23 Ekim 2010 Cumartesi

"Avrupa'nın Çin'i" ?

"Economist: 'Türkiye Avrupa'nın Çin'i': Savaş sonrası dönemin çoğunda Türk ekonomisi, Çar Nikola'nın ifadesiyle Avrupa'nın hasta adamıydı. Bugün enflasyon daha düşük, bankalar sağlam ve Türkiye OECD içinde en hızlı büyüyen ekonomi. İmalat ve inşaat sektörü çok güçlü. Türkiye, bugün mobilya, araba, çimento, ayakkabı, televizyon ve DVD oynatıcıları üretiyor. Bir anlamda Avrupa'nın Çin'i demek de mümkün."

http://www.cnnturk.com/2010/ekonomi/dunya/10/22/economist.turkiye.avrupanin.cini/593941.0/index.html

Avrupa'nın Çin'i ne demek? Konuyu biraz (önyargılarımız üzerinden)kurcalarsak birbiriyle çelişen seçenekler ortaya çıkıyor :

1- Türkiye üretimde Avrupa'dan daha maharetlidir. İmkanları sanayi üretmeye müsaittir bu yüzden benzer imkanları bir araya getiremiyen Avrupa karşısında sanayi üretimini becerebilmekte ve büyümektedir.

2- Sanayi Avrupa için artık karlı bir alan değildir. Benzer üretimi Asya'da herhangi bir ülkeye yaptırmak firmaları için daha karlıdır. Türkiye'nin avantajı daha yakın olmasıdır. Buna dışında Asya'ya göre daha kaliteli üretim yapabilme ile daha düşük işçilik üretim yapmayıda ekleyebiliriz.

Avrupa'da da işsizlik olmasına rağmen niye Türkiye o zaman? Niye Avrupa işsizliğe rağmen kendi üretmiyor da ithal ediyor? Buna şu cevap verilebilir belki, üretim kararları ve satın almalar piyasa üzerinden yapılmakta, şirketler ise Avrupalı işsizi bu anlamda göz önünde tutmuyor. Bir de buna üretimde ithal girdinin yüksekliğinden edilen şikayetleride eklersek aslında üretimin göründüğü gibi avantajlı olup olmadığını bir kez daha sorgulamak gerekir.

Aslında üretimin bir "kaynak aktarmaya" döndüğünü kabul etsek bile; çalışanalar için istihdam, devlet için vergi, firmalar için kârı kaybetme ihtimali karşısında üretmeme kararı almak burda zor gözükor. Aynı zamanda işsizlik baskısı, kırılgan sektörlerden; turizm, tekstil, inşaat sektöründen çekilmeyi engellemekte diyebiliriz sanırım.

"Avrupa'nın Çin'i" olmak ne kadar kârlıdır bunu zaman gösterecek. En azından bunun uzun vadede sürdürülebilir bir durum olmadığını, ancak kriz dönemlerinde mecburen kabul edilebilir bir hâl olduğunu söylemek doğru olur. En azından bir zorunluluk olarak. Uzun vadede gelir dağılımının ve refahın bu yolla sağlanamayacağını söylemek herhalde yanlış olmaz.

Tabii bu görüşün varsayımı devletin bir şekilde sektörlerin gelişmesini düzenlediği varsayımına dayanıyor. Ekonominin bir bilim olduğunu; akılla öngörülebilir, düzenlenebilir ve yönlendirilebilir olduğunu kabul edersek; bunun yönetenler ve seçmenler için bir sorumluluk alanı olduğunu söylemek durumunda kalırız.

18 Ekim 2010 Pazartesi

Saygı duruşu?

Saygı duruşu bir tapınma mı?

Saygı duruşu ile ilkokulda tanışmıştım. "Ne yapacağız?" diye sorduğumda öğretmen "hakkında düşenceğiz" demişti galiba, ya da buna benzer birşey. Hatta yanlış hatırlamıyorsam, cenaze arabaları geçerken yapmamızı da öğütlemişti.

Ölen bir sporcunun, spor adamının, milli felaketin ardından stadyumlarda yapıldığına şahit olmuşuzdur.

İstiklal Marşı okunurken, bayrak çekilirken de benzer bir saygı duruşu yapılıyor.

Bir şeyin tapınma olması için gerekli şartlar nelerdir? Mezarlık ziyareti ya da bir araya toplanıp bir olayı, bir kişiyi anma nasıl olmalıdır ? sorularının cevabı zamana göre değişir mi? Ortada bir yönelme, bir şey dileme, metafizik bir bağ kurma, bir kutsallaştırma yoksa muhtemelen bir tapınmada yoktur.

Mesela Çanakkale şehitlerini anmak için Gelibolu' da toplamak, sesizce onları düşünmek sanırız bir tapınma değildir.

Milli kimlik oluşturma konusunda bazı acemilikler yapılmış olabilir. Özensiz sanat eserleri olabilir. Ama bunların birer itiraz konusu olarak zayıf kaldıklarını söylemek yanlış olmaz herhalde.

Saygı duruşu, anmak (veya hatılatmak/dikkat çekmek) olarak kabul edildiğinde, futbolcuların band takması, yakalara kurdele takılması uygulmalarını da hatırlamak mümkün.

Saygı duruşunun bir vefa, hatırlama, üzerine düşünme imkanı olabilmesi gibi ritüelleşme, baştan savma, içini boşaltma aracı olması da mümkün. Saygı duruşuna muhatap olunan olayın, kişinin saygı duruşunu yapanlara ifade ettiği anlam burda belirleyici galiba.

Sarıkamış'ta, Sivas'ta Madımakın önünde, Taksim'de toplanan insanların yaşanmış acı bir olay hakkında bir kaç dakika suskunca durması belki de yapılabilcek en kolay, basit ve anlamlı bir toplu anma yöntemi galiba. Bunu bir pagan adeti olarak görmek, böyle bir bağ kurmak ise bugün için pek mümkün gözükmüyor.

12 Ekim 2010 Salı

Portakalı soydum, başucuma koydum, ben bir yalan uydurdum



"Gerçek Tanrı adamı, kapısından geçen köpeğe bile cevap vermekte saygı gösterir."
(sh.153 - Şems-i Tebrizî - Makâlât -Mehmed Nuri Gençosman - Mayıs2009)

Peki insanda?

Düz mantıkla; insan ahlakın alanındaysa, "Din güzel ahlâktır" sa (huy olarak geçiyor mu hatırlayamadık,izini süreceğiz), ahlâk güzel huylara sahip olmaksa - Evet insanda da.

Niçin huy? Huy bir kabul ediş, yapamamaktan rahatsız oluş ile ahlak mı, din mi sorularını cevaplamak ve ikisi arasında bir tercih zorunluğunu ortadan kaldırma (Yaratılışı, dirilişi ve hatta aşkı paranteze alarak) mümkün gibi geliyor.

Din ahlakın alanına inerse içi boşalır mı? Yani ahlâkla din arasında bir fark kalmazsa ne olacak? İşte dini, güzel ahlâkı, bir huy(/edeb?) edinme haline getirme araçlarından biri olarak kabul etsek de, din sadece ahlâktan fazla bir şey olmak zorunda.

Yorumlardan biri ahlâkla aşkı aynı alana sokuyor. Aşk burda ister bir ödül, ister bir netice olsun kurallara razılık ile birlikte anılıyor. Ya da benzetmek ne kadar doğru olur bilemiyorum, içinde aşkın var olucağı evin; kolonları, duvarları, damı oluveriyor. Bundan sonra evin iç duvarlarını bizanslı ressamlar mı resimler, çinli ressamlar mı bilinmez.

Kuyudan aşksız çıkmak da mümkün(?) Peki ya sonra...

Kuyuya bir taş daha atalım...