25 Ağustos 2016 Perşembe

..



 Kökünden  boşalmış zincirlerimizle

Sırtımızda bin yıllık denklerle

İnce bir buz üzerinden geçiyoruz

Bir çorak ufuktan

Bir başka çorak ufka göçüyoruz

ya da

İnce bir buz üzerinden geçiyoruz


Kökünden  boşalmış zincirlerimizle

Sırtımızda bin yıllık denkler


Bir çorak ufuktan

Bir başka çorak ufka göçüyoruz










18 Ağustos 2016 Perşembe

7




Vezirin  müritleri huzurdan sürmesi başlığı altında vezire kulak verelim :

570 Aşağılık duygunun kulağına pamuk tıkayın; gözlerinizden duygu bağını çözün.

Can kulağının pamuğu, baş kulağıdır; bu baş kulağı sağır olmadıkça can kulağı sağırdır.

*Duygusuz kalın; kulaksız, düşüncesiz bir hale gelin de “Geriye dön” sözünü duyun.

Uyanıklık dedikodusunda kaldıkça rûyadaki konuşmadan nasıl bir koku alabilirsiniz?

Bizim sözümüz de, işimiz de dışarıda yürümektir; can yürüyüşüyse göklerin üstünde olur.

Duygu, kuruluğu, karayı gördü; çünkü karadan doğmuştu o; can İsâ’sıysa ayağını denize bastı.

Şu kuru beden karada gezebilir; canın gezişiyse denizin ta göbeğine ayak basarak olur.

Ömür, kimi dağlara tırmanarak, kimi denizleri geçerek, kimi ovalar aşarak karada geçip gittikten sonra.

Âb-ı Hayât’ı nerden bulacaksın; denizin dalgalarını nerden yaracaksın?

Toprağın dalgası bizim vehmimizdir, anlayışımızdır, düşüncemizdir; denizin dalgasıysa kendinden geçiştir, sarhoş oluştur, yokluktur.

Sen bu sarhoşlukta kaldıkça o sarhoşluktan uzaksın; bundan sarhoş oldukça o kadehe karşı kör kesilirsin sen (*)

Mevlâna Vezirin ağzından ikili bir ayrıma gider. Yeni- Platonculuktan aşina olduğumuz bu ayrım, duyular dünyası ile algılanan bir dünya ve duyular ötesi/ transantaldal/ aşkın  bir dünyanın varlığı anlayışıdır. İdealist ayrımda  iki farklı dünyanın ilki karayla, ikincisi de denizle sembolize edilir. İki dünyadan birinde oluşun diğerine kör oluş olduğunu söylerken, canın hedefinin deniz olduğunu belirtir 

İlk dikkati çeken beyit;


Duygu, kuruluğu, karayı gördü; çünkü karadan doğmuştu o; can İsâ’sıysa ayağını denize bastı. *


Bir düzeltme yapalım öncelikle. Duygu değil de duyu olmalı. Duygudan kastın duyu organlarıyla algılanan olması daha makul gözüküyor. 

Yukarıdaki beyitlerde duyuya kronolojik olarak bir öncelik veriliyor. Beyitlerden edinilen genel izlenim insanın karada, duyu dünyasında doğduğu; sonra imkan bulabilirse, suya, asıl yurdu olan aşkınlığa ayak bastığıdır. Buradan (başlangıçta duyu olmasından) bir tabula rasa çıkarmak zorlama olacaktır, ama silik de olsa bir imadan söz etmek mümkündür. Bu hükmü vermekten bizi alıkoyan bir başka konu ise, anımsama tezine yatkınlığın  -eserin bütününde- daha kuvvetli olduğu yönündeki kanaatimizdir. Ek olarak buna şöyle bir itirazda da bulunulabilir; her ikisinin doğuşunun farklı olduğu, canın kalu bela zamanında var olabileceği söylenebilir. Şimdilik iki görüşü de not edip geçelim.


Bu bölüm niçin önemli? Mevlana'nın burada bir kozmoloji tasarımı yapması açısından önemli. Bu tarz tasarımlara Mesnevi'de genelde pek yer vermez.


Tasarımda yukarıdan aşağıya bir hiyerarşinin olmaması, tersine karadan denize doğru – aşağıdan yukarı bir akışa yer verilmesi açısından ilgi çekici. Şimdilik yoruma girmeden bunu da tespit edip geçelim.  

Hz. Mevlana'nın orijinal yanlarından birisi kendi fikrini bir düzenbazın, sahtekarın ağzından bile duyurabiliyor olması. Bunu da bizi vezirlerle müritlerinin diyaloğunda verir.Yine de burada teori düzenbazdan - uygulamanın, pratiğin, istisnanın müritlerden gelmesi müritlere bir parça üstünlük sağlayabilir. Henüz bu diyaloğa diyalektik diyalog diyemeyiz sanırım. Çünkü, müritler tarafından yapılan itiraz, konunun aslına temeline yapılmış bir itiraz değil; uygulamasına, nasılına yapılmış bir itiraz Bu sayede, iki tarafında esasta uzlaşmış olmasıyla biz Mevlâna’nın görüşünün de bu olduğunu düşünürüz. Diyalog, temel tezinde bir değişme olmadan, karşı iddia gelmeden sona erer. 
Müritler, Vezirin tasarımını/tezini diyalogda nasıl gerçekleşebileceği sorununa çevirerek onu onaylarlar. Daha sonra karşılaşacağımız diyaloglar, karşıtlıklar/zıtlıklar üzerinden düşüncenin ilerletilmesini ve derinleşmesini sağlayacak Sokratik diyaloglar olarak karşımıza çıkacaklar. 


Tez ve antitez gerçeğin farklı yüzleri. Meşhur körlerin filleri tanımlaması metaforunda herkes fillere dokunur. Herkesin tarifi bir şekilde doğru, ama eksik bütünün bir bölümünün ifadesidir.


Bu bölümün bize söylediği bir diğer şey de, Hz. Mevlâna'nın çağın felsefi tartışmalarından haberdar olduğudur. Kendi sisteminde rahatça kullanacak kadar septiğin (552) ne olduğunu biliyor. Duyular dünyası, ideler dünyası kavramalarına bir kozmoloji tasarımı yapabilecek kadar da hakim.


* Bir dostun katkısı : "İnsanın duyular dünyasında oluşu onun sosyolojik bir varlık oluşundan. Toplum içinde iyi ya da kötü yönde sosyalizasyona dikkat etmek gerek" 8.9.2016

9 Ağustos 2016 Salı

6




DAR KAPI

536 Anlayışı, hatırı keskinleştirmekle Tanrı’ya yol bulunmaz; pâdişahın lûtfu ancak kırılmış, dökülmüş gönülleri alır katına.

Bir önceki post’ta yer alan ikinci metafor için açıklama; beyitlerin arasına bir yere sıkışmış bir yerden geldi. Altını çizelim.  

Gene Mûsâ ile Çoban’ın hikayesi sanki bu beyit için yazılmış. (2. Cilt -1721/1878)

Kırık bir gönül aralık, dar bir kapı gibi.

Sahabelerin kılıkırk yaran nefis sorgulamalarıyla beraber düşündüğümüzde, anlayışın ve hatırın kekinleştirilmesini sıfırlamayan, orada taban bulan daha geniş bir yorumun bir yüzü sanırım.

Ahlaki/İnsanî bir yorumda, bütünden sapmamak için göz önünde tutulması, bütün içinde yorumlanması gereken bir beyit. Ezoterizme buradan bir kapı açmak isteyenler için de bütünü zedelemeden bir karşı yorumu yapıp geçmek gerekecek.

Kırık bir gönül, bir başka dünya ilminin tahsilinin neticesi; sabrın, tevazunun, haklıyken kenara çekilmenin, kimseyi ezmeden geçmenin; ezcümle insan gibi davranmanın ilminin.  Sıradan, rastgele bir hâlin görünüşü değildir. Sakınmaktan, nefsin dizginlerine asılmaktan da farklı. Bazen dışarıda kırılacak, dökülecek şeyi içeriye alma işi.

Ama çoğu zaman şartlar kendiliğinden oluşur gönül hiç beklenmedik bir anda kırılır. Çoğu zaman bir insiyatif almak, uyanık olmak da mümkün olmayabilir.

Öyleyse gönül kırıklığını, anlayış keskinliğine üstün kılan şey nedir? Kesin bir şey söylemek zor, anlamak için ihtimaller çerçevesinde fikir yürütebiliriz sadece.

Bir yorum şöyle olabilir; gönlü kırılmış insan başına geleni rızayla kabullenip sırtlamış, sendelememiştir. Ayırıcı özelliği isyan etmemiş olmasıdır. Pasif bir kabulleniş olsa da, Musa ve Çobanın hikayesindeki gibi, içinde rızayı barındırmasıyla ilahi lûtfa hak kazanır. Her şeye rağmen rızada kalabilen için bu ayrıcalık yapılmış olabilir.

Anlayış ve hatır keskinliğinde ise olanı olduğu gibi kavrama var, olana hakkını verme. İçsel bir değişiklik yok çoğunlukla.

Bir diğer yorum 1765. Beyitten çıkarılabilir sanırım.

“A Mûsâ, edep bilenler başkadır; canı, gönlü yananlar başka”

Anlayış ve hatır keskinliğini edep olarak alabilir miyiz? Edebin bir uyanıklığa, bilince, ihtimama işaret ettiğini kabul edersek, evet.
Fakat gönül kırıklığı ile canı, gönlü yananları bir kabul edebilmek için oldukça dikkatli ve ince bir yoruma gerek var. Bu yorumu da ileriye bırakalım.

Düzenbaz vezirin hikayesi kendi içinde bir çok sürprizle dolu, oldukça zengin bir hikaye. 

** 

Not : . Tahir ül Mevlevi şerhinde de hâtır olarak geçiyor. TDK da "1. isim Düşünme, akılda tutma, hafıza, zihin, akıl, yâd" olarak açıklamış. Bunu anlayış ve düşünme olarak almak mantıklı gibi geliyor. Zira diğerlerini keşkinleştirmeyle beraber düşünmek zor gibi duruyor.