24 Eylül 2016 Cumartesi

9





Yeni Şeyler 


" 5 Ben her toplulukta ağladım, inledim; iyi hallilerle de eş oldum, kötü hallilerle de.

Herkes, kendi zannınca dost oldu bana; içimdeki sırlarımıysa kimse aramadı"


Tasavvuf üzerine, Mesnevi üzerine yorum yaparken hep kendi zannımız üzerinden yorum yapıyoruz. Kendi ihtiyaçlarımız üzerinden okuyoruz onu. Belki çok alakasız yorumlarda da bulunuyoruz. Ama, bu bir yanlış değil, mecburiyet. Okumaya mecburen kendi bildiklerimizden, yaşadıklarımızdan, ufkumuzdan başlıyoruz - elimizden gelen bu. Fakat bu sayede de tasavvufun bugüne söyleyebileceği mümkün şeyleri bulabilme imkanına kapı aralamış oluyoruz. Ancak bu serbest yorum tarzıyla söylenebilmesi mümkün yeni şeyler ortaya çıkabilir. Hiç bir şey olmasa,  en azından eleştiriye açık bir çaba ile ne söylenemiyecekse o tespit edilir, bir sınır oluşur.

Mevlana bizi en başta uyarıyor, "Anladığını düşündüklerin var ya, benim derdim o değil" diyor. Arkasından sözü kesmemesi. uzun bir anlatıya başlaması, üstü örtülü de olsa, bize -anlama gayretine devam- demek sanırım. 

Zan nasıl aşılır? Herhalde önce onun farkına vararak, sonra zannı tanımlayarak, sınırlarını çizerek. Bu ise bir kendine dönüştür bir yerde. 
O zaman zannı tahlil etmek, zayıflıklarını görmek mümkün olur. 

Zan üzerinden bir davranış seti geliştirmek üzerinde düşünmekle mümkün, görmezden gelmekle değil.

Kısaca, "Herkes kendi zannınca anladı" ifadesi beni okuyanlar kendi gerçeklerine göre anladı demekte. Anladığınıza dönüp bir daha bakın, önce kendi zannızı farkedin sonra onu kurup temellendirin ki onu aşabilecek, sorgulayabilecek gücünüz,  zemininiz olsun demekte. Bu gereğinden fazla geniş bir yorum olarak görülebilir, ama dar bir yorum da şikayetten öteye gitmeyecekir. Oysa biz onun bu kitabı, okuyanı iyi yönde değiştirmek, onlara nasihat vermek için yazdığını en baştan kabul ediyoruz, şikayet olsun diye değil.  

Zanda bizi biz yapan şeyler mevcut. Düşünceden ibaret insan bakışını değiştirmekle insanın değişimi de başlayacaktır - iyi ya da kötü. 

**

Zannın adı kötüye çıkmış, Zan deyince ilk akla gelen hep sui zan, ama bir de hüsnü zan var. Zan sanılan bir şeye inancı içeriyor, gerekçelenemeyen ya da gerekçesi açıkça zayıf olan bilgi. Zan, gerekçeleme sorunu olan bilgi, kanaat. Bu yüzden zanna dayanılarak verilen hüküm sorunlu. Zan, gerekçeyle doyurulmamış, teskin olmamış bir inancı barındırıyor bağrında. 

Aristonun bilgi tanımına geri dönersek, yani gerekçelendirilmiş doğru inanaca, sui zanda inancı sağlayan gerekçe özensiz, gelişi güzel seçilmiş ya da bir çıkara hizmet etmek için maksatlı seçilmiş; hüsnü zanda ise iyi, güzel yorum için tevil edilmiş. 

*

930 "Halkın canları da el ayak sahibi olmadan önce vefadan safaya uçup duruyordu.

* İnin buyruğuyla bağlandılar mı, öfkeye, hırsa, kanaate hapsolup gittiler."

Bu beyti, beyitin sonundaki "kanaat" için alıntıladım. Buradaki kanaatin iki anlamı olabilir biri kanaat etmek, diğeri kanaat sahibi olmak. Öfke ve hırsa sahip olmaktan sonra geldiği için olumlu bir anlama sahip kanaat etmek değil de kanaat sahibi olmak olduğunu kabul etmek bana daha doğru geldi. Bir üçüncü anlamı aklıma gelmedi.

Kanaat sahibi olmayı öfkeye ve hırsa kapılmak kadar kötü yapan şey ne olabilir? Kanaat üzerinden verilen hüküm ve bu hükme dayanarak yapılan eylem? 

Eğer böyleyse burada da kanaati sorunlu yapan şey gerekçeleme olacaktır. 8. postta doxa için yazılanlara dönebiliriz. Ve zan için yukarıdaki yorumda yazdıklarımız burada da tekrar edilebiliriz.

Kısa bir notla kapatalım: zan da, kanaat de akıl içinde açılır, akılla aşılır. Akıl deyince tüyleri diken diken olanlar için not alalım.

Yorum katkısı :Kanaati aşma demeyelim de açık tutup tutmama diyelim.
Kapatıldığında kanaat, bilgi iddiası vb tüm zamanlar için geçerli olur. Ancak bilginin, hakikat iddiasının bir de tarihselliği ya da zaman mekanda yerleşikliği var.
Anlamanın anlaşma olması mevzuuna geliyoruz hep. Süreçselliğine değil yalnız, itiraza açıklık içinde bir alışverişte kavrıyoruz.
Yazı ya da söz merkezciliği aşan bir söz alışverişi ve zaman ve hatta tecrübe ve hayat akışı içerisinde ufku da genişletip duran kaynaştıran konuşma diyalektiği...tasavvur etmemiz gerekiyor.
Kanaate kadar iyi işlenmiş. Orada yorulmuş ve nefes almaya geçmişsiniz. Karşışmasam da bunları söyleyecektiniz zaten. Yine de yolu kısaltıvereyim dedim birazcık;)


12 Eylül 2016 Pazartesi

8



"664 Elif'ten Ye'e kadar harflerin şekilleri nasıl birbirine aykırıysa o tomarlardaki yazılan buyruklar da birbirine aykırıydı."

Düzenbaz vezir hikayesinin başında oldukça güzel bir hikaye vardır;   Peygamberler arasında bir fark olmadığını anlatmak üzere kurgulanmış Şaşı Çırak hikayesi. Hikaye tevhid kavramı üzerindir. Okumayanın okuma keyfini bozmamak için hikayeye girmiyorum. Vezir hikayesinin, pek çok detaya, farklı yollara, başka başka mevzulara girse de sonuçta ana teması tevhittir. Bu kısa giriş sanki bize hikayenin büyüsünde kaybolmamak için verilmiş bir anahtar gibidir.

**

Manalarda birlik 680 sonrası

"686 Mânâlarda bölüm,sayı yoktur; mânâlarda ayırd ediş, tek tek sayış olmaz.

Dostun dostlarla birleşmesi hoştur; sen manâ eteğini tut; görünüş inatçıdır baş çeker.

İnatçı görünüş eziyetlerle erit gitsin de onun altında defineye benzeyen birliği seyret.
Sen eritmezsen onun yardımları zati eritir onu; hay gönlüm kulu kölesi olsun onun."

686 no'lu beyitte geçen bölüm ve sayış üzerinde durmaya çalışalım.

Eşyayı tanıyışımız Mevlâna'nın "bölüm" diye isimlendirdiği sınıflandırmalar üzerinden. Bir evvelki beyitte somut örnekler vermiş " Sen istersen yüz tane elma, yüz tane armut say; sıktın mı, yüz kalmaz, bir olur gider"

Burada biraz geniş bir yorumla kendimizi tümeller- tekiller tartışmasının içinde bulabiliriz. Fakat oraya girmeden Platon ve Aristo'nun eşyayı/şeyleri kavrayışımız ile ilgi söylediklerine bakmak ve bir benzerlik olup olmadığını düşünmek ilgi çekici olabilir. İslam düşüncesine hiç de yabancı olmayan bu iki düşünürün izlerini - eğer varsa- görmek şaşırtıcı olmayacaktır.

Platon evrende var olanlardaki sürekli değişimlerden yola çıkar, bu değişim yüzünden onlar hakkında doğru, tutarlı bir bilgiye sahip olamayacağızı ileri sürer. Bu çeşit bilgiyi algılarımızla sahip olduğumuz tek tek şeylerin/objelerin bilgisi olarak, tikeller bilgisi olarak kabul edip bunları sanı/kanı (doxa) olarak isimlendiriyor. Platon doxanın karşısında gördüğümümüz şeylerin dışında bir varlık alanı daha kabul eder. Bu alan tümellerin/ideaların alanıdır. Tümeller/idealar algı yoluyla değil akıl yoluyla elde edilir. Bu alan var olanların onları onlar yapan tözlerinin alanıdır. Örneğin evimizde beslediğimiz Nohut adlı kedi canlı bir kedidir ve canlılar kategorsi içindedir. Biz tek tek bütün kedilere farklı isimler vermeyiz. Kedilerin onları kediler grubuna dahil eden bir kedi-lik özellikleri vardır. Biz varlıkları gruplar, türler altında zihnimizde ayrıştırırız. Örneğin, var olan bütün bardakları bardak adı altında toplamadığımızı onların her birine farklı farklı isimler verdiğimizi düşünelim. O zaman onları bir araya getiren bir bardak-lık özelliğinden de bahsedemeyecektik ve sonsuz sayıda isme sahip olacaktık. İşte Platon bilginin ancak tümeller, değişmeyen özler seviyesinde mümkün olacağını düşünmekte. Tüm bardakları bardak yapan bir bardak-lık özelliğinin olduğu alanın (epistemenin) bilgisine sahip olmakla değişmeyen bir bilgiye sahip olunacağını kabul eder. Konuyla ilgili daha detaylı bilgi için :   http://arsivde.blogspot.com.tr/2016/09/platon-ve-aristotelesin-felsefelerinde.html

Platon bu ayrımı niye yapma ihtiyacı duyuyor?  Bilgide "insanın ölçü olduğunu" düşünen, insani değerlerde rölativizme kayan sofistlere karşı değişmeyen, sabit bir bilginin mümkün olduğunu göstermek için. Bu bilgiye en çok etikte - adalet, cesaret, doğruluk gibi kavramaların neliğini düşünürken ihtiyaç duyar. Bu sayede bu kavramlarda keyfiliğin yolunu kapatıp, herkes için ortak kabul edilebilir bir zemini mümkün kılmaya çalışır. Platon, (/Sokrates) aynı hukuk, etik kabullerle bir arada yaşayabilen bir toplumun mümkün olacağını düşünür. Herkesin kendi kuralını koyduğu bir toplumda keyfilikten başka bir şey mümkün olmaz.  

Beyite dönersek Mevlana'nın doxa/kanı üzerine Platon'la benzer  düşüncelere sahip olduğunu söyleyebiliriz. Hatta insanın bakışını algılar dünyasında tutanın manalar dünyasına dönmesini engelleyenlerden birinin nefs olduğunu (diğeri belki bilgisizlik) söylersek yorumu çok mu zorlamış oluruz emin değilim, Belki evvelki notlardan aynı hikaye içinde nefisle ilgili yazılanlardan bunun için de destekleyici bir argüman bulunabilir.

Mevlana somut örnekler üzeriden gidiyor. Şaşı Çırak hikayesinde Peygamberlerin birliğinden, on iki beye verilen tomarlarda birbirine zıt görünen kavramlardan örnekler veriyor. En son " Sen istersen yüz tane elma, yüz tane armut say; sıktın mı, yüz kalmaz, bir olur gider" örneğini veriyor. Okuyanı, zıt görünen şeylerin arkasında, onların üzerinde- onların görünürdeki zıtlığını gideren bir mananın olduğunu anlamaya yöneltiyor. Örneğin farklı milletlere/ırklara gelen Peygamberlerin hepsi sonunda Allah'ın peygamberleri olmak bakımından birdir. Farklı ibadetler, kabuller farklı zamanlarda ve durumlarda Allah'ın kullarına önerdiği emirler olarak birdir. İş bu yeri, zamanı bulma işidir. Tıpkı yüz elmanın bir arada sıkıldığında  bir olacağı gibi.

Verdiği örnekler sonuçları açısından insanın ayaklarını yerden kesen sonuçlar doğurmuyor. Daha derin, daha barışçıl, en başta sözünü ettiği ( ilk 18 ve takip eden 20 beyit) kalenderliği,  kanaatkarlığı vad ediyor.  Bu yolda talep edilen bilgi kesinliğin, rölatizivmin dışında bir bilgi.

Burada dikkate değer bir başka konu ise 688 beyitin insanın bunu tek başına yapabilme yetisine sahip olduğunu söyleyip insanı bu konuda çabaya sevk etmesi. Tanrı yardıma da insan  tek başına yapamazsa bunu başaramazsa destek olarak dışarda bırakmıyor. (Cebriye, kaderiye tartışmaları için de not)   

Bu beyitlerden sonra (689 dan sonra), eğer yanlış anlamadıysam nefis bir Kalu Bela resmi çizer ve sözü yanlış anlaşılmaktan çekindiği için kısa keser. Bu yüzden ben de hiç girmiyorum.