29 Ocak 2011 Cumartesi

Beş Şehir





"Güzelin en büyük hususiyeti her an yeni gibi görülmesinde, her an bizi kendisine ve kendisinde uyanmaya zorlamasındadır." (sh.178)





Uzun, heyecanlı, duygusal tasvirler; bir sürü hikaye, kişi, mimarî yapı... Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul... Beş Şehir alışıldık bir gezi kitabı değil, hatta gezi kitabı demek bile pek yerinde değil. Daha çok bir kronoloji üzerinden kültür tarihi belki. Tanpınar'ın çabası, muhtelif zamanlarda yaptığı geziler ya da yaşadığı yerler hakkında kendinde oluşan intiba ile birlikte bu yerlerin kültür haritasını çıkarmaya yönelik. Her şehrin parlak oldukları devirler o şehirlere birer damga vurmuş. Örneğin Erzurum için Şelçuklular devri, Bursa içinse Osmanlı devrinin kuruluşunda başşehir olduğu zamanlar... Tanpınar'da bu dönemlerden yola çıkarak mimarîden, çinisine, vitrayına; ağaçlarına, bahçelerine, halkın alışkanlıklarına kadar bu küçük hacimli kitapta pek çok detaya girer. Bütün bu ayrıntılar dikkatli ve meraklı bir gözün neticesi besbelli.

Tanpınar Beş Şehir'i yazma sebebini bize son bölümde açıklar gibidir:

"En büyük meselemiz budur; mazi ile nerede ve nasıl bağlanacğız, hepimiz bir şuur ve benlik buhranının çocuklarıyız." (sh.208) der.

Tanpınar neticede net bir formül önermez. Geçmişte kendisi için önemli gördüğü konulara işaret etmekle yetinir. " En iyisi, bırakalım hâtıralar içimizde konuşacakları saati kendiliklerinden seçsinler. Ancak bu cins uyanış anlarında geçmiş zamanın sesi bir keşif, bir ders, hulâsa günümüze eklenen bir şey olur. Bizim yapacağımız yeni, müstahsil ve canlı bugünün rüzgârına kendimizi teslim etmektir. O bize güzelle iyinin, şuurla hulyanın el ele vereceği çalışkan ve mesut bir dünyaya götürecektir" (sh. 208.) Tanpınar'ın önerisi geçmişe uyanık bir kalp ile bakmak, onu öğrenmeye çalışmaktır. Günün şarları geçmiş ile bugünü kendiliğinden bir araya getirir demektedir.

Gelecek için bir felsefe, düşünce sistemi önermez ama bir takım hasletleri içinde barındıran okullara da işaret etmeden duramaz.

Konya'da izlemiş olduğu bir semâ töreninin ertesi gününü anlatırken " O akşam semâ'da gördüğüm insanları ertesi sabah çarşıda, pazarda işlerinin başında ve bir talebimi lisede karşımda görünce hakikaten şaşırmıştım. Onları ben arkalarında esen Rast'ın sert rüzgârında uçup gitmiş sanıyordum. Bu ölen ve ertesi sabah dirilmenin sırrını bilen insanların arasına katılamadığıma, o neşveyi bulamadığıma şimdi bile içimde üzülen bir taraf vardır" (sh.88) der.

Beş Şehir'de Tanpınar aziz dostum diyerek adını andığı A. Gölpınarlı'nın Mevlevîlik tanımını, Konya bölümünde tekrarlar gibidir. İlâhî aşkta kendini kaybettikçe hayatı ve insanı bulur.(sh.84) Hayata ve insana yayılan aşk tarifi Gölpınarlı Dede'nin Mevlana Celaleddin Hayatı, Eserleri, Felsefesi kitabında da benzer bir şekilde yer alır.1 Sanki onun fütüvet ve ahilik vurgularını takip eder gibidir.

Hayata ve insana yayılmayı ya da insanı önemseyen bir bakışı benzer bir şekilde Tanpınar'ın Huzur'unda da görüyoruz. Yazar bunu kastederek mi yazmıştır, yazdıklarından bu netice çıkar mı bilemiyoruz ama romanda sadece üretimi ve gelişmeyi öne süren İhsan hep hastadır, eskiyi tamaman inkar eden Suad intihar eder, geçmişi amcasıyla beraber yaşayan Nuran, hayatı hazları ile yaşayan kocasına dönerek kaderine razı olur. Bir tek Mümtaz yazarın Şeyh Galib'e formüle ettirdiği

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen,
Merüm-î dîde-i ekvân olan âdemsin sen!


İyi bak kendine, âlemin özü sensin.
Sen varlığın gözbebeği olan âdemsin.


bakışı ile buhrandan çıkar. Bütün roman kahramanlarının fikirlerini kendinde toplayıp bunları Şeyh Galip'le mühürlediğini, bize bir sentez için bir ipucu bıraktığını söyleyebiliriz.

Beş Şehir'de, "Mevlevîlik ne tevazu ve mahviyeti, ne de hangi mertebede olursa olsun itibarı kabul eder. Eşitler arasında geçen bir maceradır. Ve bu eşitlik sade tarikatın içinde değil, dışında da hükmünü sürer. Çünkü esası, bugünün felsefesinin çok sevdiği tâbirle inasnın kâinattaki yeridir " (sh.87) dedikten sonra yukarıdaki beyiti vererek burada da Şeyh Galibi anar.

Huzur'u Şeyh Galip ile mühürleyen Tanpınar, Beş Şehir'de Ankara'yı anlatırken Hacı Bayram Veli'den naklettiği menkıbe de manidardır. Hacı Bayram Veliden bahsederken onun yani Bayramiye tarikatinin, bir esnaf ve çiftçi tarikatı olduğunu, bir ahîlik teşkilatı olduğunun altını çizer. (sh.18) Hacı Bayram'ın etrafında çok insanın topladığını bunun da padişah II. Murad'ı endişelendirdiğini, bir müddet Edirne'de yanında misafir ettiğini, niyetlerinden iyice emin olduktan sonra onu geri yolladığını sözlerine ekler. (Sh.18-19) Hacı Bayram Velî hakkında anlatılan bir çok menkıbe arasından Hacı Bayram'ın mütevazi bir şekilde tarlada müridleriyle çalışırken Akşemseddin kendisine tabi olmak için gelmesini seçer. Akşemseddin onu tarlada çalışıyor bulunca o da çalışanlara katılır. Bir müddet tarlada hepberaber çalıştıktan sonra yemek için mola verildiğinde herhangi bir iltifat görmeyen Akşemseddin, alçakgönüllü bir şekilde köpekler için ayrılanlarla karnını doyurunca çağrılıp, kabul edilir. (sh.19)


Tanpınar'ın eserlerinde sık geçen temalardan biri musikidir. Musikideki ihtişamın Osmanlının yıkılış dönemine gelmesinin ve bunun musiki üzerindeki etkilerini sorgulamadan edemez. Yine de bu konuda ihtiyatlı davranıp son sözü uzmanlara bırakır. Bu ihtiyadını da "Şurası var ki kendimiz gibi geçmiş zaman da bizdeki aksiyle tekavvün hâlindedir. Kâinatımız nasıl akisleimizle yaratırsak; maziyi de düşüncelerimizle, duyguarımızla ve değer hükümlerimize göre yaratır, değiştiriz" (sh.197) diye açıklar.

Tanpınar anlattığı hikayelerin bitmiş bir dönemin hikayesi olduğunu bilir. Dede'nin İstanbul'u terk edişini, II. Mahmut'un Cuma Selamlığı sırasında ve namaz esnasında askerî mızakanın dışarda Mozart ve Rossini'den parçalar çalmasını(sh.202), Beyoğlunun gelişimini analtırken ağırca kapanan bir devri resmeder. Bu kapanan devrin içinde de bir çok gelenek bazen değişmiş, bazen yok olmuştur. Bir çok ince zevkin oluşması birbirini izleyen geleneklerdeki bu değişme ile oluşmuştur.

Tanıpanar anlatığı zamana bir hasret duymadığını, Kanunî'nin, Sokullu'nun, İstanbu'unda on dakikadan fazla dayanamayacğını söyledikten sonra şöyle devam eder.

"Yahya Kemal'siz, Mallarme'siz, Debussy ve Proust'suz bir Süleymaniye veya "Kanunî Mersiyesi", hattâ onlara o kadar yakın olan Neşatî ve Nedim'in, Hafîz Post ile Dede'nin arasından geçerek kendilerine varamıyacağımız bir Sinan ve Bâkî tahmin edebileceğimizden daha çıplaktır" (sh.206)

Tanpınar kendisinde meydana gelen boşluk hissinden dolayı kültürle, onun bıraktıklarıyla ilginediğini söyler. Eski zamanın güzelliklerinin onda uyandırdığı şey ise biraz örtülü kalır.

Güzellik duygusunun içimizde uyanmasına duyduğumuz ihtiyaç nedir? Ya da içimzde uayandıracağı şey nedir? Verilecek en kestirme ve aceleci cevap herhalde bunun bir ferahlama olacağıdır. Bütünlüklü bir bakışın, duruşun kazanılmasında ve sürdürülebilmesinde güzelin, güzelliğin konu olması üzerinde ise etraflıca düşünmek ve yazmak gerekir sanırım.

---
1) Hâsılı Mevlânâ’nın tasavvufu, sırf mistik ve idealist bir tasavvuf olmayıp mahdut varlıktan, ferdiyetten ve ferdi ihtiraslardan tamamiyle sıyrılmak ve halka, topluluğa yayılmak sûretiyle tecelli eden ve sosyal hayatta hudutsuz bir sevgi, insanî bir görüş ve mutlak bir birlik halinde, moral sahadaysa herkesin kendisini, bir kâmile uymak suretiyle ıslâhı ve umumî olarak hayra, güzele ve iyiye doğru bir gidiş, insanî bir terbiye halinde tezahür eden ve böylece de realitede amelî karaktere sahip olan bir tasavvuftur. (Mevlana Celaleddin Hayatı, Eserleri, Felsefesi - Abdülbaki Gölpınarlı Sh.205 )

Kör döğüşü

Yeniden alacakaranlık kuşağına girmek üzereyiz.

Belediye seçimleri, referandum, şimdi de genel seçimler. Referandum bir toplumsal travma idi. Ne siyasiler, ne de halk/seçmen bu stresi henüz üzerinden atmadan, yeniden kaldığımız yerden siyasi çekişmlerin içine gireceğiz.

Referandumun demokratik bir hak olup olmadığı ayrı bir konu. Ama "olmak ya da olmamak" üzerinden sık aralıklarla toplumu geren kampanyaların sağlıklı olmadığı da ayrı bir konu. Söylenen saçma sapan sözlerin daha sonra dil sürçmesi olarak sunulması ya da sahip çıkılıp savunulması bir yorgunluğun belirtisi sanki. Sadece seçmene hitap etmek, onu harekete geçirmek, heyacanlandırmak için devamlı bir şeyler söyleme ihtiyacı, hergün mikrofonun uzatılması bizi gerçek dünyadan uzaklaştırıyor galiba. Propagandanın dünyasında hakikatlere ne kadar yer var ki?

Hergün siyasetçi izlemekten illallah diyeceğimiz günler yakınken bütün bunların dışında kalıp ruh sağlımızı korumak ne kadar mümkün bilemiyoruz.

13 Ocak 2011 Perşembe

Yekpare zaman?

Henüz oturmamış bir konu olarak "gerçek zaman"* hakkında notlar:

* Gerçek zaman "olduğu gibi görünenin..." zamanında yayılır (?)

* Gerçek zaman kendisinden hakikatin istenmediği zamanda da bir hâl olarak yaşamalı (ki istendiğinde hakikati talep edebilir bir şekle bürünebilsin)

*"Olduğun gibi" de sanki bir gerçek zaman talebi var. Fakat bu talebi hayat her an istemiyor. Bir sorunla karşılaştığında bir çözüm olarak istiyor.

* Bir problem gibi gözüken boş zamanı - yani olduğun gibi görünmenin talep edilmediği sıradan hayatın aktığı zamanı, (can sıkıtısının zamanını) - gerçek zamanla bütünleyen ve yekpare bir zaman haline getiren nedir? Bir hâlin sürekliliği mi? Edeb/aşk?

* Gerçek zamana gerçekliğini veren onun doldurulması ile alakalı ise, yekpare zamanı (iyi kötü belli bir seviyede tutturulmuş) bir hâlin sürekliği olarak tanımlamak daha mı doğru olur acaba?

---
Güzelin Güncelliği - Gadamer sh.64 festival zamanı (nı gerçek zaman (kutsanan, doldurulan, doğal bir şekilde katılınılan) olarak tanımlası) üzerine söylediklerinden yola çıkarak