24 Kasım 2010 Çarşamba

Moğolları izlerken




Yağmanın kör vakti, kandiller söner
Ufkumuzdan kaybolan insan düşer
Seyre dalmış dünya sessiz, ilgisiz
Köhne ıssızlarda âşıklar döner


.

17 Kasım 2010 Çarşamba

"Aydınlanma"?

"Tarihin en kan dökücü toplumlarına şöyle bir bakın... Hepsi "Aydınlanma" sonrası ortaya çıkmıştır." - Haşmet Babaoğlu.

"Aydınlanma"nın vardığı yer ya da neticelerinden biri kan dökücülük müdür? Batı felsefesi aydınlanmada kalmış yahut üzerine bir şey koyup kendini geliştirememiş midir?

Yazının girişinde bulunan bu ima'nın arkasında batının hastalıklı bir zihin yapısına sahip olduğu varsayımı yatıyor. Batının kötü bir güç olduğu yolundaki bu varsayım, oksidentalizmin temel varsayımlarından biri.

"Sapare Aude! Aklını kendin kullanmak cesaretini göster! Sözü şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır.! ...Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık....." (Kant)

İnsanın, kendine "aklını kullan" diyen bir düşüncenin karşısına dikilmesi öyle kolay bir şey değil. Tersinden bakarsak, bir insana 'aklını kullanma!' demek bugün için kolay kabul edilebilecek bir şey değil. Neden, nerede diye bir açıklayıcı soru ile karşılaşmak her zaman mümkün.

Düşünmenin engellediği şeylerden bahsedilebilir. Beceri gerektiren, sezgilerle mükemmeleşecek alanlar olabilir. Bir sporcu kazandığı tecrübeyi uyguladığı sırasında neden, niçin sorularını sormaya kalkarsa dikkati dağilabilir, geride kalabilir ya da bir sanatkâr renk seçiminde sezgilerini bir kenara bırakırsa konsantrasyonu dağılabilir. Burda ustası/hocası ona "düşünme-yap!" diyebilir.

Düşünme bir kanat germe, tıkanmış olana destek olabilir belki - 'Düşünme sen bunları' derken. Ki diyen burada muhtemelen bir sorumluluğu üzerine almış da olabilir, çözümü hayatın akışında aramasını tavsiye etmiş de olabilir.

Ama bir mühendise binanın mukavemetini hesapladığı sırada düşünme denemez. Bir ilaç için deneyler yapan bilim adamına da.

Hayatî bir karar almak üzere olana da 'sen düşünme!' denmez. Üniversite sınavında bir okul yazacak olan öğrenciye, kendi sorumluluğunu almak üzere olana düşünme denmez, denemez. Başarının da, başarısızlığın da sorumluğunu almak onun hakkıdır. Burdaki 'düşünmeme!' aynı zamanda onun özgürlüğüne bir müdahaledir de.

Akıl, düşünme insanın kendi sorumluğunu almasının aracıdır. Düşünemeyen bir insana ne bu dünyada, ne de öteki dünyada sorumluluk yazılabilir. Düşünmeyi başkasına bırakmış olana ise herhalde neticelerinden (muhtemelen o da cezaî olanlardan) bir sorumluluk yazılır, var olanı kullanmamaktan dolayı.

Öte yandan akıl, insanın kendi çıkarı lehine mazeretler üretmekte de mahirdir. Vicdanın ve merhametin rehber olmadığı durumlarda, akıl duracağı yeri bilemiyebilir.

Haşmet Babaoğlu'na geleneğin yaşatılması konusunda katılıyoruz.

Tamamlanacak, düzeltilecek...

14 Kasım 2010 Pazar

Rekabet

Televizyonda tasavvuf sohbetine katılan meşhur bir profesör, insanların " fırka fırka" yaratılmış olmasının arkasındaki hikmeti "rekabete" bağladı ve rekabetle devletçilik arasında bir bağ kurup, devletçilik fikrinin artık değerini yitirdiğini sözlerine ekleyerek bitirdi.

Devletin uyguladığı ekonomi politikaları neticesinde bazı insanlar fakirleşiyor, bazıları zenginleşyiyorsa ve bu bir müdahelenin neticesi ise ekonominin kendi haline bırakılması da, rekabete açık olmasıda o kararları alanlar açısından bir sorumluluk taşır.

Rekabetten anlaşılan daha çok üretim, daha çok tüketim ise yani daha çok kazanç ise ve bu gelimişmenin tek göstergesi ise mekanik bir dünya görüşüne teslim olmuşuzuz demektir.

Gelir dağılımı üzerindeki etkisini bir an için bir kenara bırakalım ve rekabet her alanda verimli midir sorusu üzerine düşünelim? Tekel oluşturabilecek malların, kamusal malların (adalet, eğitim, sağlık)üretiminde pek çok sorun vardır.

Kamu maliyesinde iki tür kamusal mal kabul edilmiştir : 1-Tam kamusal mallar 2-Yarı kamusal mallar.

Tam kamusal malların özelliklerinden bazıları; bölünememeleri, pazarlanamamaları, kişisel talebe konu olmamaları, toplumu oluşturanlar faydalarından mahrum edilemez oluşlarıdır. İç dış güvenlik, adalet tam kamusal mallardandır. Siyasi karar alma mekanizmaları ile üretilir.

Yarı kamusal malların üretimindan ise halk mahrum edilemez. Kısmen pazarlanabilir, fiyatlanabilir, piyasada üretebilir ama üretiminden halk mahrum edilemez. Eğitim ve sağlık bu gruptandır.

Bunların dışındaki barınma, ulaşım, beslenme gibi temel ihtiyaçalarında sosyal devletin ilgisi içinde olduğunu eklemek gerek. Bunların yanında petrol, telefon vb stratejik sektörlerdeki tartışmları eklemek gerek.

Devletin ekonomiden tamamen çekilmesini arzuluyanların, sosyal devlet ilkesi çerçevesinde, kamusal malların ve kamusal mal olmamasına rağmen bir insanın hayatını sürdürmesi için lazım olan malların nasıl üretileceğini, nasıl dağıtılacağını açıklamaları gerekir.

Devletçilik aynı zamanda bölgeler arasındaki gelişmişlik dengesizliklerinde de gidermek için devlet ekonomiye müdahele etmek zorunda kalabilir. Bölgeler arasındaki dengesizliklere ilgisiz kalmanın neticesi göçtür. Kamu iktisadi teşebüsü kurmayıp özel sektöre yol veren irade sonunda , kulağını tersten gösterek, teşvikler yokuyla kaynak aktarmak zorunda kalır.

Bütün bunlara ek olarak, ekonomide her dönem değiştirmeden kullanılabilecek sihirli formüller yoktur. Ekomonmi politikaları dünyadaki ekonomik gidişata göre farklı formülleri kullanmaya ihtiyaç duyabilir. Kimi kriz dönemlerinde devletin bazı sektöreleri koruması, bazı malların ithalini engellemesi, piyasada fiyatı tespit etmesi, bizzat mal üretmesi gerekebilir. Gün gelir devlet et ithal etmek zorunda kalır, gün gelir devlet banka satın alıp sektörde en büyük olabilir.

Ayetlerin ve hadislerin, gelişigüzel, günün hakim ekonomi/siyasi politikalarına destek olacak şekilde yorumlanması, yorumlayanlara olan güveni sarsabilir.

7 Kasım 2010 Pazar

Tanpınar

Tanpınar' ın bakışını bir kimlik arayışı olarak kabul etmek eksik gibi. Kimliği de içine alan bir dönüştürmeden bahsediyor; iktsadı, siyaseti vs ile.. . Tanzimat ile başlayan, kendi yolunu arayan bu modernleşme, dünyayı anlama, yeniden değerlendirme çabası. Cumhuriyetle başlamış, aydınları sürükleyen bir nehir değil bu. Gözlerini açtıklarında zaten yol almış bir gemideler. Tanpınar ve Yahya Kemal, bu nehre yol verenler, onu şekilendirenler arasında. "Yeni için" bagajlarında neler olacak derdini taşıyan bu insanların, onu yönlendirdiğini, ona yol aradığını söylemek yanlış olmaz herhalde. Bugün hale konuşuluyor oluşlarıda bunun bir ispatı olsa gerek.

Tanpınar'ın ve Yahya Kemal'in geçmişle duygusal bir bağları olsa bile; gidşatı durdurmak, tersine çevirmek gibi bir dertleri yok. "Huzur" un kahramanlarının hiç biri yenileşme karşıtı değil. Dertleri nasıl olmalı, neler muhafaza edilmeli, neler bırakılmalı, iktisadi kalkınma nasıl olmalı; bütün bunların zihinsel, kültürel arkaplanı ne olmalı.

Bugün, günlük siyasi kaygılarla, kimlik üzerinden yapılan moderleşme eleştirileri revaçta. Daha çok da, modernleşme hareketinde yapılan yanlışlar üzerinden, onu olumsuzlamaya çalışan bu çaba, bir siyasî bakışın neticesi gibi duruyor.

5 Kasım 2010 Cuma

Rubaî

Mef û lü - me fâ i lün - me fâ î lü - fe ûl
- - * / * - * - / * - - * / * -

Dalgın gece şimdi üstümüzden dökülür
Doğmakta olan bu dünyadan dert kaçar
Artık yükü doldu teknenin doldu zaman
Mahzunlara her daim hep rahmet saçılır

1 Kasım 2010 Pazartesi

Hakikat?

Bir olayın hakikati geçmişte bir yere göre bir hakikat. Bir fotoğraf çeker gibi, zamanda bir tespit. Durduğumuz yerden, anlatılanlardan bir eğreti, emanet bakış. Ve bizi hüküm için, bir keskin bakışa zorlayan bir bakış aynı zamanda. Söylenecekten, yapılacaktan da sorumlu olunacak bir zorlayış. Hiç bir şey yapmamanın, susmanın da bir sorumluluk olduğu bir zorlayış.

Bu zorlayışın bastığı zemin tereddütlü bir insiyatif hâli. Mükemmeli hep ileri bir zamana erteleyen.

Şaşı bir çırağın elinde; kırılıp, dökülmeden kavranmıyacak bir hakikat bu. Hem çırağı, hem de etrafını yaralıyacak bir sorumluluğun yüküyle birlikte.

tamamlanmadı