19 Aralık 2012 Çarşamba

..



Şiir, yalnızlık sofrasının ana menüsü
Büyük soruların şeffaf örtüsü
Karanlık odaların parlak gökyüzü

4 Aralık 2012 Salı

..






                                                        İsterse tüm tavşanlar uyusun

                                                        Hayata, hakikate sıkıca tutun
                                              
                                            Cancağazım biz tosbağayız

                                                         İşimiz çok, yolumuz uzun.
                                  
                                          -----------------------
 
                                           İki gözüm hayata sıkıca tutun


                                                         İşimiz çok, yolumuz uzun

25 Kasım 2012 Pazar

Anlama üzerine..




İstihza, öfke insani haller. Ama anlamaya odaklaşmış birinin hâli değil. Anlama derdi ile insanın hâli arasında bir bağ var gibi. İnsanın her zaman tarafız, önyargısız, soğukkanlı olması beklenemez. Anlama gayretinin altında da bir insani hâl var. Hâl'in, çoğu zaman anlamanın ayağını bağladığı, insanı anlama yerine propagandaya ve kendi fikrini savunmaya odaklandığını söylemek mümkün sanırım.  Bazı okumaların tekrarı ve pratikler görünüşte bir işe yaramıyorsa da hâli normaleştiriyorsa bir faydası vardır herhalde.

20 Kasım 2012 Salı

Kem söz



Evvelsi akşam, Gölpınarlı Dede'ye edilen galiz küfrü duyduk, üzüldük. Bir başkasının

hizmetini bir niyete bağlamak, küçük görmek ve küfrederek anmak en hafif tabiri ile sui 

zandır. Hoş olmamıştır. 



Temsilin de bir ciddiyeti vardır ve bu ciddiyet artık yerle yeksan olmuştur. Adı geçen kişi, 

bizim için artık bu  camiayı temsil edenler arasında anılmayacaktır vesselam. 

10 Kasım 2012 Cumartesi

Eylemdeyim


Eylemdeyim.
En uzun eylemde.
Şiiri, romanı uykuya yatırdım
En uzun eylemde uykudayım

Altın bir kafesteydi hayat
Aralık birakılmış kapısıyla
Koşuşan, bağıran çocukların sesi
Güneşli bir günde uykunun nefesi

22 Ekim 2012 Pazartesi

Bayramınız kutlu olsun - Erken bir bayram yazısı


   

      Bir ağacı sallamanın, silkelemenin değişik sebepleri olabilir; meyvalarını dökmek, ağaca sıkışmış bir topu düşürmek gibi. Ağacı sallamak, hele ağaç yeni dikilmişse dikkatle yapılması gereken bir şey. Ne kadar güçlü olursa olsun her ağacın köklerinin bir noktadan sonra zarar göreceğini/görebileceğini unutmadan.

      Bu sene bloglarda birer 29 Ekim yazısı yazma fikri twitter mesaisi sırasında bir sohbette doğdu. Bayramların, bayram kutlamalarının da bir itiş kakış alanı olmasının bunda bir katkısı var; bir resmi bayram kutlamasından bir başka resmi ve steril bayram kutlamasına geçerken.

       "Birlik ve berabelik" söyleminin çeşitli sebeplerden dolayı içinin boşaldığı bir dönem oldu. Bir dönem karkatürize edildi, başına "netekim" konarak. Şimdi milli kelimesinden çekinildiği bir dönemdeyiz, bayramından bile korkuyoruz. Bu sefer de birlik ve beraberlik arzusunun dini bir söylem üzerinden, muhafazakarlık üzerinden sağlamaya çalışılıyoruz. Beraber yaşamanın dinamiğinin ladini yönleri de olabileceğini göz ardı ederek; her olumsuzlukta, yanlışta diğer tarafın en uç noktasına savrularak, propagandaya tutunarak. Bir toplum olmanın, beraber yaşamanın başka yaşam tarzlarına nefes alacak ortamlar yaratmadan geçtiğini unutarak.

       29 Ekim bir Kurtuluş Savaşı'nın taçlandığı gün. Devletin ve geleceğin bu Kurtuluş Savaş'ını yapanlara teslim edildiği gün. Yüzlerce yıldır süren ayakta kalma mücadelesinin bir sıçramayla yeni bir yola girdiği gün. Bu yüzden bir devrim ve her devrim gibi el yordamıyla- hatalarıyla, sevaplarıyla yolunu arayacak bir başlangıç. Korkulacak, yasaklanacak bir gün değil kutlanacak bir gün.

       Bu sene iki bayram tarihi üst üste geldi. Dini ve milli bayramı bir arada kutlarken, bayramın neşesine tedirginliğin eklenmesi tuhaf bir durum oldu. Ne dini bayramdan ne de milli bayramdan vaz geçmeden, bayramın dini veya milli sıfatından rahatsız olmadan neşeyle, grururla bayram kutlanan günlerin özlemiyle, bu günleri yaşatanları rahmetle anarak Kurban Bayramınız ve Cumhuriyet Bayramınız kutlu olsun.

20 Ekim 2012 Cumartesi

..


Yıldızlara değerdi damım, dumanım 

Dönerdi Başım kiremitlere yaslardım 

Öyle küçüktü ki evim anca ben sığardım

10 Ekim 2012 Çarşamba

Antigone neden haklı?



Antigone, Sophokles'in bir trajedisinin kahramanı. Krala isyan eden kardeşinin de, yasaya rağmen gömülmesi gerektiğine inanıyor ve bunu gizlice yapıyor.

Antigone'u haklı kılan şey kardeş sevgisi mi? Kardeşinin cesedinin açıkta kalışına, gömülmeyişine gönlünün razı olmayışı mı? Kardeşini gömülmesini yasaya rağmen isteyişinin arkasında bir isyan mı var? Yoksa bu, sadece bir hakkın iadesi mi?

Cesedin tüm inanışlara göre (?) kutsal olmasını açıklamak zor. Cesede karşı zulüm de sanki yaşayan birine yapılmış gibi anlaşılıyor, kınanıyor. İnsani hakların kazanımı yaşamı aşıyor. Yaşam ihtimali üzerinden bile(kürtaj, cenin) fırtınalar kopabiliyor. Yaşamını kaybetmiş biri ise bu hakkı henüz kaybetmiş,ama buna rağmen hayatla bağları devam ediyor. Yaşarken dikilmiş bir ağaç meyve veriyor, vasiyet edilen miras dirilere hayat veriyor, imkanlar açıyor. Ölmeden evvel oynatılmış taşlar, toprak altında yatarken de devrilmeye devam ediyor.

Ölüm iradenin, sorumluluğun bitişi. Dünyanın hiylelerinden, gailesinden berat ediş. Suçlar? Cesedin diyet ödemesi görülmüş bir şey değil, savaş hukukunda bile.

Geriye kalanlarsa gerçekleşmemiş hayaller, projeler, ümitler; kendisi için/yakınları için. Başka bir toprakta belki kök salıp da yeşerecek/yeşerebilecek, meyve verebilecek ümitler defteri bir daha açılmamak üzere kapanıyor. Ölümü her ölen için bir keder haline getiren de bu belki.

6 Ekim 2012 Cumartesi

Sen de gel



Sen de gel.
Keçenin, kurdelanın bir kutsallığı yok, yok da bir hatırası var. Sen "ol"duktan sonra meydanları açalım, postu serelim. Ama önce televizyonları bırak da gel cancağazım, bir matbahta seyret ahvali, ahvalimizi. Öğrenmek taklitle başlar biliyorum. Biri destarı ulu orta dolaştırmış, sen de kapmışsın. Sen destarı sahiplerine bırakta gel, "ol"mak nasipse aşkolsun.

22 Eylül 2012 Cumartesi

Blog yorumları


http://delipeluze.blogspot.com/2012/09/iyilik-ve-dogruluk-asla-galip-gelmeyecek.html

   


İyilik, doğruluk, adalet dünyanın vadettiği, sorumluluğunu üzerine aldığı bir şey değil. İyilik, doğruluk, adalet kişinin iradesiyle yüklenebileceği, sorumluluğunu alacağı bir şey.

Kurumların sorumluluğu ise onları temsil edenlerin üzerinden. Kurumların iradesi diye bir şeyden söz edilidiğinde, ilk önce bu irade kurum adına karar alanın iradesi. Meşruluğu, doğruluğu, yanlışlığı hep "adına temsil" üzerinden. Kurumun kişiden bağımsız öne çıkması, çıkabilmesi, ikna edebilir olması "adına karar alanların" kuralları işletip aradan çekilmesi ile mümkün. O zaman "temsil eden", "adına karar veren" silinir, gözden kaybolur-kurum bir kurum olarak tesis olmuş olur.

Dünya, bizim dışımızda diğer insanlarla bir arada kurumlar üzerinden var. Kurumlarsa ortak kabulün meşru zemini üzerinde ayakta duruyor. İnandırıcılığını, makullüğünü kaybetmiş zeminlerin uzun ömürlü olması zor.

İyilik, doğruluk tesis edilmiş, bitirilmiş, kurulmuş bir olgu değil. Gerçekleşen her olayda yeniden kuruluması gereken bir ideal. Kamu vicdanının hep tetikte oluşu bundan.İyilik, doğruluk, adalet arayışı her dem yeni bir hüküm, her dem yeni hesaplaşma. Kimsenin elinden emin olamadığı bir oyun olması bundan belki.

14 Eylül 2012 Cuma

şiddetin kökeni



Şiddetin kökeni hakkında kesin bir şey söylmek zor; suçun, sapmanın kökenini kesin saptayamama gibi.

Biyolojik bahaneleri, genetiği bir kenara bırakırsak- şiddetin temelinde bir köşeye sıkışmışlık olmalı, ve başka türlü tepki vermeyi o an için beceremeyiş. Şiddet bir kuyuya düşüş belki bu bağlamda, tutunacak bir dal bulamama.

Öfkenin temelinde bir kendine güvensizlik olabilir de, olmayabilir de. Şiddet alışılmış bir tepki de olabilir. Öyle etiketlendiği için, kendinden bu beklendiği için, şiddetin bir şekilde içselleştirilmiş olması hâli de olabilir, ama olmayabilir de.

Toplumsal şiddet, linç bir toplu gaza gelme büyük çoğunlukla. Toplumsal bir aidiyet içinde olacak kötü sonuçları topluma mal etme, soumluluktan kurtulma kolaycılığı da var. Biz ne yaptık sorusunda arkada olma, bulaşmama, seyirci olma bir bahane olarak sonradan ileri sürebilir de sürmeyebilir de.

Şiddet tiyatroda, sinemada oyunun bir parçası. İzleyen sahnedeki kırmızı şeyin salça kıvamında bir şey olduğunu biliyor, oyuna seyirci olduğunda. Doğruluğunu yanlışlığını tartışmıyor.Gerçek hayatta şiddetin peşine takılmış izlyiciden bir farkı yok. Gerçek hayatta da her şey bir oyun olarak mı başlıyor, muhtemelen. İş oyunun gerçeğe döndüğü, çığrından çıktığı anda her şeyi durdurabilecek iradenin, normun, değerin kendini gösteremiyişinde.

Tüm ağız dalaşlarında oyuna yakın bir yan bulunabilir. Aile içi gerilimleri de bir oyun teorisiyle, iktidar arayışı ile açıklamak mümkün. Vahşi hayvanların kendi bölgelerini çizerken hırlaşmaları, işaret koymaları gibi. Şiddete kayış, elin şiddete uzanması anlık bir şey ve büyük bir ihtimalle zihinde bir şekliyle önceden meşrulaşmış bir uzanış.

7 Eylül 2012 Cuma

..

Sekülerizm dinin kirlenmesine yol açıyor. Laik sistemde din, olağan şüpheli olduğu için, içine kapanıp kendini koruyabiliyor. Dinin küçülmesi anlamına gelen sekülerizmde ise din, dünya ile karışıp yeni bir terkip ortaya çıkarıyor. Bu süreçte dinin uzlaşma sürecinde neler verdiğini tespit etmek zor, her şey hayatın akışı içinde gerçekleşiyor. İlkeler üzerinden bir alışveriş değil bu. Dini muamelat çerçevesinde düşünmek kolaycılığı, bazen çaresizliği hayatın içinde zemin kaybedip protestanlaşmaya yol açıyor. Bu anlamda bugünün doğal pratiklerinden yaşananlara baktığımızda, laikliğin dini koruma bağlamında, sekülerizmden daha başarılı olduğunu söylemek mümkün. Bu korumanın ise bir "derin dondurucu" koruma olup olmadığını konuşmak ise ayrı bir konu.

31 Ağustos 2012 Cuma

yarasız

Yaratılanı sev yarasından ötürü

ki yaratmamış hiç yarasız yaradan

kardeş kılmış yaralardan ötürü

----

Yaratılanı sev yaradan ötürü

ki yaratmamış hiç yarasız yaradan

kardeş kılınmış insan yaralarından



http://en.calameo.com/read/0010824431e2ddc3eec64 (Dilek Irmak'ın yazısına istinaden)

25 Ağustos 2012 Cumartesi

Ne kadar...


Bugün TRT de, Can Yücel'in kızı Su hanımın babasını anlattığı güzel ve uzun bir belgesel vardı. Belgeselde babasının, şiir yazarken, ritmi sağlamak için sürekli yürüdüğünü söyledi. Keşke anilarını yazsaydı da, bunun nasil yapıldığını anlatsaydı diye düşünmeden edemedim.

Programda kendi sesinden şiirlerine de yer verildi. Gayrı ihtiyarı, o muthiş mısraıni uzun ve kisa heceler olarak tekrarlayıvermişim;

Ne ka dar / ya lan sız / ya şar sak / o ka dar / i yi

*  * - / *  -  - /  * - - / *  * - /  *  *

Kadar da sapka var mi onu bilmiyorum. Fakat bu haliyle de uzun/kısa heceler acisindan bir simetri var. " iyi" ile de noktayi koyuyor. Tekrarlayan "kadar" kelimesi ile -ya hecesi ve -a harfleri mısranın su gibi akmasını, akilda kalmasinı sağlıyor.

Manasi ? Herhalde insan hayatında bir tek bu mısraı yazsa yeter:))


9 Ağustos 2012 Perşembe

Aklın yolu...

Ateşiniz varsa ya da öksürüyorsanız dondurma yemez, soğuk su içmezsiniz
Tansiyonunuz yüksekse, başınız dönüyorsa koşmazsınız
Şekeriniz çıkmışsa tatlıdan uzak durursunuz
Komşunuzda birileri kavga ediyorsa dalıp ev halkına birbirlerini yaralayacak şeyler vermezsiniz.
Aklınız yerinde ve kimse sizi böyle bir şeye zorlamıyorsa.

2 Ağustos 2012 Perşembe

Günden kalanlar


Edep Ya Hu - Hat Muhammet Behiri

http://www.aksam.com.tr/haci-bektas-veli-ve-tasavvuf-7384y.html

"Bu isimlerin bugün bile saygı ile anılmasını sağlayan bazı ortak özellikleri vardır. En başta da güvenilirlik.."


Gölpınarlı Dede'nin Fütüvvet vurgusundaki ısrarı anlamak için Hasan Bey güzel bir hatırlatma yapıyor. Moğol istilası yüzünden, toplumsal bağları zayıflamış, kendi derdine düşmüş bir toplumda tasavvufunda tek başına yapılamayaşı, gözlerin bu dağılmış topluma kayıtsız kalamayacağı. Barış içinde, çalışan, yaşayan bir toplum inşasında güvenilirlik önemli bir ilke. Güvenilirlik neticede bir hâl, insan(/canlı) seçmeyen bir hâl. Öyle temel bir ilke ki, şunlara güvenilir olmaya gerek yok demeyi mümkün kılmıyor. 


"Yetmiş iki millete" saygı, o günler dikkate alındığında, nüfus olarak sayıca bugünden hayli fazla farklı inanıştakilere yönelişin (tek sebeb bu olmasa da) pratik bazı neticeleri de var. Zihinlerdeki barış, huzur arayışı kendi çevresi ile sınırlandığında karanlık bir gölgeyi (farklı olana düşmanlığı) da içinde taşır. Bu gölgenin varlığı ise her zaman bir tehdittir. Nerde, hangi şartlarda büyür, gelişir, kime zarar verir bilinmez. Fakat yine de, "Yetmiş iki millete saygı"yı bir faydaya bağlamak yerine, onu insani bir ilke olarak koymak her zaman daha sağlıklı gibi duruyor. 


İmanın akla bağlanması bugün bile zor kavranır şeylerden. İnsanın kendi iç dünyasını, çevresini dikkate almadan düzenleyebilmesi ne kadar mümkün.Ya dışarısı için güvenililir olmayanın, iç dünyasında tutarlı, dingin olabilmesi, bir kişilik inşaa edebilmesi? Ve böyle huzursuz, rahatsız bir ortamda imanın yeşerebilmesi?  






29 Temmuz 2012 Pazar

Notlar

Bir müddet evvel tahammül mü, hoşgörü mü üzerine bir tartışma Hayrettin Karaman tarafından başlatıldı. Tahammülü one çıkaran bu bakış, internette gördüğümüz bazı yorumlarda benimsenen haliyle, bir tepeden bakış olarak kullanılmakta.

Tahammül fikri, tek başına, içinde güvensizliği barındırıyor. Meseleyi tahammül üzerinden koyduğumuzda elimizdekiler gittikçe azalmakta. Din üzerinden örneklemeye çalışırsak, bugün Hıristiyanlığa, Yahudiliğe ; yarın Şiiliğe, Aleviliğe, Şafilige, Vahabiliğe tahammül ederken buluruz kendimizi. Bir müddet sonra, bir sünni ile bile uyusamadigimız konular için tahammüle ihtiyaçı duyar hale geliriz.

Tahammül insanların farklılıklarına, yanlışlarına odaklanmakata; benzerliklerine değil.

En uç örnek üzerinden düşünelim; tüm zamanların en kusursuz İslam yorumuna sahip olduğumuzu varsayalım  ya da yapıp etmelerimizde, hükümlerimizde 1400 sene onceye gidip danışma imkanına sahip olduğumuzu kabul edelim. Bu durumda dahi bazı durmlarda susmamız emredilmiş.Mesela, başkalarının mukaddesleri hakkında kötü söz söylemek ayetle yasaklanmış. ( Ayet no eklenecek) Onları günaha teşvik edeceği, kışkırtacağı endişesiyle. Bir kesin bilgi içersinde bile, kişiden ümit kesilmemiş, korunmuş.Tahammulun sınırlayıcı çizgisinin dışında tutulmamış. İnanmayanı dahi düşünüp, günaha girmekten koruyan bu ayet hakkında düşünmek lazım.

Hoşgörü ise başkasının özel alanına girmez. Karşısındakine zarar vermedikçe pratikte başkalarının yaşamlarına müdahele etmez. Kendi bildiğine güveni tahammül edene göre daha fazladır. Hoşgörü, tahammüle göre; anlamaya, anlaşmaya, karşındaki ile düzelmeye daha açıktır. Tahammülde görür geçersiniz, sınırlarınızın dışında bir yerde tutarsınız, elinizdekini olduğu gibi korumaya çalışırsınız. Bu açıdan "birlik dükkanı" üzerinden de hoşgörü tasavvufa daha yakındır.


Yine de tahammülün de hoşgörünün de tek başına zorunlu olduğu alanların, olayların olabileceğini teslim etmek gerek. Burda sözünü ettigimiz her ikisininde mümkün olduğu zamanlarda durumu hoşgörü lehine genişleten bir hâli yaşayabilmek.

Oldukça kaba bir genelleme olacak ama, şunu kurcalamak da tamamen anlamsız olmayacak; darülharp ile "Yurtta sulh, cihanda sulh" iki farklı psikolojiye, bakışa işaret ediyor. "Türkün Türk'ten başka dostu yoktur", "herkes bize düşman" " Müslüman olduğumuz için olimpiyatlar bize verilmiyor" düşünceleri, bu karşılaştırmada, eski (güvensiz/ tahammül) anlayışına denk düşüyor.

Düzeltilecek

10 Temmuz 2012 Salı

Ah bu Kızkulesi


Kızkulesinin etekleri ıslanır
Barış'ın usulca bıraktığı dalgayla
Kadıköy'se yol alır homurtuyla

Ah bu Kızkulesi
Boğaz'ın zarif küçük hanfendisi
Takası, şilebi, şirketi hayriyesi
Yıldızsız gecelerde iç geçirir hepsi


foto:http://fotosarmasik.blogspot.com/

30 Haziran 2012 Cumartesi

John Steinbeck - Bilinmeyen Bir Tanrı'ya



İlk defa bir romanda uzun doğa tasvirlerden sıkılmadım. Hatırlarım, çocukken okuduğum "Sefiller"de uzun uzun anlatılan Waterlo Savaşı'ndan, Paris'in kanalizasyonlarından nasıl da sıkılmıştım.

Doğada, onunla bir uyum icinde yaşayan için ölüm fikrini kabul etmek zor olmalı. Romanın kahramanı Joseph içinde öyle olur. Kaybettiği babasının ruhunun bahçesindeki bir ulu ağaçta yaşadığını kabul edere. Böylece yaşayan, üreyen; devamlı bir canlılık/hareket içindeki tabiatla da uyum sağlamış olur. Yüzler unutulurken hatıralar zihnlerde bir sekilde canlı kalır.
Geride kalanların güç alacağı bir haldedir, bazen bir oyun/bazen bir iman.Steinbeck bize atalar dinlerinin, panteizmin insan ruhunda nasıl kök saldığını "Bilinmeyen Bir Tanrı'ya"da en renkli bir şekilde anlatır.

Bizde de çaput bağlanan, kudsiyet atfedilen ağaçları hatırlattı; sedirler, incirler, cevizler. Başucuna sadece bir ceviz ağacı isteyenler. Bir belgeselde Aşık Veysel'in vasiyetini izlemiştim. Mezarının cevresinin yapılmasını istemiyordu ulu ozan. Ondan bitecek otlardan koyunların, keçilerinde istifade etmesini ister.

Çevirinin hakkini da teslim edelim. Bir kez daha usta ısı bir çevirinin okuma keyfini nasıl artırdığına şahit olduk.

6 Haziran 2012 Çarşamba

Notlar



http://www.irancartoon.ir/gallery/album529/goush

Galiba;

Muhafazakarlığın korumacılığının bir iddiası olmak zorunda.

Muhafazakârlık var olanın korunması üzerine de, bu koruma derdi neyin üzerine? Kanımca bu, üzerinde anlaşılmış ve halihazırda sürdürülen bir toplumsal ilişkiler ağı, insana bakış, haddini hududun bilme yani bir medeniyet, toplumsal yaşayış, birlikte oluş algısı/reçetesi üzerine olmalı. Bir arada barış içinde yaşama anlayışı olmayan bir medeniyetten ve onun varoluş iddiasından söz edilebilir mi? Muhafazakârlığın medeniyetle bağlantısı onun yumuşak karnı. Belki paradoksu, kendini sınaması.

Bir arada barış içinde yaşayabilme algısı şaşı bakmaya başladığında, yani şekiller kurumlarla yer değiştirdiğinde sanırım Altemeyer’in “sağ kanat otoriteryanizmi”nden bahsetmek mümkün. İlericiliğin de kendi muhafazakarlığını yaratıp bir arada yaşama arzusunu otoryatirmize dönüştürme ihtimalini paranteze alalım.

Muhafazakarlık bir medeniyet tarzını koruma refleksini içinde taşırken, bu medeniyetin yaşaması için gerekli olacak bir arada yaşama hukukunu da zihinlere yerleştirmediğinde kendi iddiasının altını oymaya başlar. Burda tahammül mü, hoşgörü mü sorusuna tekrar dönmek mümkün. Tahammülün sınırını hoşgörü lehine mümkün olduğu kadar daraltarak.

Tam nereye denk geliyorlar emin değilim ama, ben de uyandırdığı izlenim üzerinden söz edersem; tahammülün tahamül edilen eylemle, eyleyeni red edişi; hoş görünün ise eyleyini redetmeyip eylemi paranteze aldığını, kimseye zararı dokunmadığında görmezden geldiği üzerine. Hoşgörünün zihni, tahammül edenin zihnine göre daha özgür, daha kendine güvenli. Gene de her olay için tahammül yerine hoşgörüyü önermek zor. Pislenmiş bir yorganı sırf pisleyen rencide olmasın, utanmasın diye kaç kişi gizilice yıkayabilir.

Bir arada barış içinde yaşayabilme önerisinin, zihinsel hazırlığı olmalı. Bir arada yaşama iddiası olmayan otoriterdir, elinde başka bir ensturuman yoktur. Yoksa anıtlar, edebiyat uzun soluklu olmaz, sanat bu birlikteliğin gücüne, derniliğine bir işaretidir bir yerde, bunu gaye etmese de.

Farklı medeniyet tanımlarını, bu tanımların bir arada yaşama arzusunu içerip içermediğini sonraya bırakarak.

düzeltilecek

3 Haziran 2012 Pazar

Tiffany'de akşam üstü

Köprünün ayaklarında bir eski somun
Akşamdan sabaha düşleri yorgun
Binbir renge boyanmış haliyle
Ay'ı taşır yağmurlu gecelerde

7 Mayıs 2012 Pazartesi

Deşarj olmak insanlıktan çıkmak değil.


Deşarj olmak insanlıktan çıkmak değil. Deşarj olmak için küfretmemiz, saldırganlaşmamız gerekmiyor. Zaten eğer böyleyse, yani bu bizim normal halimizse, saldırganlığımızı gizlemek için maskelerle dolaşıyorsak, içimizde bir hayvan besliyorsak vah bize.

Tirbün taşkınlıkları, küfürleşmeler senelerdir "ama deşarj oluyorlar", diye mazur gösterildi. Sahadaki sertlikler maçın heyecanına, stresine bağlandı. Açık şiddete, küfüre, kötü muameleye şerbetlendik. Niçin? Klüplerin daha çok bilet, şifreli kanalların daha çok decoder satması, birkaç kulüp başkanının, tribün liderinin egosunun tatmin olması, aptal spor programlarının yapılabilmesi, spor yorumcularının sadece iki bilemedin üç maç için gece yarılarına kadar konuşabilmesi için. Ertesi gün tuttuğumuz takımı savunabilmek, iddiamızda altta kalmamak için gece yarılarına kadar seyrettik. Üstelik maçın özetini seyreden normal zekalı birinin anlayabileceği pozisyonları savunmak için.

İddia güzel. Rakip takımdan arkadaşını rencide etmeden kızdırabilmek de. Ama stadyumlara baktığımızda artık bu pek mümkün değil. Şeref locasında kulüp yöneticileri birbirleriyle karışık otururken, sıradan seyirci vahşi hayvanlar gibi tel örgülerin arkasında; polisin, güvenliğin, kameraların gözetiminde; her an insanlıktan çıkması mümkün olduğu endişesiyle. Birbirine düşman, yana yana gelemeyecek, oturamaycak, birlikte maç seyredemeyecek insanların iddiası, futbolun sosyalleştirici yanı kaldı mı? Artık birbirimizden nefret etmemize sebeb olacak ya da artık o noktaya gelmiş bir oyunun oynanması mantıklı mı? Futbol taraftarlığı kişiliğimizin tek varlık nedeni olarak kaldıysa, ona yapılan saldırıyı kişiliğimize yapılmış bir saldırıyı olarak anlamaya başladıysak, bir yerde yanlış var- kapatalım stadyumları. Kapatalım, bunun bir oyun olduğunu hatırlayana, kazananı tebrik edebilecek, kaybedeni rencide etmeden kızdırabilmeyi becerene kadar da açmayalım.

Futbol neticede ekranda, sahada seyredilen soyut bir şey, spor değil. Seyirlik bir oyun. Normal bir insanın 90 dakika koşarak spor yapması, mücade etmesi beklenen/makul bir şey değil zaten. Maç seyretmek sporla ilgilenmek değil. Bir iddiayı takip etmek, futbol endüstrisine gönül vermek, kulüplerin kasasını doldurmasına yardım etmek. Bu kadar özverinin üstüne bir de seyredeni insanlıktan çıkarıyorsa artık bunun üzerinde düşünmek lâzım.

6 Mayıs 2012 Pazar

Kum, hep kum

Kum, hep kum
Çiçeklerin yapraklarında
Terliklerin içersinde, 
Kapiyi açtigimda eşikte

Karıncaların terkisinde
Gözkapaklarımda ellerimde 
Hangi rüzgar taşımakta bu kumu?


Kumdan dalgakıranlar inşaa eder
Homurtulu damperi dolu kamyonlar
Doğu, kurumuş ırmağına bir dil ararken
Suskun şadırvanların karnı guruldar

29 Nisan 2012 Pazar

Temiz çamaşır

Temiz çamaşır kokusu

Hasta gecelerin avuntusu

Kabuk tutmuş zamanlardan

Sızar sabah uykusu

26 Nisan 2012 Perşembe

Darülbedayi'ye Ayar ya da Muhafazakâr Sanat

Sayın İskender Pala geçenlerde "Muhafazakar Sanat Manifestosu" başlıklı bir yazı ile yeni bir tartışma başlattı. Birkaç gün sonrada Şehir Tiyatroları yönetmeliği değişti ve yapılan açıklamadan anlaşıldığı üzere tiyatrolarda oyun seçimleri belediye memurlarına bırakıldı.

 Sanat akımlarının isimlendirlişi, genelde, eserler bir akım oluşturacak şekilde ortaya çıktıp, sergilenip/okunup izlendikten sonra olur. İskender Pala'nın manifestosu bu manada dini duyarlığı olan gençler için cesaret verici, yönlendirici bir çaba gibi gözüküyor. Çünkü sanat eserinin ayırıcı özellikleri icrası, yazılması esnasında ortaya çıkar. Bu şekilde biçimlendirici ısmarlayıcı bir şeklide olmaz.

Bir muhafazakâr dilden, arayıştan söz etmek gerekirse böyle bir arayış Yahya Kemal ve öğrencilerinin (Tanpınar, Yakup Kadri) bu var. Benzer bir devamlılık Gölpınarlı Dede'nin çalışmalarında, eserlerinde gözlenmekte. (Bu devamlılığın izlerini kanatimce Orhan Veli'de, Oğuz Atay'da görmek mümkün, ayrı bir konu.) Bu açıdan isimlendirilmemiş, buna gerek duyulmamış olsa da bir arayış vardır. Bu yüzden İskender Pala ne kadar bunun dini değil geleneksel olduğunu iddia etse de İskende Pala çapında birinin bundan bihaber olması düşünülemez. Kanatimiz bu arayışın sert ve ayrıştırıcı uslubuyla, birleştirici bir unsuru arayıştan çok bir mevzi tutma gayesi güden, ve bize göre bu yüzden gelenekten kopmuş, geleneğin dışında kalmış Necip Fazıl'ın ayak izlerinin devamıdır. Necip Fazıl'dan geriye gidenelerin, Yahya Kemal'i, Tanpınar'ı atlayarak Mehmet Akif'e ulaşmaları ise enterasandır. Bu pencereden bakıldığı içinde "toplumun bağlarının geçmişten travmatik bir şekilde" koparıldığı iddia edilmektedir.

İskender Pala'nın öngürüsü/temenisi daha edebiyat, tiyatro ile sınırlanmış, bu alanda resim, heykel üzerine bir muhafazakar sanat bakışı ancak sansür üzerinden mümkün. Ve sanatları bir bütün olarak kabul ettiğimizde tesbih yapan bir sanatkarı, hat sanatçısını nereye koyacağız. Zaten geleneksel olan, geleneksel yöntemlerle öğrenilen bu sanatlarda "Muhafazakar sanatçı" nasıl olacak da dönüşecek. Bir ressam, ebruya merak salarsa onu nasıl değerlendireceğiz?

MS'nın tanımı bu yüzden sınırlı bir çerçeve içinde durmakta.Tanım halıcılık, kilim, Türküler gibi halk sanatlırını  da dışarda bırakarak daha çok sanat yapanı biçimlendirmeyi hedeflemekte. Bu biçimlendirme neticesinde yapılacak sanatında "Muhafazkâr Sanat" olacağı öngörüsünde.

Aslında telafuz edilmemiş olsa da, bu akıl yürütme sanatın eğitici, öğretici rolünün olacağından hareket etmekte. Bir düşüncenin, fikrin bir roman, tiyatro, film ile temsili mümkün. Bir tez romanı yapılabilir. Fakat burada belirleyici rol (ortaya çıkan şeyi roman, film, tiyatro olarak kabul etmek için) fikrin, düşüncenin varlığı değil sunuluşunun ustalığıdır. Bu ise sanatçının ideolojisinden, dünya görüşünden bağımsız olarak kişisel yeteneğinin ürünüdür

Darülbedayi'ye gelirsek:



devam edecek, düzeltilecek









30 Mart 2012 Cuma

Bir kabahat olarak neşe



Sakınmak gayesindeki neşe bir dikene dönüşebilir mi? Neşe kendi yurdundan çıkıp teselliden seslenmye başladığında, derde sağırlaştığında, farkında olmadan dikteye dönüştüğünde belki.

Ya da neşe, sırtına defalarca odun yiyip de unutulanın ayakta kalmasına bir koltuk değneği olduğunda; bir ayakta kalma inadı, defalarca dağılanın bütün parçalarını toplamak için bir tutkal olarak kullandığında, olumlu düşünmenin bir aracına dönüştüğünde  kederin sesine sağırlaşıp pekala bir kabahat olabilir.


24 Mart 2012 Cumartesi

Tatil neşesi

Şimdilerde geç saatlerde yayınlanan sohbet programlarının sunucularını Kermit'e benzetmem çocukluktan kalma bir bakış mı bilmiyorum:)

Muppet Show çocukluğumuzun güzel anılarından biriydi. Zamanın meşhurlarını, şimdinin sohbet programlarında olduğu gibi çıkarırlardı. Konu bulmakta zorlanmıyorlardı. Bohemian Rapsody'nin klibi bile dalga geçilecek bir konu olabiliyordu. Tabii Muppet Show'un karakterlerine göre yeni bir yorumla, uslupla:)



Bizde de bir kukla geleneği olmasına rağmen üzerine gidilmemiş nedense. Oysa çocukken televiyonda Ramazan programlar arasında oynatılan Karagöz ve Hazivat'a nefesim kesilen kadar güldüğümü hatırlarım.

Bizdeki mizah sanatçıları daha çok taklite yönelmeyi seviyorlar. Senaryoya bağlı uzun süreli işlerin daha maliyetli, ekip işiyle yapılmış olmasından herhalde. Amatör zevkle işe başlandığından olsa gerek.

Pide klibinin ekibinin de amatör bir ruhla yapmış olduğu klipler eğlendirici çalışmalar:)




Genede her başarılı çalışmanın yüksek bütçeyle yapılması şart değil. Bir oyuncak ayı ile yapılmış Misery Bear buna en güzel örnek sanırım.

Arkadaşını yemeğe çağırmış bir oyuncak ayının hazırlığındaki detaylar, günümüz insanın telaşını hicveden uslup şaşırtıcı ve oldukça zekice hazırlanmış.

Yeni Türk Ticaret Kanunu 1

Eğer bir erteleme olmazsa, yeni Türk Ticaret Kanun'u 1 Temmuz 2012'de bazı maddeleriyle yürürlüğe giriyor. Yürürlük tarihleri itibariyle kademe kademe uygulamaya giriyor olacak.

Yeni kanun ne getiriyor? İlk göze çarpanlar :

* Yeni kanun ortakların şirkete borç para vermesini yasaklıyor. Daha evvelki vergi kanunlarıyla ortakların şirketten borç alması yasaklanmıştı. Bu sefer de borç para vermesi engelleniyor ve sıkı cezalar, hapis dahil, öngörülüyor.

*Yürürlükteki tekdüzen muhasebe sistemi 2013'ün başından itibaren kalkıyor. Yerine daha oyuncaklı bir muhasebe sitemi olan TFRS geliyor. Fakat TFRS'nin hesap planı henüz ortada yok. Eski kurul bir çalışma hazırlamış, ama yeni ihdas edilen Kamu Gözetim Kurulu'nun bunu kabul edip etmeyeceği, değiştirip değiştirmeyeceği belli değil. Ve maliyeninde bazı konulara itirazı olduğu da söyleniyor. Bu yüzden şu anda verilen eğitimler afaki bir hesap planı üzerinden yapılıyor.

* Yeni kanunla, mali tablolarun eski adlarıyla gelir gider, bilanço ve eklenen net akış tablosu ve ortaklar tablosunun kurulacak internet sitesinde ilan edilmesi zorunluluğu getirildi.

* Faturalarda, perakenda satış fişlerinde, teklifnamelerde ve işle ilgili tüm evrakta şirket hakkında ticaret sicil kaydının nosuna kadar detaylı bilginin yer alması isteniyor. Bunun yanında şirketler için tasdik edilmesi zorunlu yevmiye, kebir, envantere ek olarak üç defterin daha tasdik ettirlmesi gerekiyor.Ve bunların kapanış tasdiklerinin yapılması şart koşuluyor. İleri bir kanundaki! bu noter sevgisi, beyana güvensizlik ise anlaşılır gibi değil.

* Kanun denetçilik konusuna da el atmış ve üç çeşit denetçiden bahsetmiş, işlem denetçisi, faliyet denetçisi, özel denetçi. İşlem denetçiler şirketlerdeki sermaye artırımı, genel kurul çalışmalarında raporlama yapacaca ve temmuz 2012'de yürürlüğüe girecek. Faliyet denetim ise 2013'de başlayacak ve tüm şirketler için zorunlu olacak. 2013'ün başında şirketler genel kurul kararıyla denetçileri atayacak.

Kimler hangi şartlarda denetçi olacak henüz belli değil. Başlangıçta beklenti, Türk Ticaret Kanunda ifade edilen denetim işlerini piyasadaki ruhsatlı muhasebecilerin yapacağı yönünde idi. Bu yüzden muhasebeciler tarafından yeni bir iş olanağı olacağı ümidiyle geniş bir destek gördü. Kimlerin denetçi olacağını tespit diğer konularda olduğu gibi Kamu Gözetim kuruluna devredilmiş. Kamu gözetimin bu işi sınavla yapacağı, bu işi büyük denetim firmalarının muhasebe bürolarına bırakmayacağı yönünde. Muhasebe piyasasında da tıpkı aile şirketleri gibi küçük firmaların tasfiyesi kısa bir süre sonunda gündeme gelecek gibi gözüküyor.

Kanunun bu haliyle yürürlüğe girmesiyle bir çok limited ve anonim şirketin önünde iki seçenek olacak;  şirketi kapatma ya da nevi değiştirme. Nevi değiştirmek, mevcut işletmesini kapatmak, adi ortaklık kurarak çalışmaya devam etmek. Kapatacak ya da nevî değiştirecek limited ya da anonim şirketlerin sayısında bir tahminde bulunmak zor. İyimser tahminler beşte birinin kapanacağı yönünde.

Uzmanlar, eğitmenler bu konuda oldukça lakayt bir tavırla, "zaten onlar şirket değildi, kapanırsa kapansın", demekte. İnsanın ekmek yediği, zamanında olmasa da iyi kötü para aldığı bir işletme için böyle konuşması üzücü. Nihayetinde iyi kötü para kazanan, eleman çalıştıran yerler bu işletmeler. Nevî değiştirmeyip kapatan işletmelerde işsiz kalacak olanlara bu kadar umursamaz davranılmamalı diye düşünüyorum. Kaldı ki, gene bu ülkenin kanunlarıyla özendirilerek kurdurulan şirketlerin çalışma şartlarının bu şekilde ağırlaştırılmaları da hakkaniyete uymuyor.

Son not; kulislerde konuşulanlar kanunun, tarih vermeyelim, yeni kanunun erteleneceği yönünde imiş.

8 Mart 2012 Perşembe

Baharı beklerken


Üsküdarlı kumrular valizlerinin telaşında

Kargalarsa demlenmekte bir yaz uykusuna

Güneş baharı toplarken martın ayazında

Aşıklar arşınlamakta hastahane koridorlarında

6 Mart 2012 Salı

Eğitim üzerine notlar :

* Eğitim vatandaşlar için bir hak, devlet içinde yapılması gereken bir ödevdir. Bu yüzden eğitim, anayasa ile güvence altına alımış kamusal bir hizmettir.

* İLO'nun aldığı tavsiye kararlarında çocukların çalışma yaşının üye ülkelerde 16 ya çekilmesi öngörülmüş. Genel kabul 14 yaş, ama bizde 13 yaş olarak uygulanıyor.*

* Eğitimi üzerine ilk düşünceler "bireyi toplumsal hayata hazırlamak" olmuştur. Buna toplumsal hayata alıştırmak, belli bilgileri/müfredatı öğrenmek, toplumun benimsediği yaşam tarzına uyum sağlamak eklenebilir. **

* Eğitimin sosyal tabakalar arasında hareketliliği sağlayabilmesi için fırsat eşitiğini sağlıyor olması lazım. Bunun için çocukların yeteneklerinin açığa çıkabileceği imkanlara ulaşmakta bir engelle karşılaşmaması, yetenekleri çerçevesinde eğitim görmeke zorlanmaması, aldıkları eğitimi hayatta kullanabileceleri imkanlara adil olarak ulaşabilmeleri gerekir. Her kademedeki engelleme hem sosyal tabakalar arasındaki hareketliği bozmuş olacak hem de toplumsal değişmeye/gelişmeye
engel olacaktır.

* Eğitimciler okula başlayan çocukların farklı ekonomik - sosyal gruplardan gelmeleri açısından eşit başlamadığını söylemekte. Bu farkın nasıl kapatılması gerektiği kendi başına bir sorundur. Okul öncesi eğitim bunun için önerilmiş çözümlerden biridir.

* Eğitim aynı zamanda, öyle ya da böyle bir aidiyet üzerinden vatandaşlık inşa eden bir yöne sahiptir. Bu aidiyetin oluşumu neticesinde yasalara uyan, başkalarına saygılı bireyler yetişecekse bu aidiyetlerin tanımı üzerinde dikkatlice düşünmek gerekir.

* Çocukların mesleki eğitime yönlendirilmesinde okul eğitimine başlamadan önceki sosyal farkların kapandığı, yeteneklerinin ortaya çıkmasında bir teddütün oluşmayacağı, İLO sözleşmlerinin ve tavsiyelerinin dikkate alındığı yaşları beklemek faydalı olacaktır. Yaz kampı, ek ders, seminer, seçmeli dersler vs gibi seçeneklerle verilebilecek eğitimler için yeteneklerinin dışında eğitimere çocukların yönlendirilmemeleri de iyi olacaktır herhalde.

*Karma eğitim üzerine son bir söz; kız okullarının/erkek okullarının tekrar tartışıldığı bir dönemde; erkek kardeşi ya da kız kardeşi olmayan çocuklar için karma eğitim karşı cinsi tanımak açısından bir fırsat. İlerki hayatlarında karşı cinse nasıl davranılır, sınırlar nedir vs. öğrenmek açısından. Bunun ötesinde, illa bir fayda ummadan, daha eşitlikçi olduğu için karma eğitim daha savunulur ve makul gözüküyor.


*Sosyal Politika sh.255-AÖF yayınları
http://eogrenme.anadolu.edu.tr/eKitap/CEK101U.pdf
* Sosyolojiye Giriş 219-232-AÖF yayınları
http://eogrenme.anadolu.edu.tr/eKitap/SOS101U.pdf

23 Şubat 2012 Perşembe

Necip Fazıl'ın sözü ayet mi?

Kindarlık üzerine söylenen sözler yaygınlık kazanıyor, resmi olarak telaffuz edilir hâle geliyor. Kin dün bir suçlama idi. Bugünse kabullenilmiş ve savunulur bir şeye dönüştü.

"Düşmanımız kindir bizim", "Yetmiş iki alem birdir bize"den geldiğimiz nokta düşündürücü.

Söz Necip Fazıl'a izafe edilip yapılan eleştiriler bertaraf edilmeye çalışılıyor; bayram değil, seyran değil bu da nerden çıktı diyenlere.

Kin üzerinden bir adalet, insanlık tesisinin yolu pek gözükmüyor, ne kadar istisnalar üzerinde düşünülüp parantez açılmaya çalışılsada.

Yönetmek için kitleleri diri tutmaya yarayabilir belki, doğabilecek yıkıcı sonuçları görmezden gelebiliyorsanız ki, savaş şartlarında bile bir savaş adaletinden söz edilecekse orda bile kullanılır bir şey değil.

Bugün kin, diğer bütün kavramlar gibi, söyleyininden bağımsızlığını ilan ederek gündemimize oturdu, üzerinde düşünmek ve bir şekilde kavramı aşma mecburiyetiyle birlikte. Mecburiyet, beraber ve barış içinde yaşayabilmenin yollarını aramaktan, tesis etmekten, yaşatmaktan.

Yıkıcı etkiden söz açmışken; Habil, Kabil'den de sorumlu mudur? Kabil'i Kabil yapan şartlarda bir dahli olmasa da, kardeş olmaktan kaynaklanan bir sorumluluktan bahsedilebilir. Hele kimin, ne zaman Habil, ne zaman Kabil olduğu, olacağı, olabileceği belli olmayan bir zamanda.

Kine tutunarak yaşamak bir düşmanın varlığı ile mümkün. Düşmanla yaşamak, öfke duyarak yaşamak bir seçim bazen ve insanî. Ama düşmanı olmak demek öfkeyi, kini yaşatmaya bir mecburiyet değil. Kini, öfkeyi ayakta tutmak için düşman icad etmekse bir zulüm olur herhalde.

9 Şubat 2012 Perşembe

Tinerli şiir

Perili köşklerin ahalisi tinerden serhoş

Akşamdan kalan zincir sesleri ne hoş

Soğuk duvarlara dayanıp da uyumuş kehf

Kırılmış zincirlerle herkesin başı hoş

ya da

Tinerden serhoş perili köşkün tüm ahallisi

Gece tek tek kırılmış zincirlerinin hepsi

Soğuk duvarlara dayanıp da uyumuş kehf

Kalan kırıntıları toplayansa köşkün fareleri

4 Şubat 2012 Cumartesi

..

Gönlü teskin içindi at, fil, kale

Ateşe tahammül içindi bir yerde

Devirdi keşişlerden biri taşları

Cebine doldurdu diğeri, devirdiler dağı

Ufalanmış ekmekle doldurdular tahtayı

Soğuktu ve kuşların karnı açtı

1 Şubat 2012 Çarşamba

..

Tut ki şarabız yıllanmaktayız

Ondan dumanlanan dimağımız

Pespayeleşip de sirkeleşmemiz

Kokusuyla dönüp dönüp durmamız

30 Ocak 2012 Pazartesi

Karda yürümek zordur


"Onlar, biz evlerimizde sıcacık otururken, gece başımızı yumuşak yastığımıza dayayıp uyurken, bu soğuklarda dışarıda yaşam savaşı veriyorlar. Çoğumuz onları yiyecek ararken ya da soğuktan sığınacak küçücük bir köşe kollarken fark ediyoruz. Fakat onları fark etmeyenlerimiz, yanlarından öylece yürüyüp gidenlerimiz veya onları hiç umursamadan yoluna devam edenlerimiz de mevcut, sanki görünmezlermiş gibi... Ama onlar tıpkı bizim gibi üşüyorlar, acıkıyorlar ve konuşamıyorlar. Biz karnımız tok sıcak yataklarımızda yatarken, onların aç bilaç soğuk kaldırımlarda titremeleri sizce adil olur mu? Lütfen dışarıda bu kar kıyamet varken, evden kalan yemek artıklarınızı çöpe atmayın! Kapınızın, bir parkın, ormanlık alanlara yakınsanız uygun yerlere bırakın. Hayvanlar çok aç, normalde mama dağıtımı yapan bir çok gönüllü yollar kapalı vb nedenlerle bir çok yere ulaşamıyor. Hatta imkanınız varsa bahçe kapınızı / depo / garaj kapınızı açık bırakın - en azından geceleri sığınabilecekleri bir yerleri olsun! Çünkü bunu yapmak için "hayvan sever" olmak gerekmiyor, "insan" olmak yeterli!"

Kaynak:
http://www.facebook.com/#!/media/set/?set=a.10150560668189182.415891.180936529181&type=3


Sefika Kutluer - Pavane po.50 ile ediker18

26 Ocak 2012 Perşembe

Çeşmi Siyah

gece, çeşm-i siyaha düşen kirpiklerindendir

yüce dağların puslu yolları canın derdindendir


17 Ocak 2012 Salı

Seçkinci Kültürel Bakış??

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1075706&Yazar=EZGI-BASARAN&CategoryID=98

Beşir Ayvazoğlu'nun röportajı kitle kültürü/halk kültürü ile yüksek kültür diye isimlendirilen kültür üzerinden yürütülen tarışmaları hatırlattı. Beşir Ayvazoğlu, ya şehire gelenlerin bir kültürel geçmişlerinin olmadığına inanıyor ya da bu kültürle şehirde (/burjuva(?)) üretilen kültür arasında bir hiyerarşi kurmakta.

Yazarın seçkincilikle suçlandığı kesimin halk müziğine olan aşinalığını, emeğini görmezden gelmemek lazım. Bugün klasik Türk Müziği diye adlandırılan müziğe Bizans Müziği diyenler de olmasına rağmen, içlerinde bu müziğe saygıyla yaklaşanların sayısı oldukça kabarıktır. Gerek yerli senfonik eserler, gerek Anadolu Rock ve hatta hafif müzik bu kaynakla uzun süre ilinti olmuştur. Ya bu kültürlerin arasındaki geçişkenlikler? Fuzuli okuyan Kazancı Bedih'i nereye koyacağız? Aruzla yazılmış Halk Türküleri ya da makamlı türküler? Kentte yetişmesi düşünülen yeni burjuvalar bunlara sırt mı dönecek?

Sanat hakkında malumat sahibi olmak güzel de bu bir seyircilik vasfı nihayetinde. Ama sanatla uğraşmanın gayesi amatörce olsa bir şeyler yapabilmek olmalı  ve aynı zamanda, bir müzik aleti çalmak, çalan şarkıya eşlik edebilmek de olsa gerek. Yazar tarafından burjuvaya yüklenen misyon sanat eserinden anlamak, konsere gitmek, hat/tezhip satın alarak sanatçının yaşamasına imkan tanımaktan öteye gitmiyor.

Seçkincilik eleştirisi bir başka seçkinci bakıştan yapılıyor gibi duruyor.