30 Eylül 2010 Perşembe

Not

'İnsanlık' bir güzele yönelmedikçe, huzur vermedikçe bir yük, yerine getirilmesi mecburiyeti olan bir görev olarak olarak kalır. (?)

24 Eylül 2010 Cuma

"Sakın, olduğun gibi görünme, göründüğün gibi de olma!" yazısı üzerine

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/?i=11856&y=DucaneCundioglu
http://tvnet.tv.tr/?i=5261

Dücane Bey'i eğer yanlış anlamadıysak, insanın bir geçmişinin olduğunu hesaba katmıyor. Tarihi, geçmişi, duruşu olmayan, hiç bir şey biriktirmemiş bir insan. Bu yüzden kendini gerçekleştirmekte olan insanı, sanki her seferinde sıfırdan başlarmış gibi kabul etmek zorunda kalıyor. Bir çok şeyin, olayın içinde değil de tek bir hakikatin varlığına yüzünü dönmüş sadece ona doğru ilerleyen bir insan resmi gördük anlatılanlarda ve dinlediklerimizde. Zamanla olgunlaşacak değil de bir anda aydınlanacak bir insan bu. *

İnsanın, bütünlüğünü kurmak için yalnız olması gerektiğinden bahsediyorlar.

"Zayıflığa tahammül edememek" üzerine kurulu bu düşünce, insanın kendini bir içebakışla keşfedileceğini varsayıyor sanki, bir sosyalliğin içinde değil.

"Ey talib, sakın, başkalarına, olduğun gibi görünme, göründüğün gibi de olma, yoksa seni çok üzerler, sana eziyet ederler, insanını ezerler, çiğnerler, mahremiyetine tecavüz ederler. " Çile ? Eziyete açık olmayan insan nerede pişecek. Belki şunu söylemek mümkün ayağa kalkamayacak kadar aciz bir insan için geçerli olabilir ama yolcu için? Maskelerinin arkasına saklanan insanlar, hangi aynada kendilerini görecek?

Bir de batında yakın olan zahirde nasıl uzakta olur? Hay olan, hayatı yaratan, her an yaratmada olan zahirde uzak olabilir mi?


*40 Dört yol kesen manevi kus, halkın gönlünü yurt edinmistir.
Bütün gönüllere emir olursan, ey kisi, bu zamanda Allah halifesi sensin.
Bu dört diri kusun kes baslarını da ebedi olmayan halkı ebedilestir!
Bu kuslar, kaz, tavus, kuzgun ve horozdur. Bunların içlerdeki benzerleri de dört huydur.
Kaz hırstır, horoz sehvet. Makam tavusa benzer, kuzgun dilege.
Mesnevi 5. cilt

20 Eylül 2010 Pazartesi

Sonbahar

Dökülür eylül sert rüzgarlarla ekimin üstüne

Soğuk ve karanlık bir atlı girer düşlerimize

Küskün pencereler kurşuni bir sabaha açılır

Güneşse hep aynı akşamın üstüne doğar rinde

10 Eylül 2010 Cuma

'Pas'



"Sovyet gazeteci Ovçinnikov, Japonya anılarında şöyle der:

Burada zaman, tek başına, sanki şeylerin yapısını gün ışığına çıkarıyor. Japonlar bu yüzden, büyümenin izlerini incelemekten özel bir haz alıyorlar. Yaşlı bir ağacın koyu rengi, bütün sivriliklerini yitirmiş bir taş parçası, hatta üzerinde gezinen sayısız ellerden kenarları sararmış bir resim onları korkunç etkiliyor. Yaşlanmanın bu izlerine saba diyorlar, yani kelimesi kelimesine çevirecek olursak 'Pas'. Saba; bu yapay olarak elde edilemiyecek bir pastır, eskinin büyüsüdür, mührüdür, zamanın 'patinası'dır"*


Pas deyince aklıma nedense eski, karaya oturmuş şilepler gemiler geliyor. Ömrünü tamamlamış, emekliye ayrılmış, terkedilmiş, görevini yerine getiremez hale gelmiş gemiler.

Bütün eski eşyalar işlevini yitirmiş ya da değerini kaybetmiş değil tabi. Eskidikçe değeri artan antikalar, resimler de var, zamana yenilmeyen.

Eski bir şilebi değersiz kılan, antikalara değer biçen de göz sonunda. Yine de tamamen görüşten ibaret değil eskiyi değerli kılan. El emeği ile sanatkarının yaptığı, sayıca az kalmış olmak, bir daha yapılamacak olmak da bir özellik olarak kabul edilebilir belki.

Galiba zamanın sıradan olanla olmayanı ayırma kabiliyeti var. Yaşanandan bir tortu çıkarak geçmişe dahil etme ve onu bugüne bir değer olarak taşıma gücü, belki.

Fakat 'saba' ya da 'pas' bundan daha fazla bir şey. O bizzat bir değer olarak zamanın bıraktığı bütün izleri kapsıyor; nesne ayırt etmeden, nesneden çok onda bıraktıklarına bakarak.

Üzerinde düşünmek lâzım ...

* Mühürlenmiş Zaman