30 Mayıs 2011 Pazartesi

Klasik nedir?

Klasiğin ne olduğu üzerine yapılan tartışma, kurcalama ister istemez şekle ve şeklin haricinde de bir şeyler olup olmadığına da dayanıyor.

Eser bir zamanı, bakışı ister istemez taşıyor. Hatta klasik olarak nitelendirilmesi temsil ettiği şeyi en yetkin olarak ifade ettiği neticesini de çıkarıyor bir yerde.

Eser belli bir dönemin stilini temsil etmenin dışında "bugünden bakana" bir şey söylüyor mu? Eğer anlama çabasında "ön anlama"(ve ön yargıların)ların, kişinin kendi içinde inşa ettiği bakışının, ufkunun bir anlamı varsa eseri yorumlama/anlama şu anın ufkundan oluyor demektir. Bu da "şu an" için eserin bir şey söylediği anlamına gelir. Stilin dışında bir anlamı olması ise onu zamansız hale getirir.


Bir şeyin bugün için bir şey söylemesi, güncele bir cevap oluyor anlamına gelebilir. Eseri gelenekle ikame etmeye kalkarsak, bu anlamada bir davranış kalıbı, bir ritüel şekli olara ifade ettiğinden daha fazla bir şeye denk düşüyor olabilir.

Bu durumda geleneğin zaman içinde taşındığı, bu anda tekrar inşa edildiği ve yaşatırken sorguladığı teşrifat; aslında ifade ettiğinin dışında ve ona ek olarak bir bakışı, ufku bugün için kullanılabilir hâle getiriyor denebilir sanırım(?)

HM.un 2. cildinin akla getirdikleri

27 Mayıs 2011 Cuma

Bazen

Hep böyle olacak zannediyordun değil mi

Yok bazen güneş açacak bazen bulut olacak

Bazen yaprak kımıldamayacak

Bazen de fırtına çıkacak

Yok yok hep böyle olmayacak

Bazen öyle bazen böyle olacak

17 Mayıs 2011 Salı

Çevre meseleleri



Elbistan*

Çevre, üzerine çok fazla düşündüğüm bir konu değildi. Çevre kirliliği ile karşılaşmadık mı? Bir çok kez karşılaştık; Haliç oldum olası pisti, Kızkulesi yakınlarında çarpışan gemilerden sızan petrol Boğaz'ı ve Marmara'yı kirletmişti, doğalgazın olmadığı yıllarda İstanbul'da ve Ankara'da kışları hava hep dumanlıydı, Çernobil'deki patlama neticesinde radyoaktif sızıntı, Karadeniz bölgesini ve muhtemelen bir çok yöreyi radyoaktif serpinti ile zehirlemişti ama nedense bunlar bize hep münferit olaylar gibi gelmiş, bir müddet sonra konuyu unutuvermiştik. Sanki hepsi bir kaza, doğal afet, kader gibi duruyordu. İnsan eliyle önlenmesi mümkün olmayan, kirliliğe sebeb olan faliyet önlenirse daha büyük bir bedel ödenecek, medeniyet/gelişme geriye gidecek gibi düşülnür; üzerinde pek fazla konuşulmaz, etkisi geçtiğinde de hemen unutulurdu. Doğa nasıl olsa kendi kendini temizlerdi. Çevre konuları üzerinde konuşmama, düşünmeme üzerine genel bir anlaşma varmış gibiydi. Bu konsensusu zayıflatan iki olay oldu, biri ozon tabakasının delinmesi diğeri Çernobil felaketi. Etkileri uzun süren bu iki çevre felaketi sonuçları ile bizleri uzun süre meşgul etti.

Bugün artık bir takım geri dönülmez sonuçlara sebeb olan bu çevre felaketlerinin, zamanında görmezden gelinmesi hangi yanlış bakışımızın neticesidir? Çevre kirliliği için çıkarılan yasalar, güvence altına alınmaya çalışılan doğa, gene hangi saikle delinerek kirletilmeye devam edilmiştir? Fabrika sahibinin, kapıda protesto edenlere kızan çalışanların doğanın kirletilmesine devam etmesine zorlayan mantık nedir?

Kütahya'daki gümüş madeninin siyanürlü havuzlarının sızıntı yapması tehlikesine karşı protesto yapan köylülerin karşısındakiler de gene kendi akrabaları, eşleri dostları idi. Çalıştığı işi kaybetme korkusu, ilerde belki kendi hayatlarına mal olacak fabrikayı koruma zorunluluğuna yol açıyordu.

Çalışanların işlerini kaybetme gibi kabul edilebilir bir mazeretleri var. Ya fabrika sahiplerinin? Öne sürülebilecek mazeretler- kapanırsak, üretimi düşürürsek, pahalı arıtmalara yönelirsek birinci dereceden sorumlu olduğumuz çalışanlarımız işssiz kalır, fabrikamız zor durunda kalır belki kapanır, ülke ekonomisine katkımız azalır, daha az vergi öderiz, zarar eden bir firma oluruzdu. Bir organizma gibi çalışan işyeri, kendi hayatının varlığını devam ettirmeyi birinci dereceden bir sorumluluk olarak kabul etmekte ve hatta bunu bir ahlâki gerekçe olarak öne sürebilmektedir.

Burda gelecek kuşakların ve tüm canlıların, ekosistemin dengesinin varoluşu ile dengelenecek ahlâki karşı argümanı nasıl ortaya kayabiliriz? Ömrünü tamamlamış bir Nükleer santralın kapanmaması kararını, daha yüksek kapasitede çalışarak daha büyük ve korumasız siyanür havuzları kurma kararını engellemeyi sağlayacak bakışımız ne olabilir?

--

"Sosyal politika"nın dilinden hareket edersek; gelecek kuşaklar da güçsüz kabul edilip korunması gereken, güçsüz gruplardandır. Güçsüzlüğü, görüşünü/tercihini dile getiremekten geliyor öncelikle. Bunun yanında onlara temizlenmesi gereken hava, su, toprak bırakılmasından; bu kaynakların tüketilmesinden.
devam edecek

*http://www.basakgazetesi.com/news.php?id=9488

8 Mayıs 2011 Pazar

"Nerde hata yaptım"




"- 'Ben ilk nerede hata yaptım' sorgulamasını nasıl aştınız?
Ölümden korkmazdım. Artık onun kendi ayakları üzerinde durmasını görmeden ölmekten korkuyorum. O yüzden attığım adımlara dikkat ediyorum. Çünkü onun bana ihtiyacı var. Onun için 'nerede hata yaptım' sorgulamasını çoktan aştım."


http://www.aksam.com.tr/oglum-anne-dedikce-her-gun-benim-icin-ozel--38689h.html

Hayata ihtiyaç duymak ve ona sarılmak, "Nerde hata yaptım" sorusunu geride bırakmak ya da böyle bir soruyla uğraşmayı anlamsız kılan şey; evlada, bir başkasına duyulan sevgiyle karışmış koruma kollama ihtiyacı.

"Nerde hata yaptım" sorusu insanı kemiren, onu kendine döndüren, kendine sabitleyen bir soru. Bir hata olsa da olmasa da sorumluğun, pişmanlığın altında hayatın dışında kalmak, ona sırtını dönmek var sorunun içinde. Artık düzeltilemeycek, düzelmesi mümkün olmayan bir şeyin gölgesinin hayatı karartmasından vazgeçmek ise ,belki, bir tecrübe olarak onu muhafaza etmek, aynı hataya düşmemek için daha dikkatli adım atmak, başkaları için bir tecrübe olarak anılacak şekilde onu sınırlayarak hatırlamak.

Özürlü bir evlada sahip olmak ya da insanı köşeye sıkıştıracak bir başka dertle karşılaşmak onunla yaşamaya alışmak talep edilen, istenen bir şey değil. Bir zorunluluk olarak karşımıza çıkan, başetmek zorunda kaldığımız, eğer atlatıp geride bırakırsak geriye dönüp baktığımızda bize "bu iğne deliğinden nasıl geçtik" diye düşündüren şeyin bir dönüştürücü etkisi de var. Duvarın dibinde "niçin ben" sorsunun anlamsızlaşmaya başladığı, baş etmek için çareler arandığı zamanlar gelir. Derdin dönüştürücü özelliği üzerine düşünmek dert sahibi için öncelikli bir konu değil. O dertle baş etme arayışı içindeyken bu bir lüks sayılır. Dert bitince ya da derdin yükünden hayata dönüldüğünde bunun üzerine düşünmek, olanın bitenin bıraktığı etki üzerinde fikir yürütmek anlamlı olabilir.

Çile talebi, çile isteme ise sorunlu bir durum. İster olgunlaşmak için ya da başka bir şey için olsun neticede bir ayrıcalık talebi gibi duruyor. Bu çileye karşı olmak değil, hayattan ektra zorluk talebinin getireceği zorluklar karşısnda insanın, insanlıktanda çıkabileceği riskini görmezden gelmemek bir yerde. Çileden her zaman tek parça çıkma garatisi yok; dağılmak, kaybolmak ihtimali de var.

Alıntının bize hatırlattığı, hayatı anlamlandıran şeylerin neler olduğu üzerine. Netice özürlü bir evlat olsa bile hayatı anlamlandıran şeyin (annenin çocuğuna olduğu gibi) bir lûtuf olduğunu söylemek çok mu iddialı olur acaba?

7 Mayıs 2011 Cumartesi

Bahar temizliği

Bir nefes bekler zihnimde "Ölü canlar"

Yıllanmış sararmış hep eski dosyalar

Pencerleri, kapıları açmanın zamanı

Uçuşup özgür kalsın "ölü canlar"

Dolsun güneş

Dolsun bahar

Nefes alsın kapım, pencerem

Aydınlansın duvarlarım

(taslak)

5 Mayıs 2011 Perşembe

Bursevî Şerhi üzerine

(Sadık Yalsızuçanların bir yazısına istinaden)

“Bu eserler, müelliflerinin manevi tecrübeleri olduğundan, bizim onları sözgelimi modern anlatılar gibi ‘okuyup’ anlamamız ve istifade etmemiz hayli güç. ………….Kaldı ki, eserleri ‘müşahade’lerinden ibaret olduğu, hatta binlerce müşanedatından biri olduğu için, filmi gerçekleştirecekleri aşılması güç manialar beklemektedir.”

Alıntısında temel sorun Mesnevi’nin “müşahade”leri anlatan “manevi tecrübe”lerden ibaret görülmesidir.

Burda bir temel sorunla tekrar yüzleşmiş oluyoruz. Tasavvuf bir “manevi tecrübe” aktarımı mı yoksa “insan olmak” üzere, “insan yetiştirmeyi” önceleyen bir meslek mi?

Tasavvufun içinde manevi tecrübe yok mu ya da manevi tecrübe ile insan olgunlaşır itirazlarına verilecek cevap işin pratiğinde ortaya çıkıyor.

Manevî tecrübeyi öne çeken, ona baskın bir rol biçenler uygulamada uzleti, sırları, kendine dönüklüğü bir metod olarak kullanıyorlar. İnsanla fazla muhatap olmayı sevmeyince, ondan bir şey öğrenmekde bir yerde mümkün olmuyor. Bilenler ve bilmeyenler diye bir büyük ayrım çıkarken, asırlar üzerinden damıtılarak bugün taşınan mevlevi zerafetine ise problem çözmek, örnek olmak, bir şeyleri paylaşmak, doğruyu göstermekten ziyade, zor durumlarda nezaketle başından savmak görevi düşüyor.

Bursevî şerhinden verilen alıntılar, şerhin harf semboliğine ne kadar yatkın olduğuna işaret ediyor. Bursevi Şerhi, bu haliyle, hurufiliğe zemin hazırlar bir derinlikte; kabalistik eleştirilerine maruz kalınan geleneğin yazıya geçmiş ilk hali muhtemelen. Ondan evvel var mıydı bilmiyoruz ya da kastı bu değilken bu konuya gereğinden fazla önemi mi verdi onu da bilmiyoruz.

“Mesnevî”yi dikkatli bir okumada harfler üzerinden bir şeyler anlatan satırlara da rastlamak mümkündür. Fakat bu Mesnevinin içinde ne kadardır diye bakıldığında çok fazla değildir. Mesnevinin geri kalanında verdiği mesaja bakmak lazım. Bir çok yerinde okuyana direk olarak verilen mesajların niteliğine bakmalı. “Mesnevî” deki remizler ise hikayelerdeki karakterler üzerinde somut şeyler üzerinedir. Örneğin, padişah bazan insanı temsil eder, bazen yaratıcıyı, bazen şeyhi; gene nefis belli hayvanlar ve onların tabiatları ile temsil edilir. Hatta bir hikayenin içinde, hikaye ilerledikçe, (birinci cilteki “bedevi ve karısı” gibi) bir sembole farklı anlamlar yüklendiği de olur. Mesnevi de kullanılan sembolik dil gündelik hayatın düzenlenmesi üzerine olan hikayelerdir çoğu kez.