sanat eserlerinden ibaret değildir. Bir arada yaşayabilmeyi, birbirini rahatsız etmeden bir toplum, halk olabilmeyi de içerir. Bu özü kaybettikten sonra elimizde kalan turistik/folklorik bir imajdan başka bir şey değildir. Ne mazbutluktur ne de muhafazakârlıktır, sadece hoş bir anıdır.

9 Nisan 2011 Cumartesi

Gece

Gece küsmüş bulutun derdi tutar

İki yorgun göze dalmış da susar

.

7 Nisan 2011 Perşembe

Şifreler

Şifre niçin konur? Bazılarının söylenenleri anlamaması, bazılarının anlaması için. Şifre herkes tarafından çözülmeye açık değildir. Edebiyatta, şiirdeki semboller gibi değil. Şifre çözüldüğünde şifre olmaktan çıkar, sembol çözüldüğünde sanat olur. Dil ile karşılaştırısak, belli nesnelere, kavramlara belli semboller yüklenir. Dilde gaye iletişim olduğundan bu sembollerin çözülmesi esastır.

İki kişi ya da bir topluluğun kendi arasında, başkalarını ilgilendirmeyecek bir konuda, kuş dili misali, bir şifrelme makul kabul edilebilir. Herkesi ilgilendiren bir konuda şifreleme; çıkar elde etme, öne geçme sözkonusu olduğunda ise sahtekârlık olur.

Şifrelemenin mantığı altında çok kez eşitsizlik düşüncesi yatar. Şifreleyenin şifrelemesine sebeb olan topluluğu kendinden saymaması tek neden olmasa bile önemli nedenlerden biri. Denk olmama düşüncesi üzerinden aktarılan bir düşünce var ise bundan bir geleneğin doğmasına şaşmamak gerek.

İnsan ilişkilerini bile “Batın”ın gölgesinde kavrayan şifreci gelenekler; akla, hikmete, tecrübeye soğuk bakarken; hiyerarşik bir insanlık anlayışına dönüveriler. Bu düşüncede herkesin hikmetten bir payının olabileceği, herkesin herkesten bir şey öğrenebileceği fikri örtülü olarak yadsınır. Bir konunun uzmanının olması, söyleyecek çok fazla sözünün olması diğerinin bu konuda fikir beyan etmesine, uzmanın görmediğini görmesine engel değildir. Neticede tevazu ve temkinin gölgesinde öğrenmeye çalışana hakikat açıktır.