10 Kasım 2013 Pazar

10 Kasım

 


 Babam hep anlatır,  Bahriyeli Ömer Edirnekapı'da Atatürk'ün yolunu keser, "Paşam sünnetimiz var.", diye. Atatürk davete icabet eder, sünnete katılır. Bir masa koyarlar, biraz oturur ve çocuklara geçmiş olsun diyerek yaveriyle gider.

 Uzun yıllardır mesai arkadaşlığı yaptığımız bir abimiz de şunu anlatır. Heybeliada'ya yüzmeye giderler. Dönüşte yolda İsmet Paşa'ya rastlarlar, bir korumayla yüzmekten dönmektedir. "Paşam elinizi öpebilir miyiz?" diye sorarlar. Paşa durur elini öperler, hal hatır sorar.

Savaş görmüş insanların tevekkülü başka türlü herhalde. Allah rahmet eylesin, ruhları şad olsun

3 Kasım 2013 Pazar

..


Güverte boşaldı

Kapaklar kapandı

Gene sudayız

Titrek ışıklar

Ve sessizlik

31 Ekim 2013 Perşembe

22 Ağustos 2013 Perşembe

notlar

Musallada cemaatin şahitliği gidenin "iyi"liği üzerine, dünyada hesap yani helallik "iyilik" kategorisi üzerinden. Din inanıp, hayırlı iş işlemek olarak tarif edilmişken geride kalanlara sadece iyiliğe şehadet kalıyor. İnançlı da inançsız da iyi olabilir, ya da inanç iyi olmanın garantisi değil. İyilik inanca göre daha görünür bir şey.  Bu yüzden gözlenebilir, şahit olunabilir. İyilikte seçme, özgür irade, eylem, amel var. Bir inancın neticesi olabilir de, olmayabilir de. İnsanı, salt inanç üzerinden değerlendirmek anlık bir iş olduğundan yani bir zamana sabitlediğinden sadece o an için geçerli. Tüm zamanlara yayılma imkanı olmayan bir yargı olduğu için eksik.

İnanç çoğu zaman toplum içinde, kazanılmış bir statü de değil. Derinleştirilip üzerine emek verildiğini hesaba katılmadığımızda kazananılmış bir rol/statü olmadığı için eşitlikçi de değil, hiyerarşik. Diğer yandan seçim ve özgürlük ileriye/geleceğe doğru yönelikse bir eşitlikten bahsetmek mümkün sanırım. İnanç ise hesabı geriye doğru keser, muhtemelen bu yüzden insanlar arası değerlendirmede "iyi" lik kategorisi inanca göre daha kullanışlı ve mümkün.

26 Temmuz 2013 Cuma

Sokaklar kimseye yasaklanamaz...

Görüş görenin ufkuyla sınırlıdır. Gören gene kendiyle, kendini görür. Öyleyse sen kötü görmek istemiyorsan, yaralanmak, yaralamak istemiyorsan görüşünü düzelt, ufkunu kaktüslerle yılanlarla doldurma.

Hamilelik insani bir hal, insani bir nitelik. Niteliği öne çıkarıp bir estetik kaygı derdine düşmek; şekle, niteliğe takılmak da neyin nesi. Peki ya o niteliğin sahibi? Niteliğin özü öncelemesi değil midir bu? O niteliğe sahip olanın gönlü?Tasavvuf adına gönülleri bırakıp nitelikleri, şekilleri mi kovalayacağız. Bu ışığı bırakıp gölgesiyle oyalanmak olmaz mı?

Hamilelik insani bir hal, insani bir nitelik. Öyle bir bahşedilmiş niteliktir ki  bu, onu yaradan sıfatına yükseltir. * Böyle bir nitelik çirkin olabilir mi? Emeğiyle hayatını kazanana, dolmuşa otobüse binene, sokağa çıkana keyfi yasaklar konamaz. Uygulanması mümkün olmayan kurallarla, örflerle insanlar suçlanamaz, suçluluk duymaları beklenemez.


Başlarında sikkeyle Abdülbaki Gölpınarlı Dedeye küfreden atanmışların, hamilelik hakkında ileri geri konuşanların,  beyanları ve yaptıkları Mevleviyye'yi bağlamaz. 


* "Kadın, Hak nurudur, sevgili değil...Sanki yaratıcıdır, yaratılmış değil!"
Mesnevi 2437

13 Temmuz 2013 Cumartesi

Aşkolsun!



Eski bir şehirdir Kerbelâ,
Yazgısı Kâlû belâ dan
Eskişehir'in de Kerbelâ'nın da 
Ne Ali'si tükenir ne Yezidi

Tüm harabatların var bir farkı
Bu da hep arslanların hakkı
Fakrı eyvallahlarında saklı



İyi bir Mevlâna filmi neden yapılamaz?

.


İyi bir Mevlâna filmi neden yapılamaz?

Geçen hafta kanallardan birinde yeni çekilmiş bir Mevlâna filmi vardı. Televizyon filmi formatında hazırlanmış. Oturdum seyrettim. Doğrusu ne anlatacaklarını, konuyu nasıl bağlayacaklarını merak ettim. Bir tv filmi için epeyi emek sarf edilmiş, dönem dekorları/canlandırmaları yapılmış, animasyonlar eklenmiş. Oyuncular çok tanınmış değildi, ama ellerinden geleni yapmışlar. Bütün bu iyi niyetlere rağmen son zamanlarda oluşan Mevlâna filmi klişesini aşamamışlar.  Mevlâna filimlerinin bir klişesi oluştu; günümüzde yaşanan bir aşk hikayesi ile Mevlâna’nın hayatını harmanlamak, filmin sonunda ise günümüzdeki aşk hikayesini mutlu bir sonla, hidayetle bağlamak. Klişe Şems’le Mevlâna’ nın tanışması ile Şems’in ölümünde doruk yapıyor. İyi kötü bu beklenti  yaratılıyor. En sorunlu kısımda burası oluyor, senaristler(/romancılar) böyle bir sahnelere diyalog yazmakta zorlandıklarından işi Divan’ı Kebir’den alıntılarla, kendilerinin tasavvuftan anladıklarını özetlemekle aşmaya çalışıyorlar. Böylece birbirinin kopyası senaryolar(/romanlar) çıkıyor.

Tasavvuf gibi çetrefil bir konuda yanlış bir şey söylemek endişesi de var galiba. Konunun zorluğu ona nüfuz etmeyi de güçleştiriyor. İşin ticari yanı zaman açısından da insanları sıkıştırıyor olabilir.
Bu klişe içinde iyi bir film yapabilmek için olağanüstü diyaloglara ihtiyaç var sanırım. Bu belki görsellikle desteklenebilir. Fakat klişe gene de aşılmış olmaz.

Bana kalırsa iyi bir Mevlâna filmi için, (ya da Mevlevîlik için) bu klişenin dışına çıkmak gerek. Mevlâna’nın hayatının, tasavvufi düşüncelerin, bir aşk hikayesinin baskın olmadığı, belki de hiç olmadığı, ufak tefek göndermelerle filmin karakterini belli ettiği bir senaryo olabilir. Gene bana kalsa (ki benim boyumu aşan bir mevzu) zaman zaman Galata Mevlevihanesinin bahçesinde dolaşan, daha çok köprü altı çocuklarıyla haşır neşir olan Nohut adında bir kedi üzerinden bir senaryo düşlenebilir :)

Mevlâna filimleri, romanları ilgiyi canlı tutması açısında faydalı. Fakat yarattıkları klişeler ile de sınırlayıcı. Tasavvufi düşüncenin günümüz  için canlı ve gerçekçi bir ifadesinden söz edebilmemizi engelliyici. Günlük hayat için gerçek dışı kalıplarıyla aşılması gereken bir durum.

23 Haziran 2013 Pazar

Direniş



Ölüm hayata direnmeye gitmiş

Hayret, döşeğinde dile gelmiş

Üzerimize zimmetli bu nefesler

Hep kendi vakitlerini beklermiş

18 Haziran 2013 Salı

Gezi

Bugün kök salınacak bir topraksak

O uzun uykularımızdan uyanarak

Gelmiş geçmiş tüm avare gecelere

ve onların tatsız hatıralarına inat

ve umutla ayağa kalktıysak artık,

hep birlikte uzansın kollarımız semâya

Gezinin o cılız gövdesinden bir çınar olarak


bir ağaç gibi duralım sessiz sedasız, kaygısız

düşen gölgemizde dinlenilsin tasasız

12 Haziran 2013 Çarşamba

Kılıç çiçeği



Üç dört sene evvel gene yazın bir şeyler ekeyim, toprakla uğraşayım istedim. İşe zor kısmından başladım, limon ekecektim. Pamuk arasında çimenlendirmeye çalıştığım ilk üç limon çekirdeğinden bir şey elde edemedim. Yemekte masanın üstünde bulup peçetenin arasına sakladığım çekirdekler ise evvelkilerden daha inatçı çıktı. Evde küçük bir saksıda koca kışı küçük yeşillikler olarak geçirdiler.

Yazın onlara kök salabilecekleri büyükçe bir saksı aldım ve iş yerine götürüdüm. Balkon sabah güneşi alıyordu. Limonlarım burada klima takılan kadar şenlendi. Klima yüzünden üç küçük limonumun kavrulduğunu fark ettiğimde ise çok geçti. Saksıyı alıp odama götürdüm. Neyse ki küçük limon yeşilliklerimden büyük olanı daha sonra tekrar yeşillendi. 

Burdaki arkadaşlardan biri saksının bir köşesine kılıç ekmiş. Saksı büyüktü, ses etmedim.

Annem gelip gideren burada limonun yetişmeyceğini söyleyip duruyordu. Limonu söküp yerine para çiçeği ekmemin daha iyi olacağını düşünüyordu. Bir kenara da para çiçeği ektik; saksı büyüktü, ses etmedim.

Babam çiçekleri çok sever,  bir saksı da o getirdi, çiçeklerin sulanması işini üstlendi. Yılbaşı ve Atatürk çiçeklerini getirip onları da o dikti. Saksı büyüktü, ses etmedim.

Penceremiz sabah güneşi alıyor. Cam içersine yarım saat bir saat kadar güneş geliyor. Buna rağmen bu bahar çiçekler canlandı, serpildi. Nihayetinde limon canlanacaktı. Pencereye çıkarabilsek 2-3 saat daha sabah güneşi alacaktı. Pencerenin önüne bir demir yapmayı düşündüm. Babam önce gereksiz bulsa da sonradan bu fikri benimsedi. Ölçü almış, cumartesi demirciler çarşısında demiri yaptırdı. Demir pazar günü boyandı.

Dün demiri pencereye taktık. Fakat uygun bir açıyı bulmak kolay değildi. Kılıç nazikti, içerde perdeye dayanıp durabiliyordu. Limonu güneşe çevirdiğimizde kılıç öne doğru eğiliyor, kırılacak gibi rüzgarda sallanıyordu. Kılıcı duvara yasladığımızda limon yaprakları güneşe sırtını dönüyordu. Babam kılıcı duvara yaslamıştı, ben de limonu güneşe çevirecek şekilde çeviridim. Bir ben saksıyı çevirdim, bir babam. Sonunda böyle kalırsa limonun güneşe sırtını döndüğünü söylediğimde babam ses etmedi.

Fakat bu sefer kılıcın bu halde kalması halinde kırılacağını düşünmek beni huzursuz etti. Ne zaman ne arada olmuştu bilemiyorum ama kılıç da bana emanetti. Kılıcın kırlımaycağı şekilde saksıyı çevirdim, onları duvara yasladım. Saksıda bol yer vardı, kılıç çiçeğini korumak mümkündü. Kılıç çiçeğini de evlat edindim, yeni tanıştık aramızı düzeltmeye çalışıyorum şimdiler de. Hayat da bu saksı gibi galiba.Bir çok kişi farkında olmadan bir şeyler getirip, bir şeyler ekiyor hayatımza. Varlıklarının farkında olduğumuz, beraber yaşadığımız ama henüz uzlaşmadığımız, benimsemediğimiz, belki de tanışmadığımız şeylerle dolu çevremiz ve malesef onları sadece kırarken farkediyoruz.

Bugün evden getirdiğimiz bir çıtayla kılıç çiçeğini sabitldik. Saksıyı da bir telle sabitledik, ne olur ne olmaz diye. Bugün şansa hava kapalı. Şimdi hep beraber güneşi bekliyorlar, biz de onların büyümesini bekliyoruz göz ucuyla:)


8 Haziran 2013 Cumartesi

Elma



Elmaya olan ilgimiz elmanın tadıyla ilgilidir, çürükleri ile değil. Elmayı tadıyla, rengiyle, şekliyle hatırlarız. Elmayı elma yapan manavda aldığı darbeler değildir. Hatta bazen çürükleri onun sağlık belirtisi bile olur. Bu yüzden organik deriz, doğal deriz.

Elmanın, armut ya da portakal olmasını isteyebiliriz, gerçekçi olmasa da. Elmayı, armut yapmanın tek yolu elma ağacını söküp yerine armut dikmektir.  Bunun için bir ağaç direnmez, ama kendisine elma muamelesi yapılan  insan direnir.

Manavın kakaladığı çürük çarıkları bile elmalıkları için  temizler yeriz. Çürük çarıklar için manava kızılır, elmaya değil.

Dehşet veren kısım elmadan armutluk beklemek için ona şiddet uygulanabileceğinin düşünülmesidir. Gençleri, kafalarını kıra kıra terbiye etmeye kalktığınızda aklınızda sadece onların size verdikleri tepki kalır. Onları onla değerlendirirsiniz.

Elma, armut, portakal nihayetinde meyvedir. Elmaya sadece elma diye bakmak onun meyveliğini bir noktadan sonra kaybetmektir. Böyle bir bakışla da elmaların ve armutların bir kategori altında toplanması mümkün olmaz.

7 Haziran 2013 Cuma

Zihin


Zihin yaralı bir kuştur
Biraz sûkut için çırpınır durur.
ya da
Zihin yaralı bir kuştur
Biraz sûkut için
Nafile çırpınır durur.

ya da

Zihin yaralı bir kuştur
Nafile sûkut için çırpınır durur

ya da

Zihin yaralı bir kuştur
Nafile sükun için çırpınıp durur

29 Mayıs 2013 Çarşamba

Fetihten işgale

Akaretler'deki dönüşüm, Tarlabaşı'ndaki değişim, Galataport, Geziparkı'nın Taşkışla Avm'sine dönüşmesi, Emek sinemasının yıkılması ve Demirören'in avmsi, Beşiktaş'ta küçük işyerlerinin el değiştirmesi bölgenin halktan temizlenmesi projesinin işaretleri olarak gözüküyor.

Fethin sene-i devriyesinde İstanbul bir işgalin eşiğinde. İstanbul gibi bir tarihi şehrin kimliği/tarihi dokusu korunarak, şehir merkezinde nüfus yoğunluğu arttırılmdan, şehrin merkezi eski şehrin dışına kaydırılmalıydı. Fakat eski şehrin rant imkanları buna müsade etmedi ve geri dönülmez bir noktaya geldik. Artık şehir avm ve rezidans insanının işgalindedir.

Bu noktadan sonra şehrin tarihi merkezlerine şehir halkı ancak avmsinden fast food yemek, sinemasına gitmek ve vitrinlerini seyretmek için izin verildiği ölçüde inecektir. Şehir halkı bu yerlere kapitalizmin arzuladığı mutantlar olarak inebilecektir.

29 Nisan 2013 Pazartesi

İstanbul



Sanki İstanbul'un gökdelenleri onun mezartaşı, 
Kitabelerinde sıradanlaştırdıkları kentin âh'ı yazılı

26 Nisan 2013 Cuma

..



Mesela müşkülpesent mesafeler vardı
Ve sararan sarmaşıklarla gelirdi akşam
Sessiz yoklamalarda mevcut hep bir eksik çıkardı

18 Nisan 2013 Perşembe

Tanpınar üzerine bir kaç not...


Sıra Tanpınar’a gelmiş.

Gelenekle modern arasında Tanpınar’ın kurmaya çalıştığı bağın mahiyeti nedir?

Tanpınar bir formül önermiyor kanaatimce. Eskinin bilinmesinin, eskinin ürettiği sembollerin bilinmesinin, kaybedilmemesinin peşinde. Hayat bu semboller üzerinden kendini yeniden kuracaktır.

Gelenek sabit değişmeyen bir şey değil. Tasavvufi gelenek de öyle. İklime, zamana, topluma, kişilere göre değişiyor,  gelişiyor. Derinleşip sığlaşabiliyor. Kutsal, dokunulmaz, değişmez, sabit bir gelenek iddiası etnosantrik bir iddia neticede. Geleneğin önemli bir kısmını inşa eden tasavvufun tarihsel gelişimene bakmak bunun için yeterli.

Avrupa modernleşmesinin temel dinamiklerinden biri, tarım toplumundan endüstri toplumuna geçişte. Sosyal kurumların yeniden şekillenmesinde-okulun, ailenin vs. yeniden şekillenmesinde, biçimlenmesinde ekonomik yapıların değişmesinin endüstrileşmenin büyük etkisi var. Modernleşmede sadece batının iyi yanlarını almaktan bahsedenlerinde, sadece ilmini/teknolojisini almanın gerektiğini savunanların ısrarla görmediği şey de bu. Endüstrileşme kendi sosyal kurumlarını , ekonomik ilişkilerini dayatıyor. Burada soru şu, herkes için gelişme, büyüme kabul edilen, zaruri bir şeyken; gelenekten, geçmişten bize has bir şeyleri -tarım toplumundan endüstri toplumuna geçerken- geleceğe taşımak mümkün mü? Tanpınar bunun yollarını arıyor. Pozitivizm’e karşı alternatif olarak gelişen sembolik-etkileşimci toplum kuramlarından haberdar olması mümkün, yine de bu konuda kesin bir şey söylemek zor. Net söylenebilecekler fütüvvetin, melametin, sembollerin taşıyıcısı olarak musikinin imkanlarını yokluyor, bu zevkin ayakta tutulması gerektiğini düşünüyor. 

Tanpınar’ın İsmet Paşaya saygı duymasından, sevmesinden kime ne. Ben dahil bir çok kişi için İsmet Paşa bir kahraman. Bunun bir eksiklik gibi sunulması, itibarsızlaştırmanın yollarının aranması sığ bir tavır. Kaldı ki, sanatçının kişiliği ile eserlerini karşılaştırmak ve ona göre eserlerine değer biçmek ne sanat eseri eleştirisi için ne de felsefe eleştirisi için geçerli olabilecek bir şey. Heidegger Nazi üyesi diye “Varlık ve Zaman”nın üzerini mi çizicez. Bir de biz kimiz ki insanları yargılıyoruz. Onların yaşadıklarından, buhranlarından haberimiz var mı? Sanatkardan, düşünürden aziz beklemek bunu bekleyenler için her zaman bir hayal kırıklığı olmuştur.

Felsefenin doğuşu için mitostan logosa geçiş denir. Mitleri bilmeden dönüştüğü şeyi anlamak ise ne kadar mümkün. İddiası olan, bir şey söylemek ihtiyacı hisseden 3000 yıllık düşünce geleneğini, kültür tarihini- doğunun ve batının bir bütün olarak- bilmek zorunda. Bir büyük insan dediği gibi “Üçbin yılın hesabını göremeyen karanlıkta yolunu bulamaz, günü gününe yaşar ancak. (Goethe) Bunu da bir parantez olarak ekleyelim.

9 Nisan 2013 Salı

Muhafaza etmek ya da emrivaki

Topçu kışlasının bir tarihi değeri var mıydı bilmiyorum. Ama Taksim meydanının vardı. Emek sinemasının da.

Her şeyi yenilemek gerekmiyor. Ya da artık var olmayanın bir simülasyonunu yapmak. Bodrum'a bir Zeus sunağını bire bir inşa etmek mümkün. Fakat bir simülasyon olmaktan ileri gtmeycek. Las vegasa piramit yapmak gibi. Şimdilerede Boğaza benzetilerek yapılan, önüne havuz kondurulan siteler gibi.

Taksim için alternatif projeler üretileblirdi. Trafik akışını sağlayacak başka güzergahlar yapılabilirdi, büyük araçların girişi yasaklanabilirdi. Yeni yapılacak yol trafiği rahatlatacak mı? Hayır. Yol aynı yol, sadece aşağı alındı, ek şerit falan konmadı.

Bir şeyin sizin için değerinin olmaması, herkes için de değerinin olmadığı anlamını taşımıyor. Herkes için değersiz olansa belki gelecek kuşaklar için değerli olacak.

Her şeyden anlamanızı kimse beklemiyor. Bunun farkında olmanız ve insanları dinlemeniz yeterli.

Bu kadarı insanı yoruyor.

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/22998257.asp

8 Nisan 2013 Pazartesi

Sokratik diyaloglar


-          Şimdi bana anlatabilir misin, bu meselenin özü nedir? Tam olarak bana ne demek istiyosun?

-          “Ona güven, gerisini merak etme sen”

-          Anladığım kadarıyla sen ona pek güveniyor ve kefil oluyorsun. Bir zarar halinde kefaletn gereği zararı tazmin etmeye gücün var mı diye sormayacağım. Fakat bana söyler misin bu güveninin gerekçeleri nelerdir?

-          Bana göre bu bir süreç ve bu sürecin nasıl işleyeceği üzerine bir fikrim yok. Fakat iyiniyetle yola çıkıldığına inanıyorum. İyi şeyler olacağına inanıyorum. Böyle olsa daha iyi olmaz mı?

-          Elbette, öyle olsa daha iyi olur. Fakat temennilerin, başlangıçlar için olumlu bi etkisi olsa da sonuç üzerinde pek etkileri yoktur. Sen akıllı birisisin ve akıllı birinin özelliği iddialarını gerekçeleri ile sunabilmeleridir bir yerde. Oysa sadece duyduğun güvene inanmamızı istiyorsun. Bir inanç üzerinden konuşuyosun. Peki inanırsak anlıyabilecek miyiz?

-    Anlamanın ne olduğu üzerine düşünmek lâzım. Anlamak bulunduğumuz zamanı anlamktan ibaret ve kişiden kişiye değişebiliyor. Anlamaktan ziyade güvenmek, inanmak önemli. Söylediğime inanırsan için rahat eder, dert etmezsin.
- O zaman düşünmeyi bırakmamızı, asla anlayamacağımızı söylüyorsun- eğer yanlış anlamdıysam. Bundan senin benim düşüncelerime pek ihtiyacın olmadığını anlıyorum, sürece engel olmamam senin için yeterli. Peki ya rıza? Anlamadan rıza göstermek mümkün mü?
- Bunları çok fazla düşünmemek lâzım. Seninle oturup sorularına cevap vermek isterdim, ama pazarda işim var. Onun için ayrılmak zorundayım. Sana iyi günler.
-İyi günler...

25 Ocak 2013 Cuma

Aşk



Aşk filmi,  en başından, ilk sahnesinden filmin sonunu söyleyen filimlerden. Yani Haneke, seyircisini üstelik henüz bir şey söylememişken, bu filmin sonunda ne olacak merakından  kurtarıp nasıl olacak sorusuna odaklıyor.

Aşk filmi, alışık olduğumuz filmlerinden değil, hatta seyretmesi zor filimlerden biri. İki saatlik film giderek ağırlaşan atmosferiyle izleyici kendine garip bir şekilde bağlıyor. Film, hepimizin zihninin bir köşesinde yer alan, ama üzerinde çok fazla düşünmediğimiz bir gelecekle- kulağımıza bir yerlerden çalınmış, aşina olduğumuz bir hikaye üzerinden ilerliyor. Benim başıma gelmez diyemiyecek şekilde, hepimiz bu yaşlı ihtiyarlardan birinin yerine adayız. İnsanı filme bağlayıp izlettiren şeyin ne olduğu üzerine bir şeyler söylenebilir mi? Bol ödülün ve film hakkında yayılmış olan olumlu havanın bir etkisinin olduğu düşüncesini bir kenara bırakırsak, film bize önemli bir soru soruyor: bir insanın bir diğer insana hayatını vakfetmesini sağlayan şey nedir? Verilmiş bir söz? Hatıralara vefa? Alışkanlık? Aşk? İnsanı yoran bir geçeklik içinde gerçekliğin dışına çıkan tek şey metanet. Niye benim başıma geldi, neden ben diye sormuyorlar. Bıkkkınlık, keder yerine insanı şaşırtan bir metanetle karşılıyorlar olanı biteni. Belki gerçeklikten ayrıldığı yer burası. Her halükarda mekanik, işlevsel mantığın sınırlarını zorlayan bir şey.  Bir refah toplumunda insanı zorlamayacak çözümler mümkünken, bir yaşlı adamın her şeyi elinin tersiyle itmesine yol açan şey nedir?Herkesin kendine göre verecek bir ceabı vardır herhalde. Benzer bir hikaye Antalya'daki Gülsüm ana'nın hikayesi. Bir Haneke filminden daha umut dolu, ama insana aynı soruları sorduran gerçek bir hikaye. Kant'ın, akıl sahibi bir varlık olan insanın fizik kanunlarıyla açıklanamayacak bir etik alanının olması gerektiği iddiası güncelliğini kuruyor.

Tüm zorluklarına rağmen izlenmesi gereken bir film.