30 Ekim 2009 Cuma

Robinsonun nezaketi ?

Şöye düşünmek doğru mu olur emin değilim :

Düşünebilmek için (söylenegeldiği gibi) bir "şey"e ihtiyaç duyuyoruz. Nesne, hayal, rüya vs.

Kendini tanıma ise haller üzerinden ise; hallere dönüş, onları tahlil ise bu hali meydana çıkaran şeye, insana (nesneler ? ) ihtiyaç duyarız demek mantıklı mıdır?

Kendini tanıma ile olgunlaşma iki farklı alan, birbirine ihtiyaç duyan. Kendi zaaflarını bilebilir insan ama onu düzeltme gayreti (/ ihtiyacı) duymayabilir. Düzeltme bir sorumluluk duygusu, rahatsızlığın, memnuniyetsizliğin neticesi. Öznesi olmadan düzeltme olabilir mi?. Bunun yanı sıra düzltmenin bir onay beklentisi olacak mı? Robinsonun nezaketini ve alışkanlıklarını muhafaza etmesi anlamlı mıdır? Bir umuda mı işaret eder, bir alışkanlığın neticesi midir?

"Dildeşinden ayrı düşen yüz türlü nağmesi bile olsa, dilsizdir."

Birleştikleri ve ortak noktaları (kendini tanıma ile olgunlaşma (/gayreti)) insana hürmet olan.

Peki, Hoşça bak zatına?nın öznesi? Okuyan ise (önceliği karşımızdakine verdiğimizden) yukarsını tekrar gözden geçirmek lazım galiba

28 Ekim 2009 Çarşamba

29 ekime




Mef’ûlü / Mefâîlün / Mef’ûlü / Feûlün

( - - . ) ( . - - - ) ( - - . ) ( . - - )

İlk yirmidokuz ekimin açtığı bayrak
Hep dalgalanır yurdun her bir köşesinde
Bozkırda yatan askerler altında serinler
Geçmiş zamanın ateşinden süzülenler

25 Ekim 2009 Pazar

Resmi tarih karşıtlığı (yeniden)

Bütün bildiğimiz, bizlere öğretilen tarih sorgulanır oldu. Resmi tarih eleştirisi pek revaçta, efendim bu resmi tarih diye itiraz edildiğini daha sık duyar olduk.

Resmi tarih söylemiyle, aslında gerçek olmayan ama bir şekilde kitlelere öğretilmiş, yutturma bir tarihin olduğu kastedilir oldu. Tarih üzerinden eleştirilir olduk.

Önce; tarih niçin okunur, okutulur?

-Geçmiş hakkında entellektüel bilgi birikimine sahip olmak?

- Geçmişin hatalarından ders çıkarmak maksadıyla?

- Milli bir kimliğin, aidiyetin oluşturulması gayesiyle geçmişte yaşanmışlıklardan istifade etmek?


Yeni ve yükselen bir ilgi var tarihe. Geçenlerde bir televizyon programında (5N 1K da Monte Carlo kumarhaneleri sahiplerinden birinin Cüneyt Özdemir in ) şimdi lüks nedir sorusuna, şimdi lüks tarih denilmesi oldukça ilgi çekici. Geç saatlere kadar tarih bilgilerinin ortalıklara döküldüğü programlar yayınlanır oldu keza. Tarihe karşı oluşan bu yeni ilgi elitist bir tavrın ifadesi. Bunun sosyal boyutunu, aidiyet isteği ile olan bağını hocama bırakıyorum:)

Tarih merakının bir başka nedeni - geçmişin hatalardan ders çıkarmak, ilişki içinde olunan devletleri, dünyayı tanımak gayesi de olabilir. Savunma gayeli olabiliceği gibi geleceğe bir projeksiyon tutma, geleceği şekillendirme amaçlı da olabilir. Aynı geçmişlerin okunması farklı çıkarlara hizmet maksadıyla farklı yorumlarada sebeb olabilildiği söylenebilir. Bir İranlının tarih algısıyla, bir İşveçlinin tarihi yorumlayışı gerek geldikleri gelenek, gerekse beklentileri nedeniyle aynı olmayacaktır.

Resmi tarih ? Müfredata bir gönderme var gibi. Yönlendirici , otoriteter bir devletin gölgesi ile şekillenmiş bir tarihe işaret eden bu bakış ciddiye alınmalı mı?

Her an eleştirilen tarih, aşağılık kompleksine ya da başka siyasi mühendisliklere işaret ediyor olabilir mi? Objektif bir tarihten söz edilebilir mi? Tarihe bakışında ideolojik olabileceği söylenebilir mi?

Devletler arası ilişkilerin çıkar üzerinden yürüdüğü vakıa. Bir devletin bir diğeriyle ilişkilerinde olağanüstü durumlar hariç, deprem vs kurduğu ilişkilerde insaniyeti değil de, devletlerin çıkarını düşündüğün söylemek yanlış olmaz sanırım. Tarihte bu çıkarların kullanılmasında bir araç sanırım.

Bu yüzden sıradan vatandaşa öğretilen tarihin bir takım milli çıkarları öne çıkarması makul sayılabilir. Ve bu illa bir çarpıtmada olmayabilir. Kamuoyunu uyanık tutmak derdiyle de yapılmış olabilir .

Tarihin milli bir kimlik oluşturulmasında , milli bir bilinç oluşturulmasına katkısı inkar götürmez. Kimlik oluşturulmasında tarihin bir alet olarak kullanıması onun bazı konuları öne çıkardığını, bazılarını geride bırakması ile mümkündür. Sanırız bugün resmi tarih denilen şeyde bu. Tabi bunun insani, başkalarını küçümseyici yanlarının her zaman gözden geçirilerek, düzeltilir olmaması lazım.

Tarih nasıl bir kimlik oluştuyorsa, bir siyasi tavra denk düşüyorsa; karşıtlığıda bir başka siyasi bir tavra denk düşebilir. Resmi tarih karşıtlığı eğer bir başka tarih öne süremiyorsa manasızdır. Tarih karşıtlığıdan başka karşıtlıklara işaret ediyor olabilir. Ve tarih bir siyasi çıkarı desteklemek için kullanıldığında, karşı çıktığı resmi tarih gibi pekala da maksatlı olabilir.

Son zamanlarda önüne gelenin resmi tarihe çatması, söylenenlerin hakikat kaygısından uzak olduğunu düşündürür oldu. Resmi tarih eleştrilerinin çoğunda bir başka grubun üzerinde nufuz kurarak çıkar sağlama hedefleniyor sanki.

24 Ekim 2009 Cumartesi

Zaman

Bozuk bir musluğun damlatması gibiydi zaman

Duymazdan gelinemiyecek, biteviye ve yoran

Ya da çoğu zaman, el yordamıyla tırmanılan ve

Nefes nefese bırakan , otomatı bozuk bir merdiven

.

16 Ekim 2009 Cuma

Ahmet Hamdi Tanpınar - Huzur




Tanpınar'ın Huzur romanı temelde bir aşk hikayesi üzerine kurulu. Fakat sanki bu aşk hikayesinin altında, onunla bağlantılı ve semboller üzerinden anlatılan bir başka hikaye daha var gibi. Bu hikaye ise aşk hikayesinin aksine, yarım kalmıyor.

Semboller üzerinden okunduğunda roman, işaret ettiği sembollerle birlikte, II. dünya harbi öncesindeki sıkıntılı dönemde; eskiyle, yeni; geçmiş kültürle, batı düşüncesi arasında bir duruş arayan bir Türk aydının arayışları olarak ortaya çıkıyor. Bu aynı zamanda yeni cumhuriyetin , bir kimlik arayışı ile çağını anlama çabası gibi . Romanının kahramanı Mümtaz’ın hesaplaşması gereken öncelikle bir şark var, batı ise tek değil- toplumu (ve toplumsal gelişmeyi) önemseyenlerle ve bireyi öne çıkaran düşünceler ile tek tek hesaplaşılması, karşılaştırılması mümkün olacaksa buradan yeni bir kimliğin, duruşun ortaya çıkarılması gerekmekte.

Bu okumaya göre romanı yorumlamayı çalışırsak ;

Roman dört ayrı kişinin isimlerini taşıyan, dört bölümden oluşuyor.

Birinci bölüm : İhsan

Birinci bölümün baskın teması hastalıktır

Hastalık : Hastalık bir sıkıntının işareti gibi, bir sıkıntıyı ifade ediyor gibi görünüyor. Bunlar neler olabilir ?

II. dünya savaşı eşiğinde bir zamanda, savaş hatıralarının hala canlı olduğu bir devirde, hastalıkla (evin beyi İhsanın hastalağıyla) başlar roman. Hastalığın (bir sembol olarak kabule edersek bunu) hangi anlamlara gelebileceği üzerinde düşünrsek, şu ihtimalleri sıralıyabiliriz sanırız.

* Hastalık birbirine sığınmış, (I. Dünya Savaşı) savaşın yaralarını henüz ruhlarından atamamış insanların ruh halini ,
* Hastalık aynı zamanda fikri bir arayış içinde olan bir toplumun (ve Mümtazın) buhranını,
*Romanın sonlarına doğru Doktorun yaptığı eleştiriden yola çıkarsak; cemiyetin önceliğini savunan İhsanın bakışının yanlışığına ve (hasta) avrupda iki cemiyetçi fikir üzerinden ( Rusya ve Almanyanın ) savaşa sebebiyet verebilir hale gelmesine işaret ediyor olabilir.

İhsanın hastalığı bütün olan biteni ileri bir tarihe iter."Hele bir iyi olsun.. hele bir iyi olsun ".sh. 61 İhsan iyileşsin- Nuranın ayrılığına sıra gelir sh.68 lafı oldukça düşündürücüdür.

İhsan bölümünde Mümtazın hayat hikayesini, Nurana olan aşkını, bunalımlarını, okuyoruz. Geleneğin dönüşüm sancıları, yavaş hayat akışını, bekleyişleri ek olarak görüyoruz.

İkinci Bölüm : Nuran

İkinci bölümün ağırlıklı teması aşktır.

Aşk geleneğin (şarkın/geçmişin) en çok işlenmiş, en renkli temasıdır. Hayatı bir bütün olarak algılandığı gelenekte beşeri aşkla, ilahi aşk hep iç içe geçer, birbirini besler. Leyla ve Mecnun Fuzulide iki gencin aşk hikayesini anlatırken birden tasvvufi bir boyuta sıçrar; Şeyh Galipin Hüsn-ü Aşkında gene bir ikili okuma vardır bir aşk hikayesi ve onun aynı zamanda aşk hikayesiyle birlikta anlattığı ilahi bir arayış,yolculuk

Ey bizim sevdası güzel aşkımız; şadol; ey bütün hastalıklarımızın hekimi;
Ey bizim kibir ve azametimizin ilâcı, ey bizim Eflâtun’umuz! Ey bizim Calinus’umuz!
(23/24-1.cild-V.İzbudak Çelebi)

Âşıklık, ister o cihetten olsun, ister bu cihetten... âkıbet bizim için o tarafa kılavuzdur.
Aşkı şerh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyliyeyim... asıl aşka gelince o sözlerden mahcup olurum. (111/112-1.cild-V.İzbudak Çelebi)

Diye Mesnev-i Şerif te yazan Hz. Mevlana, aşka büyük bir önem vermiş, onu bir ilac olarak, kibrin ve azamaetin ilacı olarak tarif ederek, ona insanı geliştirici bir vazife yüklemiştir. Sekiz yüz yıllık gelenekde bu rotayı izlemiştir.

**

Huzurun bir aşk romanı olarak tanımlanmasına sebeb olan olayların yaşandığı bölümdür ve boğazda geçer. Mümtaz bu bölümde aşkla birlikte, şarkı ve geleneği tecrübe eder. Çok fazla olmamakla birlikte tasavvufi ifadelere de rastlanıyor.

Bu okumada Nuran doğuyu/geleneği temsil ediyor gibi. Mümtaz doğuyu Nuran' dan öğreniyor.
“ yarı uyku hayatından uyuandırılımasını beklemek, bakımsız bir tarla gibi sırf kendisini işleyecek” sh72
sözleri bir kadın için söylenebilecek tuhaf sözler. Sanki keşfi beklenen şarkmış gibi okunması mümkün, yada onun temsil ettiği kültürle uyandırılacak bir kadın.
Daha sonra bir boğaz gezisinde Nuran beni keşfetti diye düşünecektir

Nuran “Anne tarafı Bektaşi, Baba tarafı Mevlevi / evde hep ney sesi dinlerdik – Nuranının Mevlevi kıyafetlerinde eski bir resminin olduğundan bahsedilir.” sh.114

Mümtazın Nurana olan aşkında tıpkı geleğin ifade ettiği şekilde yaşadığını şu şekilde ifade eder “ Mümtaz Nuran’ın aşkıyla bir kültürün miracını yaşadığını, Nevâkâr’ın nakış ve çizgisi daima değişen arabeskinde, Hafız Post’un Rast semâî ve bestelerinde , Dede’nin uğultusu ömründen hiç eksilmeyecek büyük rüzgarında onun ayrı ayrı çehrelerini, aynı Tanrı düşüncesinin büründüğü değişiklikler gibi gördüğünü söylediği zaman, hakikaten bu toprağın ve kültürün asıl yapıcılarına bir bakımdan yaklaşıyor ve Nuran’ın fani varlığı gerçekten, bu yeniden doğuşun mucizesi oluyordu. Çünkü bize mahsus, ta cetlerimizden beri gelen ve terbiyesi en tene bağlı türkülerimde bile hiç olmazsa kanlı bir şehvet rüyası halinde tekrarlanan sevme tarzı, sevgilide bütün kâinatın toplanmasını isterdi. “ sh.199

Tanpınara göre geleneği, Mevlevi ve Bektaşi geleneği temsil ediyor . Birçok yerde ikisini bir arada telafuz ediyor.

BOĞAZ :Boğaz vapurunda camlara vuran ışıkları her zaman geçmesine rağmen göremeyen Mümtaz onun sayesinde fark eder, tecrübe eder. sh.112 Mümtaza göre Boğaz diğer semtlere göre baştanberi İstanbulu temsil ediyor,(sh.110) . Boğazı keşfetmek , boğaz üzerinden İstanbulu kesfetmek buradan bakıldığığına (boğaz - bir yerde bir medeniyeti kendine ait bir macera gibi yaşamış- sh.110) bizi ifade eder.Dil geleneğin dili, ama geçmiş zamanın kalıplarıyla yaşamıyorlar. Geçmiş yaşamın içine sinmiş ama onu oluşturan düşünceye karşı mesafeliler. Mistik ve tenbel işi olarak görüyorlar.

Boğaz yaşamında muzik ön plan çıkıyor. Güzel yemek yapmak, balık avları; sakin, yavaş, keyifli bir hayat resmi çiziyor.

Eleştrilerde sıkıcı bulunan uzun tabiat tasvirleri Mumtazın ruh halini anlatmak için kullanılmış gibi.


--
Mümtaz yolun başında olduğunu, kendine has bir görüşünün olmadığını, bildiklerinin İhsandan öğrendikleri olduğunu, bir tecrübeden doğan bir bilgiye sahip olmadığını Nuran’la Ada dönüşünde yaptıkları sohbette fark eder “Ona üst üste bir yığın hikaye anlattı. Konuşurken hep İhsanın’ın repertuarını sarf ettiğinin farkındaydı “ Demek ki satıhtayım… Daha kendimi bulamadım..” Hakikatten büyük bir eşikteydi” sh.106

Mümtazın düşünce dünyasını anlatan bir başka cümleye ise adadaki lokantada, yapılan sohbette rastlıyoruz: “ İhsan – Mesele, okuduklarımızın bizi bir yere götürmemesinde. Kendimizi okuduğumuz zaman hayatın hâşiyesinde dolaştığımızı biliyoruz. Garplı, bizi, ancak dünya vatandaşı olduğumuzu hatırladığımız zaman tatmin ediyor. Hülâsa çoğumuz seyahat eder gibi, benliğimizden kaçar gibi okuyoruz. Halbuki kendimize mahsus yeni bir hayat şekli yaratmak devrindeyiz. “ sh.88

İhsan “ - … maziyi tasfiye ediyoruz? “ sorusuna “ – Elbette… Fakat icap eden yerlerde. Ölü kökleri atacağız; yeni bir istihsale gireceğiz; Onun insanını yetiştireceğiz “ sh.89 der .

Bunu “ …kendimize mahsus, şartlarımıza uygun yeni bir hayat kurmaya çalışacağız. Hayat bizimdir; ona istediğimiz şekli verceğiz. Ve o şeklini şeklini alırken kendi şarkısını yapacak. Fakat fikre, sanata hiç karışmayacağız! Onları hür bırakacağız. Çünkü, onlar hürriyet, mutlak hürriyet isterler. … Hele mazi ile bağlarımızı kesmek, Garpa kendimiz kapatmak!Asla! Ne zanediyorsunuz bizi! Biz Şark’ın en klasik zevkli milletiyiz. Her şey bizden bir devam istiyor” ve“- ihtiyaçlarımızdan, yaşama irademizden; zaten hıza değil, derse ihtiyacımız var. Bunuda realite bize verir, müphem ütopyalar değil “ sh 89 şeklinde biçimlendirmeyi düşünür.

Suad bunları ütopya olduğunu, dünyayı yeni gözle görmek istediğini ve bunu sadece Türkiye için değil Dünya için istediğini söyler ve “ … kelimeler eski. Yeni insan eskinin hiçbir artığını kabul edemez “ sh 89 yeni insanın geçmişle bağının , geçmişin anlayışının bazı yönlerini kabul etmeyi rededer.

İhsan bunlardan sonra insanlıktan ümidini kesmediğini, fakat insana güvenmediğini. “Bir kere bağlarının çözüldü mü o kadar değişiyor, o kadar kurulmuş makine oluyor ki… Bir de bakıyorsun ki, o sağır ve duygusuz bir tabiat kuvvetine benzemiş. .. Harbin, ihtilalin korkunç tarafı, asırlarca gayretle, terbiye ile, kültürle yendik sandığımız bu kaba kudreti birdenbire başıboş bırakmasıdır “ derken insana olan güvenini azlığından dert yanar sh.90

Mümtaz insanı sevdiğini, şartları değiştirme kudret ve cesaretine hayran olduğunu söyleyerek itiraz edecektir sh.91

“Yeni bir hayat lâzım. Belki sana bundan sana daha evvel bahsettim. Fakat sıçrayabilmek, ufuk değiştirmek için dahi bir yere basmak lâzım.. Bu hüviyeti her millet mazisinden alıyor.” Sh. 164

“Bir tarafta sosyal bir kalkınma ihtiyacı var. Bu cemiyey realiteleri üzerinde düşünerek, onları değiştire değiştire yapılır. Elbette İstanbul sonuna kadar , sadece marul yetiştiren bir memleket kalmayacaktır. İstanbul ve vatanın her köşesi bir istihsal programı istiyor. Fakat bu realiteler içine maziyle bağlarımızda girer. Çünkü o, hayatımızın, bu gün olduğu gibi gelecek zamanda da şekillendirenlerden biridir.” Sh. 165

--


Üçüncü Bölüm : Suad

Bu bölüm Mümtazın Emirganda verdiği yemekle başlar. Yemeğe neyzen Emin Dede de katılacak Ferahfeza Mevlevi Ayini ni icra edercektir. Yaz sonudur, kış geldiği için Boğazdan İstanbul a taşınılacaktır

Suad Emin Dede ayrıldıktan sonraki sohbette Nietzchenin sözünü tekrarlar. Hazcı, bireyci bütün görüşleri temsil eder gibidir. Suad, ferden ve hürriyetten yana olduğunu açıklar. Vakit geçirmek için yaşadığını söyler. Daldan dala konan bir hayatı vardır. İhsan ise cemiyetten yana çıkar.

Suad ın azabını ihsan Cemiyetten yana olduğu için önemsemez. Mümtaz ise bu azaba, her şeye rağmen duyarsız kalamaz.

Suad gittikten sonra İhsan, Suadın bunalımını şöyle yorumlar :

“ – Hazin tarafı şu ki , bu cins azapları bütün dünyada bir asır evvel yaşadı bitirdi. Hegel,Nietzche, Marx geldiler, geçtiler. Bizim için yeni nedir bilirmisiniz? Ne Eluard’ın şiiri, ne de Comte Stavoguine’in azabıdır.Bizim için yeni, en ufak Türk köyünde, Anadolu’nun en ücra köşesinde bu akşam olan cinayet, arazi kavgası veya boşanma hadisesidir. Bilmem, fikrimi anlıyormusunuz? Suad’ı itham etmiyorum.Fakat onun meselelerinin bu günümüzün, kendi günümüzün çerçevesine giremiyeceğini söylüyorum.”
Mümtazın burada “-Ama bir noktayı unutuyorsunuz! Suad hakikaten azab çekiyor” diye itiraz eder. İhsanın’ın cevabı :

“-Çekebilir… ama bana ne?... Benim ferdin peşinde koşacak vaktim yok. Ben cemaat ile meşgulüm. Sürüden ayrılanın arkasından anası ağlasın” sh.287/288 diye cevaplar.

Suad'ın da Nuran' a aşık olması ve rededilmesini, Nuran'ın geçmişi temsil etmesi üzerinden de bir şekilde yorumlamak mümkündür sanırız. Suad geçmişi fikri olarak redetmesine rağmen kökleri itibariyle ona bağlıdır ve ızdırabının sebeblerinden biride budur diyebilir miyiz? bu çok iddialı bir yorum mu olur emin değiliz.

Mümtaz, Nuran ile beraber olduğunda Şeyh Galip hakkında bir kitap yazmaya başlar. İstanbul gezilerinden sonra sh.162 bir araya geldiklerinde yazılması hızlanan bu romanı, Nurandan ayrıldığında ise onun yazacak ilhamı kaybeder. Hatice Sultanı ve Beyhan Sultanı, Nuranı düşünerek yazar Sh.162


Dördüncü Bölüm : Mümtaz

Beyazıtta bir arkadaş toplantısında, Mümtaz yaklaşan savaş hakkındaki düşüncelerini açıklar ve bu arada kendince insanlık üzerine bazı ilkeler koymaya çalışır. "Fenalığı kabul etmemek lazım... Haksızlığı her kabul ediş, daha büyüğünü doğuruyor diyerek kensisini haklı bulan arkadaşına "Haksızlığa hücüm ederken yeni bir haksızlık yapmamak... Bu harp, olursa eğer, çok kan dökülecek. Fakat çekeceğimiz ıstıraplar beyhude olur, eğer metodu değiştirmezsek." sh 338 diye cevap verir. Şavaşta "(Hitleri kastederek) Bu herif insanlığa musallat" sh.338 der ve bu yüzden ona karşı konulmasını, ayrıca bu (Türk) milletin yaşamsaı gerektiğini düşündüğünü açıklar sh.337. Bu arkadaş toplantısında Mümtaz artık soru sorulan fikri alınan kişidir. Fikirleri olgunlaşmaya başlamıştır.


Durumu ağırlaşan İhsan için çağrılan Doktorla, yolda yaptıkları sohbet ile , Mümtazın düşünceleri netleşir.

Doktor yolda tüm mistiklere birazda geniş bir anlam vererek ve yaklaşan savaş ile Almanya(/Rusya)üzerinden cemiyeçilik fikrine itiraz eder.

(Doktor)“Bir milletin veya sınıfın insanlığın evvela birtakım çıldırtıcı şeylerle zıvanadan çıkartılması, sonra da bir delinin veya inzivada hazırlanmış bir planın onu istismar etmesi, benimsemesi, cin çarpmış gibi taştan taşa çarparak uçuruma sürüklenmesi… Düşünün bir kere şu Almanya’yı. Fert fert düşünün… Sonra kütle halinde bir sadistin eline düşünce yaptıklarına bakın… Şimdi bu sadizm, bu kudrete iman, talihe güvenme, Yalnız ben ben düzeltirim düşüncesi , ifrata gitmiş bir ceza ile öbürlerine, karşındakine geçecek. Korkunç bir kapı açılıyor; bir set çöküyor ki, arkasından sayısız felâketler vardır….

(Mümtaz) -Ben geçen harpte Alman talebelerinin ailelerine yazdıkları mektupları okudum. Hepsi insanlık mistiğ idi.

(Doktor)“-Mistik… İşte en korkunç şey. Bir kere ayağınızı topraktan kesmeyin. Her şey olursunuz, havadan kaptığınız her şey. Çünkü uzviyetinizde parazitler konuşur. İnsanlık mistiği, kuvvet mistiği, ırk mistiği, hacalet, ıstırap mistiği... Çünkü tanrılık yanı başınıza bir aktör elbisesi gibi asılıdır, derhal giyinmek öyle kolay ki… Bir kere tanrılaşmaya alışmasın. Mutlak bir fikir olduğunu, hakikatin tek göründüğü yer olduğunu sanmasın “ sh.360
Eve yaklaştıklarında bir Bektaşi çalıların arasından çıkıp Şeyh Galibin meşhur beytini söyler:

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen,
Merüm-î dîde-i ekvân olan âdemsin sen!
(İyi bak kendine, âlemin özü sensin. Sen varlığın gözbebeği olan âdemsin.)

Buradan çıkardıkları netice ise insana hürmettir. Muhtemelen İhsan fikrini bu temel üzerine kuracaktır.

“Doktor:
-İyi ama, bu Bektaşi değil, Mevlevi…”
Diye itiraz eder. Mümtaz “Halis Bektaşidir” der ve bir gün “Tek hakikat budur: İnsana hürmet etmeli; bu hürmeti zorlamdan içimizde duymalıyız” dediğini ekler. Sh362 Mevlevi , Bektaşi geleneğinden bir kez daha yan yana bahsetmiş, bu gelenekten süzerek getirdiğini insana hürmet olarak yorumlamıştır.

Muhtemelen Tanpınar burada geçmişle bağı Şeyh Galip bu meşhur sözüyle cemiyet mi, insan mı , hürriyet mi sorularına bir cevap verir. Bu aynı zamanda Mümtazın aradığı cevaptır sanırız.

Mümtaz bu noktadan sonra Suadın hayaliyle karşılaşacak ve onun uzattığı eli itecek , arkasından yere yuvarlanacaktır.Yere düştüğünde ise avuçlarını İhsanın ilaçlarıyla keser.

Son bölümde ; Mümtazın Suadı Hz. İsa’ya benzetmesi , Suadın hayalinin avuçlarında benliğini küçük bir havyan gibi görmesi , en sonuda ise kırılan ilaç şişeleri yüzünden avuçlarının kanaması. Mümtazın buhranının bittiğine, çilesini tamamladığına işaret eder gibidir.

Roman radyodan ikinci dünya harbinin ilan ile biter.
**
Netice olarak, anladığımız kadarıylaTanpınar bir eski İstanbul ve eski kültürün içindeki bir aşk hikayesi dekoru altında, yenileşme üzerine kendi görüşlerini ve dönemin düşüncelerini anlatmakta. Mümtaz, İhsan’ın da etkisiyle belki bir miktar üretimin gelişmesi, ekonomik gelişme için bazı sosyal düşünceleri göz ardı edemesede, tek insanının da ızdırabınada duyarsız kalamıyor. Bir felsefi düşüncenin ya da ideolojinin hatta dinin yanında olmaktan , onu benimseketen ziyade onları değerlendirecek bir hikmeti , anlayışı kabul eder gibi gözüküyor. Herhangi bir düşünceye katı bir teslimiyete karşı oluş ve insana hürmete her şartta öncelik vermek sanırız vardığı nokta olarak kabul edilebilir.


Yapı Kredi Yayınları-2003

14 Ekim 2009 Çarşamba

Notlar


Olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol bir dönüştürme.

Neyi ; aceleci insanı

Bir önkabulü gerektiriyor hakikat(lilik) derdi, eksik oluşu.

Ne konuda, nasıl , ne kadar eksik? henüz belli değil

Olduğu gibi.. de, ne olduğunu, ne olabileceğini henüz bilmiyor, bildiği sadece eksik olduğu

Kendini tanı madanda bu (olduğun gibi ... ye geçmek) mümkün değil. O halde ilk hareket kendini tanımak.

Eksik olduğunu kabulden öneceki halinde böyle bir derdi yok. Çoğu zaman kendini eksiksiz görebiliyor.

Kendini tanımada doldurulacak bir liste, cevaplanacak test işi değil. Her an olan içinde mümkün. Ve bitirip ben buyum şurda eksiklerim var üzerinden, bitmiş bir netice üzerinden olduğun gibi .. ye geçmek mümkün değil. Yani değişen hayatın sürprizleriyle kendini tanıyan insanın, kendini tanıma sürecini bir yerde bitirmesi mümkün değil. Buna vaktide yok ayrıca, vadesi belli olmadığı için. O halde tanıma bitmeyeceği için olduğun gibi görün... çabasıda tanıma ile birlikte birbirini besleyerek ilerlemeli galiba.

"Hakikat Derdi

Kimde hakikat derdi (gerçekleri araştırıp öğrenme çabası) yoksa, hakikati istemiyor demektir. Mümin o kimsedir ki, balık gibi susuz yaşayamaz. Bütün dünya nimetlerini balığın önüne koysanız, su olmadığı için orada eğleşemez. Öyle ise mümin de balık gibi suya koşar, suya atılır, hem de küçücük bir suda kurtuluş bulamaz. Küçücük bir suda avlanan balık, su az olduğu için oltada kalır. O su balığın içine sinmez, onu tatmin etmez, deniz gerektir ki, balık orada büyüyüp koskoca timsah hâline gelsin. "

Hz. Mevlâna'nın hocası Seyyid Burhaneddin Hz. den
.
.
taslak

13 Ekim 2009 Salı

"12 yaşındaki mendilci Ahmet’ten hayat dersi!" ????

"Bilecikli Ahmet ise, Mecidiyeköy’deki Profilo trafik ışıklarında elindeki kağıt mendilleri satmak için yeşil ışığın yanmasını bekleyen araçların camlarını tıklatıyordu.“Sen okula gitmiyor musun” dedim, gerisi geldi:- İki sene önce dördüncü sınıfı bitirdim ve bıraktım.- Neden?- Babam hapse girdi...- Ne yaptı ki?- İnce iş... Şimdi anlatamam...- Annen neden çalışmıyor peki?- O da çalışıyor, aha orda... (Eliyle 10-15 metre uzakta kucağında bir bebekle dilenen kadını gösteriyor.)- Oooo, iyisiniz... Bu ışıklar sizin kontrolünüzde yani...- Kız kardeşim de cam siliyor...- Vay, vay, vay... İyi para götürüyorsunuzdur...- Üçümüz günde 200-250 liradan aşağı toplamıyoruz... - Ayda 6 milyar eder...- Geçiyor... Ama pazar günleri çalışmıyoruz... Çünkü pazarları bu ışıklar tıkanmıyor. İş olmuyor. Ben de balık tutup satıyorum. Sana da getireyim mi?- Boş ver balığı, o kadar parayı ne yapıyorsunuz?- Birazını babama gönderiyoruz, birazını yiyoruz, yarısını da biriktiriyoruz.- Biriktirince ne yapacaksın, dükkân mı açacaksın kendine?- Manyak mıyım be abi, ne dükkânı... Araba alacağız. Babam hapse girmeden önce korsan (kaçak taksicilik) yapıyordu, büyüyünce ben de aynı işi yapacağım.- Ev almayacak mısınız?- Evimiz var, belediye verdi. Kâğıthane’de...
***Bu sırada ışık yeşile dönüyor ve arkamdaki araçların sürücüleri kornalarına abanmaya başlıyor... Ama muhabbet tatlı, Ahmet’le biraz daha konuşmak için arabayı iyice kenara çekiyorum.- Okulu tamamen bıraktın yani...- Okusam ne olacak ki? Benim öğretmen yirmi yıl okumuş, bin lira kazanıyor. Yaşanır mı o parayla? Hem ben her gün internete giriyorum, o yeter.- Bilgisayarın da mı var?- Niye olmasın ki?- Peki; arkadaşların okula giderken hiç mi üzülmüyorsun?- Önce üzülüyordum, ama artık sigara paralarını bile ben veriyorum. En zenginleri benim şimdi.Ahmet işin kolayını bulmuş, yolunu çizmiş; ne söylesem nafile... Vedalaşıp gitmek için hamle ediyorum, suratı asılıyor:- O kadar çene çaldık, bir beşlik bile atmayacak mısın?
***Dün 15 milyon öğrenci dersbaşı yaptı...Şanslı olanlar üniversiteyi kazanıp, öğretmen, doktor, mühendis olacak ve Ahmet’in dediği gibi ayda bin liraya talim edecek. Çoğu da işsizler kervanına katılacak.Ahmet ise o zamana kadar çoktan altına arabasını çekip, korsana başlamış olacak.Belki de işleri iyice yoluna girecek ve “filo” kuracak...Çoğumuz sokakta gördüğümüz o çocuklara acıyoruz ya... Bence asıl kendi çocuklarımızın geleceği için kaygılanmalıyız!"

http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.asp?Newsid=260973&Categoryid=4&wid=102

Bana e-maille gelen imzasız bir yazı. Bir satırını tarayıp internette aradım. Yazı Mustafa Mutlu' nun imiş. Bayağı tutmuş bir yazı, bir çok forum/blog vs. copy paste yapmış. Yazının hangi toplum kesimleri tarafından onay aldığını göstermesi açısından şaşırtıcı.

Yazı kurgu denecek, bu kadarına pes dedirtecek bir yazı. Kurgu olup olmaması da o kadar önemli değil. Sistem Ahmetleri bir şekilde ortaya çıkarıyor.

Sonu çok çarpıcı öğretmenini kasdederek 1000 lira maaş alıyor, geçinilir mi diye küçümsüyor, korsan taksicilik yapacağını söylüyor.

Kurgu olup olmaması ayrı bir mesele verdiği mesaj ve bu mesajın yazar tarafından eleştirilememesi açısından enterasan. Yoksula yardım etmekten caydırıcı,(onlar bizden fazla kazanıyordur nasılsa) okuyan nesil için karanlık bir gelecek çizen bir yazı. En kötüsü başarıyı paraya endekslemesi galiba. Bu düşünceye göre ne kadar mesleğinde başarılı olursa olsun bir öğretmen örneğin manavdan az kazanıyorsa başarısız olmuş olacak. Başarı ölçeğinin paraya endekslenmesi, başka değerlerin başarı kategorisinin içinde yer almaması bizleri mutsuz nesiller yaptı galiba.

Başarının ölçütü bu olduktan sonra yapılan işin kanuniliği (/dışılığı) de bir noktadan sonra anlamını kaybedecektir.

Yazarın Ahmetin projeleri karşısında çaresizliği, sessiz onayı (kanunsuz olan dahil) , bir değere yaslanarak eleştirememesi, olayın bir başarı öyküsü gibi sunulması düşündürücü. Bu bakışın genel bir kanaat olduğunu göstermesi açısından ise üzücü.