8 Aralık 2017 Cuma

24


Nezaketi alışkanlıktan ayıran bir muhataba yöneliyor oluşu. Bu yönelişin varlığı sayesinde nezaket, bir hâlet-i ruhiyeye, yaşam dünyasına dönüşebiliyor. Bu ise bir sosyal pratiği, meşgul olmayan bir zihni gerektiriyor. Görmeye, dinlemeye talimli olmayı. Yine de bir kabalık ve saldırı ile karşılaşılmadıkça herkes alışkanlıkla da olsa asgari nezaketi hak ediyor.

*

Celal? Sıradan, rastgele, sebepsiz bir öfke ile gerekçelenemez; ancak kılı kırk yarmış bir adaletle gerekçelenebilir. Celal iki tarafı keskin bir kılıç gibi gerekçelenemediğinde zulüm, edepsizlik olarak sahibini yaralar. Gerekçesi cebinde olması gereken bir tavır. Sıfatlar üzerinden gitmeyi sevenler için Celal, Adl gerekçeleme ile, muhakemeyle, düşünmeyle dolayısıyla hukuk felsefesi ile (/ve tabii insanlıkla) doğrudan ilgili. İnsanlıksa sahip olunulan bir şey değil, mütemadiyen var edilmesi gereken bir şey *.

19 Kasım 2017 Pazar

..


Üç doktorun aynı gün intiharı - Entelektüelin toplumsal bir sorumluluğu var mıdır?  

Basit düşünelim karşımızda hiç tanımadığımız birisi açlıktan sıkıntı çekse kendimizi sorumlu hissetmez miyiz? Bunun neticesi olarak, yapabileceğimiz bir şeylerin olup olmadığını düşünürüz. Elimizde bir simit varda onu paylaşır, ya da tamamını ona ikram ederiz. Belki üç beş kuruş bir şeyler verip karnını doyurmasına yardım ederiz. Peki bu sıkıntı açlıktan değil de bir başka şeyden, mesela ruhi bir kaynaktan gelen bir sıkıntı ise ve maddi sonuçlar doğuruyorsa ya da doğurmayıp sadece kıvrandırıyorsa. Mesela gazeteler üç doktorun aynı gün intihar ettiği haberini yayınlıyorsa gene kendimizi sorumlu hisseder miyiz? Bu haber karşısında üzülürüz fakat bunu o doktorların şahsi meselesi, onların dayanıksızlığı, kaprisi, şımarıklığı olarak mı algılarız? Üç intihar karşısında kendimizi sorumlu hissettirecek şey nedir? Bunu engelleyebilme imkânı? Tekrarını engelleme gücüne sahip olma?Sorumluluğu doğuran düzeltme imkanına sahip olma gücü olacaktır muhtemelen. Zamanı geri çevirme imkânı yok. Bir feryadları varsa duyulmadı. Tekrarını engellerme? Ama nasıl? Teker teker herkese ulaşma imkanı da yok. Üç  doktorun aynı gün intiharı ilk elde bir sistem hatasını düşündürür. Olmayabilir de, tamamen bir tesadüfte olabilir. Bunu öğrenmek çok zor bir şey değil. Yaşamları, geride bıraktıkları bu sorunu çözmeye yeter. Sistem sorunu çok karmaşık sebeplerden kaynaklanmıyorsa burada düşünebilen herkese düşen bir sorumluluk payı var: İlk elde sistemin hatasını bulup, ifşa etme. Sadece entelektüelin değil herkesin görevi. Sonrası? Toplumsal duyarsızlıklar had safhada olabilir ya da toplum erdemsiz olabilir, faydacı bir toplum bütünün hayrı için verilmesi gereken fireler olarak görebilir intiharları. Böyle bir durumda ikinci görev her halde erdemin yeninden gerekçelendirilip, inşa edilmesi olacaktır. Psikolojinin kutsal bir alan olara yükseldiği bir dönemde bizi kıvrandıran sorunların toplumsal sebeplerini görmek için yüzümüzü tekrar bu alana çevirmekse emek istiyen tehlikeli bir iş olacaktır. Burada baştaki soruya da geri dönebiliriz. Entelektüelin toplumsal bir sorumluluğun olduğu ve bunun bazen yaşamsal olduğu sonucunu çıkarabiliriz.


9 Kasım 2017 Perşembe

..


Çorak bir tasfiye iklimindeyiz bu akşam

Birçok şey ya solup kaybolmakta ya da uzaklaşmakta


Kendi nefesimizin rüzgârıyla dolmakta yelken.

ya da

Tuhaf bir tasfiye iklimindeyiz bu akşam

Birçok şey ya solup kaybolmakta ya da uzaklaşmakta

Yelkenlerse bu mavi sessizlikte

Sadece sözün rüzgârıyla dolmakta

ya da 

Tuhaf bir tasfiye bu

Ne varsa ya solup kaybolmakta ya da uzaklaşmakta

Yelkenler bu mavi sessizlikte 

Sadece sözün rüzgârıyla dolmakta

ya da

Tuhaf bir tasfiye bu

Ne varsa ya solup kaybolmakta ya uzaklaşmakta

Yelkenler bu mavi sessizlikte 


Sadece sözün rüzgârıyla dolmakta

25 Ekim 2017 Çarşamba

23








Anladığım kadarıyla...

 1434 Ömer, selâmını aldı, yanına çağırdı, emîn etti onu, karşısına oturttu.


Korkmayı sözü, korkanlara sunulan yemektir; bu yemek, korkanların harcı olan bir yemektir.


Kim korkarsa ona aman verirler; korkan yüreciğini yatıştırırlar onun.


Korkmayana nasıl olur da korkma dersin? Derse muhtaç olmayana ne diye ders verirsin?


Ömer de o yüreği yerinden kopmuş adamın gönlünü neş'elendirdi; yıkılmış hatırını yaptı.


Ondan sonra da ince sözler söylemeye, iyi bir yoldaş olan Tanrı'nın sıfatlarından bahsetmeye koyuldu.


Korku faal bir ilgiyi engeller. Korkunun bulunduğu yerde insan muhatabından gelecek zarara odaklanır. İnsanın karşısındakine yönelmesi, kendini açması, karşındakinin (ve kendinin) ufkunu izlemesi, bir şeyler öğrenmeye gayret etmesi faal bir ilgi ile mümkün; korku bu tarz bir ilgiye engel. 

İlgiyle yönelişin gayesi ya da bir gaye olmasa da neticesi olan bitene bir anlam yüklemedir.



Bilincin yöneldiği, dikkat kesildiği şeye yüklediği anlam ise çoğu kez beraberinde bir duyguyu uyandırır. İnsan sadece zihinsel olarak bir şeye yönelmiyor, aynı zamanda duygusal olarak da bir şeylere yöneliyor. Yönelen bilince duygu da bir şekilde eşlik ediyor. (Heidegger'in haleti ruhiye dediği).

Yani, b
ir olgu karşısında takındığımız tavrın hem akli bir tarafı, hem de duygusal bir yönü var. Bir yandan onu neden- sonuç ilişkileri içinde gerekçelendirerek zihnimizde bir yere oturturuz. Diğer yandan onu bir duygu ile kabul ederiz.

Anlam arayışında uyanan duygu ya yıkıcı, bölücü kötü bir duyguyu uyandırır ya da yapıcı, iyileştirici, birleştiriciyi.  Olumsuz içerikli duyguların nefsi uyandıran duygular olduğunu söylemek sanırız yanlış olmaz. Nefs dediğimiz şey tam da bu mudur? Bundan emin değilim. Buradan devam edersek, nefste  iş duyguda mı zihinde mi başlar bir şey söylemek zor. Ama nereden başlıyorsa başlasın, bir kısır döngüyle sonuçlanmakta - zihnin duyguyu, duygunun zihni beslediği bir süreç ortaya çıkmaktadır. Sonuçta bir zihin duygu uyumu oluşur. Zihin gerçekleri çarpıtarak, yalan yanlış gerekçeler üreterek, hakikat karşında insanın durumunu savsaklıyararak kötücül duyguyu canlı tutar. Duyguysa öfkenin ve nefretin verdiği hazla düşüncenin kendini sorgulamasını engeller. Kötü duygunun yarattığı tutku/alışkanlık zihne döner ve onu tekrar ele geçirir. Yani duygu ve zihin birbirine karşılıklı olarak mütemadiyen gerekçeler. İşte hâli takip burada anlamlı bir şekle bürünüp bir işe yarayabilir. Bu kısır döngüyü kıracak şeylerden biri olabilir.

Bu düşünceye şöyle itiraz edilebilir. İçinde duygu olmayan savaş suçları yok mu denilebilir? Otomatiğe bağlanmış kötülüğe ne demeli? Bu üzerinde durmaya değer bir itiraz. Horkheimer'in Akıl Tutulması'nda pragmatik kabullerle, öznel aklın eleştirisini yaparken bir anlamda bu konu üzerinde durur. Rutine bağlanmış kötü bir işin gerekçelendirilmesinde insanı motive eden sadist bir duygudan, başkalarının kaderi üzerinde söz sahibi olmaktan alınan hazdan da sanırım ayrıca bahsedilebilir. Bu mevzuda gerekçeleme için Akıl Tutulması'nı işaret edip geçelim.

Duygunun zihni ele geçirdiğini ve kendine göre yönlendirdiğini söylemek belki bir gereksiz bir genelleme olacaktı, ama anlamı kendi rengine boyadığı, etkilediğini söylemek çok da yanlış olmaz.

Olumlu Duygular : Kendi kendini besleyen nefret ve kötü düşüncenin bir kısır döngü yarattğını gördük. Bu haliyle insan kendini olayların akışına kendini kaptırır. Özgür iradesiyle, seçimleriyle belli ilkelere göre uyma açısından bir proje değildir. Bir nevi kısır döngünün hakimiyetinin olduğu, onun çalıştırdığı bir  otomatır artık. Otomat insan otomat eyleyen insan; ya alışkanlıklarıyla ya da bir emirle düşünmeden eyler, nefret ve öfkenin esiri olarak eyleyenler de öyle. Kötü duygularının nefslerinin aracıdır. Nefsle mücadele bu anlamda bir proje halini alır; (Desein'in) her düşüşünden sonra dönülecek bir proje. Kendi kendini besleyen nefret ve kötü düşünce bir proje değil bir kısır döngü.İyiliğe, doğru eyleme duygularına rağmen eyleyenler ise bir proje adına eylemiş olurlar. Kendi özgür iradeleri ile kabul ettikleri bir projededirler. Kısaca şimdilik kötülüğe yönelmnin değil de iyiliğe yönelmişliğin bir proje olduğunu not edelim. 

Doğruluğun ve yardımseverliğin bir huy ve tabiat olarak ortaya çıkmadığı hallerde mümkün. Öyle olması gerektiği için yapmak, içinden gelerek yapmak. Bir şeye "Rağmen yapmak"la içinden gelerek yapmak bir büyük yelpaze sanırım, iki farklı seçenekten ziyade. Kararlar, içinde ikisini de barındıran grilerdir çoğu kez. (1412)

DASEİN'IN YÜZÜNÜ HAKİKATE  İHTİMAMLA DÖNMESİ : 

Hikayedeki korku, Heidegger'ın bahsettiği varoluşsal kaygıdan farklı olarak sebebi belli olan bir korku gibi gözükmektedir:  Elçi bir ağacın dibinde uyumakta olan Hz. Ömer'in karşısında sebebini açıklayamadığı bir korku duyar. (Benzer bir temaya gene Hz. Ömer ile çengçinin hikayesinde, 2184 - 2188 de de rastlarız. Mezarlıkta keder içinde kendi haline dalmış çalgıcı karşısında Hz. Ömer'i görünce korkup yerinden sıçrar) Her ne kadar duyulan korku bir olayın neticesinde olsa da uyandırdığı korkunun içinde hakikat karşısında ihtimam göstermeye sevk eden bir şeyler de var gibidir de. Varoluşun tekinsizliğini ve ehemiyetsizleştiriciliği ile ilgisi pek yokmuş gibi gözükse de. (Bunu kötülüğün değil de iyiliğin bir proje olduğu tezimiz üzerinden çıkarabiliriz) 

Mesnevideki her iki kahraman da kendilerini bir proje olarak kurma aşamasında Ömer'le karşılaşırlar, belki de buna hazır bir yapıları vardı. Bilgisizlikte ya da yanlış bir hayatta/anlayışta (tarihsellikte?) bir yerde takılmışlardı, Belki de Ömer'le karşılaşmaları bu takıldıkları noktayı aşmalarına, kendilerini bir proje olarak kurmalarına yardımcı oldu.

Burada teoriyi hatırlamakta fayda var :

Heidegger insanın, onun deyimiyle Dasein'in hakikikat karşısında  kendinin anlama imkanlarını açık tutmasını varoluşun anlamı olarak sunarken oldukça gerilere gidip incelikli bir analizde bulunur. En başta Dasein'in kendini dünyaya açımlamasını iki unsur üzerinden başlatır : Bulunuş ve anlama. (Varlık ve Zaman; Sh. 194). Bulunuşu Heidegger havf (korku) ve ihtimam başlıkları altında açıklar. Havf nesnesi, sebebi belli olmayan bir korkudur. Dasein'in dünyada olmanın tekinsizliğini, ehemiyetsizliğini (VZ.  Sh.197) sezmesinden doğar ve Dasein bu sayede kendisiyle karşılaşarak müstesna bir hale getirir. Bütün bunlar insana bir imkan olarak döner, imkan da bir proje olarak kendini ifade eder. "Varlık imkanı, Dasein'in hep bir şey uğruna var olduğu, yani fiilen var olduğu şeydir" (VZ. Sh.204) Basitleştirerek açıklamaya çalışırsak kendi haline dalmış, toplumun değerleri içinde yüzen, soru sormayan (VZ. Sh.7) insan kendini gerçekleştirmek gibi bir imkanı yoktur. İhtimam (ilgi ve itina ile yönelme) göstermek imkanlara açıklıktır, Bu anlamda bir arzuya meyletmekse tek bir imkana açıklık olduğundan, ve bu yüzden diğerlerine kapandığından sahih bir Dasein değildir. Varlığın kendini ifşa etmesi  diğer imkanlara açık olmak bütünü kavrama ile mümkün olur. Körlerin fili tarifini hatırlayalım.

*

MEVLÂNA'NIN PROJESİ : Peki, Heidegger'in felsefesinin imkanlarından da istifade ederek değerlendirirmeye çalışırsak Mevlâna'nın projesi ne olabilir? Proje derken neyi kast ediyoruz? 

Mevlâna'nın projesi, deyim yerindeyse bilincin/aklın/dikkatin bu yöneliminde uyanacak olan duygunun nefret değil de sevgi olması ile hakikate açıklıktır (1094). Nefret, öfke, şehvet vs. gibi uyanacak olumsuz duyguların aşk/sevgi gibi olumlu duygularla modifiye edilmesidir. Nefsle savaşta bu suretle pratik bir yol önermiş olur.  Burada bahse konu olan şey bitimsiz bir cezbe halinde neredeyse yarı sarhoş bir halde kendinden geçmiş bir yaşam değil.  Aşkın/sevginin onarıcı ve iyileştirici gücünü  bazen adalette, bazen anlamada, bazen dinlemede kendini bir eylem olarak; bir şeye yönelmiş olarak kendini ortaya koymada anlamak makul gözüküyor. Bu sayede hayatın içinde her şeye dağılırken, bu birbiriyle ilintisiz gözüken şeylerde ortak bir birlik yakalamak mümkün olabilir. Yani, varlığı olumlu duyguların rengiyle açmak, açımlamak belki de. İnsanın bunu yapabilmesi için bu duygu değişiklilerin öncelikle farkında olması gerekir. Yani içinde bulunduğu hale karşı uyanık olması, onu takip ediyor olması.Sevginin görünüşü karşılaştığı olaylarda  değişik biçimler alacaktır; bazen bir gülümseme/şükür bazen adil davranma, ya da bir hakkı teslim. Bunu herhalde en genel anlamıyla ihtimamın yöneliş tarzı olarak ifade etmek belki mümkündür, hakikati anlama açısında  barışı, birliği anlama (tevhid - Şaşı çırak hikayesi). Bu aynı zamanda insanın herkes-içinde olmaklığının bir sonucu. Hakikate açıklık konusunu daha evvel yazdım. Gereğinden fazla uzayan yazıyı daha fazla uzatmamak için girmiyorum.

 Bu noktada insan yalnız değildir. Diğer insanlarla birliktedir ve bir geleneğin/tarihselliğin içinden bakar. Ahlaki/dini/hukukî vs ilkeler dediğimizde de kuru ilkelerden bahsetmiyoruz.  Belli davranış setleriyle, pratikle, tecrübeyle uyanan ve sanırım ancak böyle canlı tutulabilecek bir tarihsellikten, pratikten, sürekli yeniden yorumlamadan bahsediyoruz.

Burada Mevlevîlikte olumlu dil kullanımının hatırlayalım, Fihi Ma Fih 'in 54. bölümünü, insanın kendini inşasınıan başkalarıyla birlikte nasıl mümkün olabileceğini anlatan bölümü de buna ekleyelim. İlerde dönmek üzere not edelim. 

***

Geçenlerde bir yabancı uzmanın bir sözü sosyal medyada oldukça sık paylaşıldı. Aklımda kaldığı kadarıyla uzman şöyle bir şey diyordu: "Bazıları Mevlâna'yı Heidegger üzeinden açıklamaya çalışıyor, Mevlâna varken niye Heidegger'i okuyayım". Bu okuma tarzı toplumları ve kültürü sabit kabul ediyor. Eğer her ikisi arasında bir benzerlik bulursa birini diğerini haklılaştırma için kullanıyor. İkisi de aynı gerçeğe ulaşmış, aynı şeyi bulmuş diyor. Bu yüzden diğerinin okunması artık ona fuzuli geliyor. Disiplinler arası okumada ve yorumda benzerlik aramadan öteye gitmeyen  bu çaba her seferinde,"Bak Heidegger de (/ ya da bir başkası) aynı şeyi söylüyor" ile neticeleniyor.  Bu biraz da felsefe, sosyolojinin nasıl çalıştığını bilmemekten kaynaklanıyor. Dönemine damga vurmuş felsefi akımların çoğu o dönemin belirli sorunlarına cevap olarak doğmuş ya da çağını açıklamada diğerlerinin önüne geçmiş akımlardır. Her dönemde, aynı ontolojik ve epistemolojik kabullerden hareket eden ekoller bu düşüncelerin üzerine yeni şeyler katarak, gittikçe derinleşerek ilerler. Platonun idealist epistemoloji anlayışı Descartes'te, Kant'ta yeniden şekil bulurken bu haliyle de kendi dönemlerinin bir sorununa cevap olur. Bu yüzden bugün Mesnevî'yi içinde bulunduğumuz çağın felsefesi üzerinden okumak hem dönemin sorunlarına bir cevap arayışı, hem de onun genel düşünce çerçevesi için kavramları elden geçirmek olacaktır. Yorumu yapan bu işin altından kalkabilir, kalkamaz ayrı mevzu. Eğer Mesnevî  bugün için bir şeyler söyleyecekse bugün için üretilmiş kavramlar üzerinden bunu yapabilir, bu kavramları üretmek ise bu tarz çalışmaların işi olacaktır. Bu sayede gelenek üzerine daha evvel yapılmamış yorumlar yapılabilir, denenmemiş fikirler denenebilir, gelenek farklı bir pencereden açımlanma imkanına kavuşur.



Dzeltilmedi, kontrol edilmedi


*Resim .:   
İstanbuldan gelen ünlü bir rahip ve Mevlana Karşılaştıklarında birbirlerine hürmet gösteriyorlar minyatürde Sevâkıb-ı Menâkıb'dan

18 Ekim 2017 Çarşamba

..

Kıyısına iliştim

Susup oturmak için

Geveze suskunluklar benimkisi

14 Temmuz 2017 Cuma

22




Hz. Mevlâna, Mesnevî'sinin 1920 no.lu beyitinden itibaren, Hz Ömer ile yaşlı çalgıcının hikayesini anlatmaya başlar. Bu kısa hikayede çengçinin canının Tanrı yardımıyla ve Hz. Ömer'in nasihatleriyle uyanışı anlatılır. (Okuduğumuz hikaye önceki hikayelerden Rum elçisi hikayesine benziyor. O hikayede de Hz. Ömer talibe çeşitli nasihatler veriyordu.)


*


1990. Âşık, arı duru şarabı kendisinden, kendiliğinden elde ederse orda akıl yiter gider.

Parça buçuk akıl, aşkı inkâr eder; gizli şeyleri bilir görünür ama böyledir bu.

Anlayışlıdır, bilgindir ama yok olmamıştır; melek bile yok olmadıkça şeytandır.

O, söz bakımından, iş bakımından bizim dostumuzdur ama hâl hükmüne gelince yok olur.


Bu iki beyit, sanıyorum Mesnevî'nin anahtar beyitlerinden biri. Bir çok şeyi birden tasnif ediyor. Aklı, söze(/dile) ve işe bağlıyor. Aşkın varlığını da bir hâl olarak aklın dışına, sözün ve dilin dışına çıkararak tanımlıyor. İki farklı varlık(?) alanı. (İki doğu, iki batı?)Bu bölüm olmasa ilerleyen beyitlerde akıl, söz, dil, nasihat değersizleşip dağılıp gidebilir. (Mesela 2160) (Ya da bir varlığın, paranın iki yüzünün farklı algılanması gibi (?))

1928 Duygu kulağı duymaz o nağmeleri; çünkü kötülükler yüzünden pislenmiştir duygu kulağı


Burada bizi çetin bir soru beklemekte: (Nefs ile savaşta) Kötülüğe karşı duruş (1928 ve 1993) hangi dünyaya ait? Daha evvel kötülükler yüzünden duygu kulağının kirlendiğini okumasak ya da burayı görmezden gelsek (1900-1904) aklın ve sözün dünyasını hakir görmemiz mümkündü. Bu sayede kötülükten kaçınma tezi (sadece?) ilahi, ezoterik, spirtürel (/insiyatik?) bir etkinin dışına taşınmış oluyor. Daha temkinli ve bütün üzerinden tutarlı bir yorum üzerinde durmaya çalışırsak şunu söyleyebiliriz: Görünürde tüm nasihatler sözün dünyasında. (Ve nasihatlerin neticesi iş (/ amel- ibadet değil, çünkü ibadetin nasihatle, muhakeme ile ilgisi yok- en fazla yapılması öğütlenebilir. Sonrası rutin)) O halde kötülüğe karşı koyuşta iş nasihatten, iyinin kötünün ayırdından başladığına göre önemli olan söz dünyası ve onun bulunduğu akıl dünyası. Gerçekte kötülüğe karşı koyuşa (ya da iyiliği emredişe) ait tüm silahlarımız akıl dünyasına mı ait? Peki hâl dünyasının lehine söylenecek bir şey yok mu? 

Galip Dede'nin "Hoşça bak zatına" sında insanın duygu dünyasını kötülükten sakındıran, iyiliğe yönlendiren bir yanı olduğuna işaret var. Ama burayı tanzimde iş, gene sözden başlıyor; tıpkı Hz. Ömer'in çengçiye tövbeyi de bırak demesi gibi. Çengçi bu nasihattan sonra işin ayırdına varıyor ve bir daha bunu düşünmeye gerek duymadan bunu bir hâle çevirmenin çabasına giriyor.

Peki can nedir? Aklın dışında oluşu onu kavramamızı, kelimeler yoluyla dile dökmemizi engelliyor. Fakat kendini ifade etmesinden, niteliklerinden - eksik olduğunu bilerek - bir şeyler söylemek yine de mümkün gibi. Eğer "Ayrılıklardan şikayet" eden can ise onun bir hafızasının olduğunu, dolayısıyla onun tarihsel bir kimliği olduğunu düşünebiliriz. En azından bu anı ve geçmişi var. Can, insanda hâlin kendini ifade edişi ile görünür hale geliyor. (?) Değişen ve ama bir devamlılığı da olan bir hâl bu. Sıfırdan başlamıyor, üstüne kata kata ilerliyor. Nasihat alıyor, huylarından vaz geçiyor ya da onları güzelleştiriyor, iyileştiriyor veyahut kötüleşiyor. 

Can ancak hâlin gözlenmesi ile kavranabiliyor. Ve ancak kendi hâlimiz bizim için birinci elden bilgi kaynağı. (Ne ararsan kendinde ara (?)) Başkalarının hâli ise beş duyumuzun gözlemleri ile sınırlı. 


Burada hâli bilinçsiz bir diyonizyak sarhoşluk gibi görmemek lâzım. Sırası gelince bakacağız; Hz. Ali hikayesi buna güzel bir örnektir diye düşünüyorum. Faklı bir bilinçten ve uyanıklıktan söz ediyoruz, ki içinde bir şekilde muhakeme işliyor. Canın uyanıklığı muhakemeyi kontrol ediyor, onu inceltiyor, yönlendiriyor. Deyim yerindeyse esas işletim sistemi o oluyor.

Talip için buradan basit bir yorum ilkesi çıkarmak mümkün sanırım; buna hatırlamada kolaylık olsun diye eksik yorum ilkesi diyelim. Söze ait, ahlaki bir yorumda her halükarda yorumun içinde duygu dünyasının eksikliğini bilme, o alanı da hatırlama. Bir hâlin içine yoğunlaştığında burada da ahlaki (/toplumsal) yorumun eksikliğini hissetme, oradaki hükmün ne olacağını düşünme.

İyilik, kötülüğe karşı duruş birinci yorumda Kant'ın ödev ahlakı ile açıklanabilir.  Olay, biz ve yapılması gerekenler var. Hâl ile birlikte mizacımız, kişiliğimiz, tarihselliğimiz bir bütün olarak işin içine giriyor ve iş değişiyor. (Gerçi ilk yorum için de yapılması gerekenler bir yorumu, yorum da tarihselliği gerekir diyenler çıkabilir.) Görev ahlakı "hiç olmazsa" olarak bir alt limiti oluşturabilir. İçinden gelmiyor ama işin hakkı bu gibi bir şey.

Nihayetinde ne yapmalıyız? Nasıl hüküm vermeliyiz? Nasıl davranmalıyız? soruları ile muhatap oluyoruz. 


*

Son olarak Hz. Ömer'in ihtiyar çalgıcıya yaptığı nasihata bir bakalım. Geçmişin pişmanlıkların, geleceğin isteklerini düşünmeyi bırak. Hatta tövbe etmekten tövbe et der. Hz. Ömer geçmişe ve geleceğe karşı bir çeşit kayıtsızlık önermektedir. Bu kayıtsızlık bana YKB'nın "rindlerin hayatı"nda bahsettiği belaya karşı kayıtsızlığı hatırlattı. Başlangıç olarak eğreti bir yorum olarak dünyanın talepleriyle belalarla, pişmanlıkla, isteklerle Tanrı'ya yönelme arasında bir seçim yapıp, dünyaya karşı kayıtsız olma hâlini canlı tutma diyelim.  Galiba üzerinde çok fazla bir şey bilmediğimiz rindin etrafında dolaşmak gerekecek. Mevlâna'nın bahsettiği aklın dışına taşan hâl alemini rindane bir kavrayışı anlamakla çözebileceğiz sanırım.


Rindlerin hayatı

-Halide Edib’e, sanatta ve fikirde ulvî varlığına derin hürmetle-

Ba’zan kader, gelen bora hâlinde, zorludur;
Dağlar nasıl bakarsa siyâh ufka öyle bak.
Ba’zan da cevreden nice bir âdem oğludur,
Görmek değil düşünmeğe bîgane kal!  Bırak!

Dindâr adam tevekkülü, rikkatle, herkese
İsâ’yı çarmıhında, uzaktan, hatırlatır.
Bir arslan esniyor gibi engin vakar ise
Rindin belâya karşı kayıdsızlığındadır.


YKB

*



Mevlâna'nın ilk beyitlerde Tanrı'nın ışığı ve erenlerin gücü üzerine söyledikleri genel tasavvufi söylemle paralellik içinde. Erenlerin Tanrı ışığıyla yapıp etmeleri üzerine olanlar. Bu  konuda Hz. Mevlâna'nın getirdiği örnekte ise hal dünyasının değişimi söz dünyasından, bir nasihatten, Hz Ömer'in çengçiye yaptığı nasihatten doğuyor. Sonuç spirtürel/ezoterik bir sonuç değil, irfani (?) bir anlayış değişikliği; tövbe etmekten cayış, nedenini niçini idrak ederek bir uyanma hali gibi  bir kavrayış/anlayış (bahsedilen diriliş gibi?). Tüm zamanlar için mi? İkili cevap makul: Eylem için hayır, kavrayış için evet. Unutup pişmanlık duyabilir ama daha sonra kavrayışı hatırlayıp kendini toparlayabilir. Buradan bir kesinlik çıkarmamak, genellikle demek, insanın olumsallığına (faniliğine); Tanrı'nın gücüne/inayetine işaret olacağından yerinde. 






Resim:  Mevlana'nın Şems-î Tebrizî ile Konya'da buluşması. Topkapı Sarayı Müzesi, Istanbul


Not : Yazıya ek




Akıl nefis zıtlığı, aklın işe bağlanması - hepsi bir beyitte. 
Geçenlerde https://www.facebook.com/mevlanafoundation/photos/a.1293047534088289.1073741831.1062925303767181/1561198470606526/?type=3&theater adresinde (21.7.2017 de tesadüfen) paylaşılmış. 16 no.lu yazıda bu beyiti yorumlamayı denemiştim, ama bu ayrıntıyı görememişim
l

7 Temmuz 2017 Cuma

21

Yeni bir şey söyleme yeni bir şey anlama neticede, yeni bir yorum.
Bir belirsizlik, muğlaklık, eğretilik karşısında yorum yapabilme becerisi, anlama cesareti, hakikati bilme arzusu. Hayatın talep ettiği bir cevap. Turuman Şov'da hiçbir şeyden habersiz biri olsanız da, bilmek pratikte bir işinize yaramasa da görmezden gelip geçemezsiniz.

Yeni bir şey tohumunu hayatın içinde taşır. Bizim tarihselliğimizdeyse yeşerir gelişir. Aristo’nun diliyle pratik felsefe denen şey.


Bilme arzusunu malumatfuruştan ayıran, onu hakikat derdine çeviren hayat. Hakikat derdinin bilme arzusuyla, insana bir şey eğreti, muğlak, yanlış geldiğinde verilen çabadır başka bir deyişle.

Şems'in ezbercileri azarlayışını hatırlayalım ve bir daha ki sefere hakikatin insanı dönüştürme, geliştirme (/inşa etme?) gücü üzerine düşünelim. 

11 Mayıs 2017 Perşembe

20




II

1865 O övüşü yutar mıyım ben; ben anlarım, bir şey umuyor da övüyor deme.

Seni o öven,  halk arasında kınarsa seni, o kınayışın ateşinden gönlün, günlerce yanar.

Onun, senden umduğunu bulamadığından seni kınadığını da bilirsin hani.

Fakat gene de o kınayışın belirtisi içine işler; övüşte de bu hale uğrarsın; bir  dene de bak.

O övüşün belirtisi de günlerce içinde kalır; canına ululanma, aldanma mayası olur.

*


Mevlâna, Melami neşenin, halkın kınamasını umursamama ilkesini, övülmeden kaçınmayı gerekçelemekte gibidir. Halkın yermesine veya övmesine odaklanmanın, insan ruhunda açması muhtemel yaralara dikkat çeker. Okuyucudan dikkatini adeta bir psikolog gibi kendi bilincine çevirmesini ve yarasının sebebini halkın övüşünde veya yermesinde aramasını önermektedir. Mesnevî'de yapma/etme dediği yerler de var, ama burada "neden yapıyorsun"a bir bak diyor. Kötü huydan, eylemden ziyade insanın nefsine karşı direncini kıracak, onu zayıf düşürecek şeyleri ele alıyor. Bunu yapabilmek ise daha derinlikli bir bakış/kavrayış gerektirmekte. Bir ara Melami neşenin bu ilkesinin yeni bir benlik inşasına hizmet için olup olmadığını düşünmüştük. Benliğin belli etiketlerden, rollerden, başkasının bakışından oluştuğunu düşünerek, bu tavrın benliği yanlış kalıplardan/etiketlerden kurtulmasına yönelik bir çaba olup olmadığını anlamaya çalışmıştım.

Bildiğimiz, varlığını tanıdığımız, hissettiğimiz zıtlıklar üzerinden, birini diğeriyle algılamak, tanımlamak kolay. Mevlâna, gamın ve neşenin; halkın yermesinin ve övmesinin ötesinde de bir şeyler var diyor. Pratikte/gündelik hayatta, gamın ya da övüşün verdiği kibrin sonu sebepsiz öfke, öfke ise bilincin dolaysız kavradığı şeylerden. Yöneldiği bir şey, bir sebep var - gerçek sebep o olsa da olmasa da.

*

Kirekegaard'ın Korku ve Titreme'sini tekrar hatırlayalım. Hz. İbrahim'in ruh halinin anlaşılamazlığını. Kierkegaard, olanı onun imanı üzerinden açıklamaya çalışırken, bunu anlamanın imkansızlığını göstermek için bize pek çok senaryo sunar. Ve bunların hiç birinin onu anlamaya yeterli gelmeyeceğini, her seferinde eksik bir şeylerin kaldığını da bize gösterir. Zaten onun gayesi de bize bu anlaşılmazlığı göstermektir. Bir de Hz. Eyüp Peygamberi düşünelim. Onun kıssasının gayesi, mutluluk olmayan bir  hikaye. Sınavı hastalık. Ömür boyu hasta olabilir ve bu onun imanında bir azalmaya sebep olmaz. Tavrı milim bile kımıldamaz. 

Mevlâna, sanki Kierkegaard'ın tevazuyla aşmaktan çekindiği sınırı, iman olarak isimlendirip geri çekildiği sınırı aşkla aşmayı öneriyor. Bunun için değişik bir strateji izler, devamlı dönüp kendine bakmayı önerir. Bu işi ise  hep başkası üzerinden gerçekleşir. Bizden, başkasına öfkelenişimizi, onun bizi övmesini ya da yermesini fark etmemizi ister. Bu bazen kendi halimizi görmek, bazen yaptığımızın Allah'ın rızasına (Mesnevi'deki Hz. Ali kıssası) uygun olup olmadığını anlamamızı sağlayacaktır. Bu sayede biz toplum içinde bir yere ve zamana yerleşmiş oluruz. Başkasının bakışıyla kendimize bakmak Husserl'in fenemolojisini hatırlatır. Husserl şöyle der "Husserl’e göre yaşayan bedenim ile başkasının algı alanımda bana verili olan bedeni arasında bir eşleşme meydana gelir. Ali, orada kapının yanında duruyor, ben ise burada masanın yanındaki sandalyede oturmaktayım. Orada kapının yanında duran ben olabilirdim, burada, bu sandalyede oturan da o olabilirdi. Bu durumda kendimi başkasının yerine, başkasını kendi yerime koyabilmem yaşayan bedenimle yaptığım bir şeydir. Bu eşleşme sayesinde başkasını yalnızca benimki gibi yaşayan, algılayan bir beden olarak değil, aynı zamanda da bir alter ego olarak kendi bilincime sunarım. Buna Husserl eşsunum (apprezentation) der. Böylece onu da bir ego, bir bilinç olarak düşünürüm." . Farklı olarak şöyle demek mümkün Husserl kendimizi başkasının bakışından görmeyi bir zorunluluk olarak kabul ederken, Mevlana'da bu iş bir tercih, pratik, kendini inşa etme şeklinde gerçekleştirir. Mevlana görüşte kalmaz buna göre tavır alır, daha doğrusunu/iyisini seçmek; nefsi aşmak için bir strateji olarak kullanır. Kendinde gördüğü şeyle kendini düzeltir, değiştirir ya da korur.

İnsanın kendine yönelmesi ile aşk arasında nasıl bir bağ kurulabilir? Belki sevdiği için eylemeyi adet haline getirmek ona zihinsel bir yönelimi, konsantrasyonu da sağlar.  İlerde belki de Çinli ressamlarla, Bizanslı ressamlarını hikayesinde anlatılmak istenen şeydir. Nefis kötü huylardan temizlendikçe hakikat güneşini yansıtmaya hak kazanır (?). Buna bir kesinlik yazmayalım, gene de nasip olursa hak kazanır diyelim geçelim.

1748 Gönül alan güzel, âşıkları arar, bütün sevgililer âşıkların avıdır.

Kimi sever görürsen bil ki sevgilidir o;  bir bakımdan hem budur o, hem o.

i 
tekrar hatırlayalım. Bunun "Ben ol da bil" de sözünü ettiği, (muhtemelen) birinci elden bilgi (diş ağrısı gibi :) ) oluşuna işaret edişi, nihayetinde bizi kişisel bir tecrübenin hududuna götürüyor. Şimdilik metni fenomenolojik yaklaşım ile çözümleme denemesini burada bırakalım.  


1875  Nefis çok övülme yüzünden Firavunlaştı; alçak gönüllü ol, ululuk taslama

Alçak gönüllü olmayı, ululuk taslamamayı bir erdem olduğu için değil de (/belki aynı zamanda) nefsin Firavunlaşmasına karşı bir önlem, bir tavır olarak önermesini de not edelim.

*

Hikaye Gazneli Hakim'in bir nasihatıyla biter. Nefsi yenmek ve kötü huyun etrafında dolaşmamak : 




1890 Önce bağışladığın bir katrecik bilgiyi de sen kendi denizlerine ulaştır.

Canımda bir katrecik bilgi var; sen onu nefis isteğinden, beden toprağından kurtar.


Sen kurtar onu, bu topraklar onu örtmeden, şu yeller onu kurutmadan.

1913 Bu öğüdü, Gazneli Hakim'den duy da eski bedeninde bir yenilik bul.

"Nazlanmak için gül gibi yüz sahibi olmak gerek; böyle bir yüzün yoksa, bari kötü huylu olmanın çevresinden dönüp dolaşma.

Eylemin gölgesi uzun. Bu yüzden nefsin pişmanlıklarının gölgesi bütün bir ömrü gölgeleyebilir. Sahabelerin nefsin hilelerini sorduğu bölümü hatırlayalım.

*


Hz. Mevlâna'nın nefsin terbiyesine odaklanması öğütlerini onun üzerinden vermesi bize, Gölpınarlı'nın esma/melami neşe ayrımını hatırlatıyor. Bu bölümde sâlikin gözünü kendi yaşantısına, iç dünyasına dikmesi ve onu iyileştirmeye çalışması anlatılmış. Bu şekilde yol alacağına inanır. Kendi iç dünyasını iyileştirme insanın dış dünyasıyla da ilgili. İç dünyasını iyileştiren kişi aynı zamanda bunu davranışlarıyla dış dünyasına, çevresine yansıtıyor. Kavrayışı gelişiyor ve derinleşiyor. Aristoteles' in sözünü ettiği pratik felsefe bu bir yerde. Pratik felsefe ise irfan ile doğrudan ilintili.


İrfan bir şeye yönelen bilgi ve yöneldiği şey çoğu zaman toplumsal. Doğal hukuktan, etikten, estetikten koku almayan bir irfan mümkün değil. İrfansız da tasavvuf mümkün değil. Felsefeden uzak kalmak irfanı besleyen doğal hukuk ve etik (ve estetik(?)) duygusundan insanı mahrum bırakıyor. Bu da irfanın değişen şartlara uyum sağlama, yorumlama ve anlama refleksini (/kabiliyetini?) köreltiyor.

*

Niye çağdaş felsefecilerin fikirlerini yoklayıp iz bırakıyorum? Mevlâna, antik felsefecileri muhtemelen biliyor, onların izleri üzerinden gitmek mümkün, üstelik daha kolay. (Onu anlamak için Antik çağ ve Orta çağ filozoflarını, bu çağlardaki düşüncenin serüvenini bilmek yeterli olabilir.) Fakat bu çağın sorunlarına Mesneviden çözüm aramak söz konusu olduğunda iş değişir. Her felsefeci kendi çağının sorunları üzerinden kendi düşüncesini kurar. Bu çağın sorunları, bu çağın düşüncesindedir. Antik Yunan'da belki bazı temelleri bulabiliriz, ama 2500 yıl çok şeyi değiştirdi, geliştirdi. Bugünün toplumu için, sosyal kurumları için yeni bir şey söyleyeceksek ancak çağdaş filozofların düşüncelerinin ışığından istifade edip ilham alabiliriz diye düşünüyoruz.  

*Resim : https://twitter.com/abdkaraarslan/status/854267560073846785/photo/1


6 Mayıs 2017 Cumartesi

19






I

1556 no.lu beyitten itibaren iyi yürekli tacir ile dudusunun (/papağanın) (ezberci, nakilci?) hikayesi başlar. Tacir, Hindistan'a yapacağı gezi için herkese bir şeyler vaat eder. Onlara isteklerini sorar. Tacirin papağanı da ondan Hindistan’daki dudulara halini anlatmasını, onlardan kendisi için bir öğüt istemesini diler. Tacir, vaat ettiği gibi yolcuğu esnasında  dudularla karşılaşır ve onlara evdeki papağanının söylediklerini iletir. Bunun üzerine papağanlardan biri titrer ve ölür. Hikayeyi okuyacaklar için bundan sonrasını anlatmayayım, özeti burada keseyim.

Hintli dudunun ölü taklidi yaparak nasihat vermesi bize "ölmeden evvel ölünüz" hadisini hatırlattı. Bu yüzden hikayenin ana temasının nefis terbiyesi olup olmadığını düşündük. (TM de başlangıçta böyle bir yorum var. AG ise şerhinde bu konuya hiç girmemiş) Benzerlik o kadar açıktı ki, hikayenin geri kalanını bu düşüncenin doğruluğunu test etmek, yan öğelerin bunu ne kadar ve nasıl desteklediğini görmek için de okuduk desek yalan olmaz.  Fakat daha sonra hikayede anlatılan temaların bir şemasını *1 çıkardığımızda bundan o kadar da emin olamadık. Hikayede birbiriyle ilintili pek çok tema vardı ve birini esas alarak hikayenin ana fikri/teması budur demek ne kadar doğru olurdu bilemedik. Gene de yazıya ilk fikir üzerinden başladığımız için önceden yazılmış kısımlarına çok fazla dokunmadık.

Hemen hemen bütün tasavvuf literatürü nefis terbiyesi ile ilgilenmiş, bu konuda bir şeyler söylemiştir. Söylenenler özetle, nefsin isteklerinin yapılmaması, yapmasını istemediklerinin ise yapılması yönündedir.

Hz. Mevlâna verdiği örneklerle, temalarla nefsin terbiyesi için bu klasik yoldan ayrılmakta gibi. 

Mevlâna oldukça soyut bir mevzuyla işe başlamakta:

1744 Lûgat bakımından biz (mâ) ne demektir? Hem varlığı bildiren, hem yokluğu belirten bir söz. Benimse varlığım yok; ne var diye bir söz söylenebilir bana; ne yok denebilir.

Ben adamlığı, yoklukta buldum da varlığımı oynadım yokluğa, utuldum gitti.

Bütün padişahlar, kendilerine karşı alçalana alçalırlar; bütün halk kendisine  karşı sarhoş olana sarhoştur.

Avcı kuşlara av olur da ansızın onları avlamayı umar.

Gönül alan güzel, âşıkları arar, bütün sevgililer âşıkların avıdır.

Kimi sever görürsen bil ki sevgilidir o;  bir bakımdan hem budur o, hem o.

Susuzlar, dünyada su ararlar ama, su da dünyada susuzları arar.

1750 Âşık değil mi ki odur, ses sus artık; değil mi ki kulağını o çekiyor, sen kulak kesil.

Suyun susuzu ve sevenin sevileni aramasında bizi şaşırtan bir şey vardır. Bu, birbirinden habersiz ve bağımsız iki varlık arasında böyle bir irtibatın kurulabilmesini hayatın doğal akışı içinde, sağduyu içinde göremeyişimizdedir. Kendimize şunu deriz "su susuzu, susuz da suyu bulamayabilir; pekala birbirine kavuşamayabilirler". Doğanın tesadüfi, kör işleyişine böyle bir zorunluluk yazamayız. Böyle düşünmek bize makul gelir.

Su örneğini şöyle düzeltmek ihtiyacı hissederiz "bir yerde suyu aramak esastır" demek zorunda kalabiliriz. (Tabii mecazi düşünmezsek. Farkı görmek için önce mecazi olmayandan başlamak daha mantıklı). Ama iş, sevileni aramaya gelince aranan şey sevginin kendisi olur. Bir maddeden ziyade bir kavram söz konusu olduğunda mesela, sevilene duyulan hasret sevgiyi de canlı tutacaktır. Vuslat olsun, olmasın sevenin sevgisi baki olacaktır (/var olacaktır). Zaten bir araya gelseler de gelmeseler de seven, birey olarak sevgiyi tek başına yaşayacaktır. Bu tarz bir hâl insanın kendini geliştirmesine açıktır.

Buna, doğanın tesadüfi, kör işleyişinin inananın zihninde mümkün olmadığını, ilahi müdahalenin elinin her an işte olduğunu da ekleyelim. Ki 1829 de bunu "O, her an bir iştedir" diye  hatırlatacaktır.

Bu oldukça soyut varlık meselesi üzerinden konu insandaki zıt iki hâle bağlanır.

*

Sen gamlanmaya, gülmeye bağlanmış gönüle, onu görmeye lâyık bir gönül deme.

1800 Gama, gülüşe bağlı olan kişi, bu iki eğreti şeyle diridir.

Önü, sonu olmayan yemyeşil aşk bahçesinde, neş’eden, başka ne de çok meyvalar var.  C.1

Sanırım burada Mevlâna neşe veya gamın varlığını red etmekten ziyade bu ikisini aşmaktan bahsediyor. Bu ikisinin ötesinde bir başka hâlin varlığına işaret ediyor. Zıtlığı bir üst hale geçerek aşmak. (Hegel?2) Çünkü gam ve neşe aslında bir paranın iki yüzü gibi, farklı görünüşlerine rağmen belli bir insanî bakışın ürünü.

Gam ve neşe bir hâl. Eğretiliği insanın elinde olmayan şeylerden geliyor olmasında. Ve uzun ömürlü değil (1814). Nefsin isteklerinden; ya bir şeyi elde etmekten ya da edememekten doğuyor.


Bu bölümü bir başka sıra dışı bölüm izler: 

devam edecek


Dipnotlar:

1) Şema 
   --------
1556-1571  -----------  Hikaye:
*Dudunun tacirden dilekte bulunması.
*Ayrılıktan şikayette bulup, Hintli Dudulardan nasihat istemesi.
1572-1583  Dudunun cefayada nimetede (/tüme) aşık oluşunu anlatışı.
1584-1593 Tüme aşık oluşu anlayacak suçsuz/arık kuşun nitelikleri

1594-1602 ------------Hikaye :
*Tacirin Hindistan’da Dudularla karşılaşması
* Tacirin konuşması ve Hintli Dudulardan birinin ölmesi
1603-1611 Dil/Söz/ Sabır/ Akıl ilişkisi üzerine
1612-1623 Olgun kişinin nitelikleri – nefis/temkin ilişkisi
*Olgunlaşmadan söz söyleyip ateşe atılmama nasihatı
1624-1629 Olgun kişi karşısında davranışa örnek olarak Hz. Musa ve Büyücüler hikayesini hatırlatma
1630-1640 Susup nasihat dinlemenin faziletleri
*Olgun/ham kişinin farklı cinsler oluşu
1641-1647 Susan, ham kişi ne yapmalı sorusunun cevabı*Gözyaşı dökmek, tövbe etmek (Adem Peygamber gibi)
1648 – 1657 Helal lokma ve bilgi üzerine ve bunların ilişkisi üzerine

1658 - 1666 ------------Hikaye
*Eve dönen taciri herkese hediyesini vermesi, duduyla konuşması
1667-1699
* Sözün geri dönmez oluşu.   *”Attığın zaman sen atmadın”ın tefsiri * “O doğan işlerin bizimle ilgisi vardır ama, ortaksız olarak hepsi de Tanrı yaratığıdır” 1670 Sebepler ve Tanrı hükmü * Erenlerin yapılan iş geri çevirmesi, Kuran dan referans getirme sh.369 * Düşüncelerin/huyların/sanatların gece unutuluşu, sabahleyin geri gelişi

1700-1707 -------------Hikaye
*Dudunun ölmesi; tacirin üzülmesi, pişman oluşu
1708-1716
*Dilin kınanması
1717-1735 Ayrılık ateşinin olgunlaştırıcılığı
1736-1740 Harf/söz üzerine
1741-1754 Zıtlıkların birbirini araması?

1755- 1770 Gam ve neşenin aldatıcılığı, her ikisinin ötesinde bahçelerin oluşu, dilekten vaz geçiş.

*Allahın gayretli oluşu üzerine
*Padişaha (/Tanrıya) yakın olanın başka bir şey aramaması.
*Her şeyin birde birleşmesi
*”Böylece de ben'ler, sen'ler bir can olur da sonunda sevgiliye dalar gider” 1796 

1798-1821 Gam ve neşenin ötesinde bir aşk bahçesinin (1801) bulunuşu ve onun nitelikleri.
*Sonradan gelen şeyler ölümlüdür.

1822-1852 ------------ Hikaye
*Tacirin üzüntü ile çırpınışı (Sevgiliden ayrı düşenin üzüntüsü (mecazi aşk?). Böyle aşka düşene (ilahi aşk?) Tanrının kayıtsız kalmayacağı, çünkü)
* Tanrının yardıma koşusu "O, her an iştedir" hatırlatılması
*Tacirin duduyu kafeten çıkarması, dudunun canlanması.
* Tacirin kuştan olanı biteni açıklamasını istemesi, kendisi için nasihat istemesi.
*Kuşun "Söz söylemeyi, neş'elenmeyi bırak" diye öğüt vermesi."Seni öldüren söz söylemendir" demesi.
*Tanrı lûtfuna sığınmasını öğütlemesi.

1853 – 1856--------Hikaye

1857-1885 Kuşun öğütlerinin açıklanışı (?) :

*Bedenin (can için) kafes benzetilmesi,kafese girip çıkan şeylerin onun için diken oluşu
*Halkın övüşünün de, yerişinin de diken olması.
*Nefsin övülmesinin kişiyi Firavunlaştırması, onun için alçak gönüllü olmanın, ululanmamanın

Elden geldiğince kul olmanın, padişah olmamanın zahmet çekmenin gerekliliği

1886 


*"Allah'ın dilediği olur." tefsiri.
*Allah'ın yardımı olmadan bir şeyin olmayacağı
*Bilginin nefsin isteği altından kurtarılması
* Gazneli Hakim"in öğüdünü hatırlama: "Nazlanmak için gül gibi bir yüz sahibi olmak gerek; böyle bir yüzün yoksa, bari kötü huylu olmanın çevresinde dolaşma.



2) "Kant ile büyük bir değişiklik meydana gelmiştir. Kant'a göre " diyalektik", tartışmaların akılcı uzlaşma yönünde ilerleyebilmesini sağlayan bir süreci değil, akıl ne zaman kendi belirlenmiş sınırlarını aşarak şeylerin nihai mahiyetini araştırmaya kalkışsa ortaya çıkan düş kırıcı ve kesinlikten uzak sonuçları ifade eder. Kant'ın felsefesinde diyalektik, tartışan taraflardan her birisinin kendi çelişkilerini çözüme kavuşturamadan diğer tarafın çelişkilerini ortaya serdiği sonu gelmez bir tartışmalar dizisi haline gelir. Kant'ın izinden giden Hegel, karşıt konumlar kendi içlerinde tam ve bağımsız sayıldığı sürece, aralarındaki karşıtlığın çözülemez olduğunu kabul eder. Ama Hegel şunu sorar: Karşıt konumları neden tam ve bağımsız saymak zorunda olalım? Örneğin, " özgürlük" ile "gereklilik" arasında neden seçim yapalım? Çok daha iyi olan başka bir seçenek vardır: karşıt görünen konumların yalnızca karmaşık bir gerçekliğin tek yanlı ifadeleri olduğunu kabul etmek. Hegel'in ünlü tezinde söylediği gibi "Hakikat, bütündür" ve yeterince kavranması için, tüm bu kısmi
ve tek yanlı hakikatlere kendi düşünüşümüzde bir yer bulmamız gerekir. Hegel'in diyalektik anlayışının anahtarı, önceden uzlaşmaz olan konumları daha yüksek düzeyli bir çerçevenin içinde uzlaştıran bir pozitif sonuç doğrultusundaki harekettir (Pinkard, 1 987). Onun Mantık Bilimi adlı yapıtı, Batı felsefesinin tüm temel kategorilerinin, bağımsız duruşlar olarak alındıklarında ortaya çıkan çelişkiler bir kez titizlikle ele alınıp çözüme kavuşturulduğunda, tek bir tutarlı bütünün içine yerleştirilebileceğini göstermeye yönelik eşi benzeri olmayan ve bir daha tekrarlanamayacak bir girişimdir. Hegel, Hukuk Felsefesi'nde bireysel aktörlerin özerk öznelliğine yapılan tek yanlı vurgunun da, topluluğun bireye göre öncelikli olmasına yapılan tek yanlı vurgunun da, söz konusu iki "ilke"nin modern topluma ait toplumsal ve siyasal kurumlarda sergilediği uzlaşmayı yeterince kavrayamayacağını gösterme girişiminde bulunmuştu."  sh.13-14 
Yeni Yüzyılda Diyalektik- Hazırlayanlar: Bertell Ollman - Tony Smith - Yordam Kitap 2011




16 Nisan 2017 Pazar

18


*


1655 Hiç buğday ekersin de arpa biter mi? Attan sıpa doğduğunu gördün mü hiç?

Lokma tohumdur, verdiği şey de düşünceler. Lokma denizdir, incileri düşünceler.

Ağza alınan helâl lokmada, gönülden kulluğa bir akış, öbür dünyaya gitmeyi kuruş doğar. C.1


Bu alıntıdaki “helal lokmayı” nasıl anlamak gerek? Ya da şöyle soralım helal lokma nasıl oluyor da “gönülden kulluğa” sebebiyet veriyor.

Bunu bir örnekle kısa yoldan açıklamak istiyenler bir elektrik akımı şeması gibi düşünüp açıklayacaktır. Alıntıdaki beyitlerde sebep sonuç bağı kurulması da bu görüşü destekleyecektir. Fakat burada dikkatli gözlerden kaçmayan şöyle bir problem olacaktır: İnsan eliyle yapılmış bir şeye kudsiyet, bilinç ve irade verilmiş olacaktır. Yediğimiz lokma helal/haram seçeneklerine göre (mekanik bir şekilde veya bilerek, isteyerek) gönülden kulluğa bir akışa izin verecek ya da vermeyecektir.

Burada biraz daha uzun ve çetrefil açıklama belki şöyle olabilir: Doğrulukla elde edilmiş kazanç ve yenen gıda Allah'ın rızasına mazhar olacak ve yine onun izniyle ve gerçekleştirmesiyle gönülden kulluk köprüsü kurulacaktır. Benzetmeler burada birer mecaz olacaktır.

Bu niçin önemli? İşin ucu iki farklı evren kavrayışına kadar gidiyor. İlk örnekte usta bir saatçinin önceden kurmuş olduğu ve kendiliğinden (belirlenimci yasalara göre) işleyen bir evren varken, ikinci yorumda ise her an müdahele edilen, yaratılan bir evren söz konusu.

Tasavvuf üzerine yeniden düşünme gayretlerinde referansların kuantumdan, fizikten gelişi zihinlerdeki pozitivist kalıplara işaret. Bunda bu bilim dallarının popüler oluşlarının da etkisi var. Hemen bir şeyler çağrıştırabiliyor ya da bir benzerlik bulunabiliyor. Sorun bunu test edecek alt yapının oldukça ciddi bir çabayı, adanmışlığı istemesi. İşin garibi en şiddetli pozitivizm eleştirilerinin bu guruplardan geliyor oluşu.

Farkı görebilmek ve ona işaret edebilmekse çoğu kez felsefenin ekmeğini yemekten geçiyor.

*resim: https://twitter.com/abdkaraarslan/media


8 Mart 2017 Çarşamba

17





Netameli Mevzular :


Rum elçisinin Hz. Ömer'le karşılaşmasını ve sohbetini anlatan hikaye, sanki önceki hikaye olan Av Hayvanları ile Aslan'nın bıraktığı yerden devam etmektedir. 

Mevlâna,  Mesnevî’nin Rum elçisinin Hz. Ömer’le karşılaştığı ve sohbet ettiği bölümünde, 1395 no.lu beyitle başlayan hikayesinde, bir çok ince konuya değinir. Bu bölüm, anlaşılması ve yorumlaması zor bölümlerden biridir. Zorluğu birçok soyut kavramdan ve onların birbirleri arasındaki ilişkilerinden/ zıtlıklarından bahsediyor olmasındandır.

Mevlâna, 1469 no.lu beyitte aşkın ve cebrin zıtlığına işaret eder: "Cebirden söz edişim, aşkı sabırsız bir hale getirdi; âşık olmayansa cebri tuttu, hapsetti". Takip eden beyitlerden anladığımız kadarıyla akıl gözüyle bakılan cebri red ederken, sadece aşıkların anlayabileceği bir tür cebire ise kapıyı aralık bırakır. İlerleyen beyitlerde bu konuyla ilgili nefis bir hikaye anlatacaktır.

 Av hayvanları ve Aslan hikayesindeki akıl (neden-sonuç dünyasının) alanında cebrin karşılığı çalışmak iken, aşkın alanında ise cebrin karşılığı (ifade ediliş şekli) şükür ve edep ile oluyor. Başka ifade ediliş şekilleri (şükür ve edebe ek olarak) de olabilir ama şimdilik kendimizi metinle sınırlamış olalım.
  Hatırlarsak

1070 Akıl önce ona muallimdi; ondan sonra akıl ona bir şakirt kesildi

Akıl Cibril gibidir, Ahmed der, bir adım daha atarsan yakar yandırır bu adım beni,

daki ikinci mısranın açılımı bu bölüme bırakılmış gibi.
Şükredebilme ve edepli olma bir seçim. Önünde böyle soru olan ve seçme gücüne sahip olan birinin seçimi. Tıpkı çalışmayı seçme gibi.

1770 Bu, Tanrı'yla manevî beraberliktir, cebir değil; bu, ayın görünüşüdür, bulut değil.

Manevi beraberlikten kasıt nedir? Hulul? Aşkı cebrin dışına çıkarması, aşıka bir kişilik, insiyatif veriyor (?). Hulul tartışması için not edelim, Hululda birey yok, Tanrısal kişilik var. Bu haliyle, aşkın aşıka kişilik veren bir yanı var. Edeb sahibi, şükredenin ise en azından bu eylemleri için bir seçme gücü olmalı.


*

Mevlâna bu seferde cebri, cebir aşk karşıtlığı üzerinden (istisnasıyla birlikte) tarif etmeye koyulur. Daha evvelde cebir üzerinden başka karşıtlıklar kurmuştu. Burada da bir fikri takip yapmakta. Birbirinin peşi sıra giden hikayelerde, bir sistem kurmaya, ya da bir sistemi bize izah etmeye çalışıyor gibidir. Bu aslında tam bir zıtlık da değil, biri olduğunda diğeri olamamaktadır. Mevzu aklın dışına taştığı aşk bahsinde ise konuyu bize bir hikaye ile sezdirmeye çalışır. 

*

1454 no.lu beyitten itibaren yaratılıştan bahis açılır:

“1454 Gözü kulağı olmayan yokluklara afsun okuyunca çoşuverir onlar”

“Onun afsunuyla yoklar, varlık ülkesine taklalar atarak hemencecik gelirler”

“Var olana da bir afsun okur; var olan, tezce, iki çift atla tekrar yokluğa at sürer”

“Gülün kulağına bir şey söyledi, güldürdü onu; taşa bir söz dedi, onu akıyk haline getirdi, madende döndürdü.

“1458 Bedene bir âyet okudu, beden can kesildi; güneşe bir şey dedi, parıl parıl parladı o.”

1465 Can aklının işkile düşmemesini istiyorsan şu pamuğu can kulağına az tıka

Az tıka da muamalarını anla;  gizli, açık söylediği sözleri idrâk et.
Böylece can kulağı vahiy yeri olsun. Vahiy nedir? Duygudan bile gizli söylenen söz.


Cankulağı da bu duygudan bambaşkadır, apayrı, cangözü de. Akıl kulağı da bunu anlamakta müflistir, zan kulağı da. (cilt 1)

Mevlâna varlığın Tanrı tarafından yaratılışını farklı kelimelerle ifade ediyor. Varlığın yaratılışı için söz, afsun kelimesini kullanırken sadece "beden" in yaratılışı için ayet kelimesini kullanıyor. Benzer bir şekilde, canın olması gereken vasıfları için kulak vermesi gereken sözü de vahiy olarak nitelendiriyor. Yani canı ve candan murat olanın varlığa geçişini sırasıyla ayet ve vahiy olarak çevriliyor. Bu haliyle bu kelimelere bizim bildiğimiz ve alışık olduğumuz anlamlardan başka anlamlar yüklüyor.  Mesnevî'deki kullanım, varlığın var oluş sahnesine çıkışında beden ve can için, harekete geçirici şeyken; genel kullanımda Tanrı'nın insanlara emirlerini bildirdiği sözler olarak.

Bir çeviri hatası olup olmadığını kontrol için Tahirül Mevlevi'ye bakıyoruz . Tahrül Mevlevi de 1451 de "ayet" 1460-1461 da "vahiy" diyor. Bir farkla Tahirül Mevlevi ayeti beden için değil de her türlü varlık için kullanıyor.

1451 Cisme bir ayet söylemiş, yani "Kün" emrini vermiş, o cisim de kabil-i ruh olmuştur. Keza güneşe bir emir vermiş, o da parlayıcı ve parlatıcı sıfatını iktisap eylemiştir. (3. cilt) 

Ayet ve vahyin kullanımı eleştirilen konulardan biri. Daha verimli yorum diğer çevirilerin ve orijinal nüshaların karşılaştırılmasını gerekir sanırım. Buradaki kullanım farkına işaret ederek bu mevzuyu burada kapatalım.

*

Varlığın ortaya çıkışı bahsine geri dönelim:

1455 Onun afsunuyla yoklar, varlık ülkesine taklalar atarak hemencecik gelirler.
Var olan da afsun okur; var olan, tezce, iki çifte atla tekrar yokluğa at sürer gider.

Ayet ve vahyin (ve diğer sözlerin) tikel kullanımına işaret edip bitirelim.

1455 ve davamında  varlıkların nasıl olup da var olduğundan bahsederken bütün tikeller özleriyle (cins ve tür olarak yaratılmadıklarına göre) birlikte varlık sahasına geçiyorlar. Varlıkların var oluşları Tanrı'nın emriyle. Var olanlar cinslerden, türlerden değil bizzat kendi özlerinden ya da yokluktaki (her ne ise) gölgelerinden geliyorlar. Yani varlık sahasına geçmeden evvel bir potansiyel halde bulunsalar bile tekiller. (Her nesnenin formunu içinde taşıması meselesi ile Aristo? Nominalizm?) Bu kanaate Yağmurun yağması, güneşin parlaması, gülün açması örneklerinden hareketle, yani varlıkların eylemleriyle, niteliklerinin ortaya çıkışından varıyoruz . Varlık eylemler ya da niteliğin ortaya çıkışıyla anıldığı için ve bu her seferinde tekil nesnelerde gerçekleştiği için tekillik ilk akla gelen şey.



Gözden geçirilmedi, düzeltilmedi