Dini bir kültürün içinde onun şekillendirdiği kodlarla yaşıyoruz. Modernleşme, (bir yönüyle tarım toplumundan sanayi toplumuna geçiş olarak) kültürel bir devamlılığın içinde olacaksa, eski kültürün kurumlarının taşınmasıyla değil eski kültürün kodlarının yapı sökümüne tabi tutulmasıyla mümkün. Kültürel kodlar tek başlarına değil bir bütün içinde bir anlam taşır. Onları işlevsellikleriyle değil; o zemine, bütüne verdikleri anlamla çözmek gerekir. Çünkü nihayetinde çözülmesi gereken bütünün kendisi, teker teker parçalar değil. Modernleşmeye eski kültürün bagajında taşınacakları tespitte bu bütün bir ölçü olacaktır.
Eğer taşınacak bir şey varsa…
4 yorum:
Bu yapısökümü nasıl olacak Hocam?
Hocam o dönemden bu dönem zıtlıklara yüklenen anlamlar üzerine düşünerek belki :) Şimdi tekrar okuduğumda yapı söküm yazarken şık durmuş, ama onun yerine dönemin ruhunu ve sorunlarını anlamaya çalışsak yazsaymışım sanki daha makul olurmuş gibi geldi.
Aslında yapısöküm kavramı yazıyı yazdığım zaman aklımdakini ifade etmek için yanlış bir kavramdı. Fakat yapısöküm için batı da olduğu gibi doğuda da, doğu düşüncesinde bir dayanak noktası bulmak mümkün mü diye düşündüm dünden beri. Derrida yapısökümü zıtlıklar üzerinden kuruyordu, yazımerkezcilik/ sözmerkezcilik gibi. Zıtlıklar aklıma Mesnevî’deki on iki prensin hikayesini getirdi. On iki prens, aralarına nifak sokmak isteyen vezirin onlara tavsiye ettiği birbirine zıt on iki fikir yüzünden kavgaya tutuşuyordu.
Riyazat/açlık – Riyazat karşıtlığı
Tevekkül – Hizmet/Cömertlik
Kendini aciz görmek – Kendini kudretli görmek
Zahitlik- Rindlik (?)
(Dinde) kolaylık – (Dinde) zorluk
Üstat arama- Aramama (Kedine dönme?/Hakikati kendinde arama?)
Birlik- Çokluk
Bu hikayeyi okuduğumda bunun diyalektik bir hikaye olduğunu düşünmüştüm. Fakat hikayede aslan ve tavşan hikayesinde ya da bedevi ile karısı hikayesinde olduğu gibi fikirler karşılıklı söylenip derinleştirilmiyor. Fikirlerin zamana ve yere göre anlamlı ya da anlamsız olduğuna işaret edilip bırakılıyordu.
Derrida zıtlıklardan birinin dominant olduğundan bahsediyor. Örneğin, hikayede hiyerarşik bir sıralama olduğunu varsaysak ve en son kavram olan birlik/çokluk ilkesinin diğerlerini kapsayıcı bir ilke olduğunu kabul etsek, burada birlik çokluktan üstün sayılabilir. Diğer kavramlar içinde benzer bir domnanatlık kurulabilir mi bilemiyorum, düşünmek lazım.
İlk akla gelen fikir olması ve sınanmamış olması bakımından oldukça eğreti duruyor Derrida’nın yaptığı gibi yeni bir inşa için bu zıt fikirlerden nasıl istifade edileceğine şimdilik nefesimiz yetmiyor.
Birinde riyazat ve açlık yolunu tövbenin rüknü, Tanrı’ya dönüşün şartı yapmış.
Birinde “Riyazat faydasızdır, bu yolda cömertlikten başka kurtuluş yoktur” demişti.
Birinde demişti ki: “Senin açlık çekişin, mal verişin mâbuduna şirk koşmadır.
Gam ve rahat zamanında Tanrı’ya dayanmak ve tamamiyle teslim olmaktan gayri hepsi hiledir, tuzaktır.”
Öbüründe demişti ki: “Vacip olan hizmettir, yoksa tevekkül düşüncesi suçtan ibarettir.”
470. Birinde; “Dindeki emir ve nehiyler, yapmak için değil, aczimizi bildirmek içindir.
Tâ ki onlardan âciz olduğumuzu görelim de Tanrı kudretini bilelim, anlayalım” demişti.
Öbüründe, “Kendi âczini görme, uyan, kendine gel; o aczi görüş, küfranı nimettir.
Kendi kudretini gör ki bu kudret ondandır.
Kudretini, onun nimeti bil ki, kudret odur” demişti.
Birinde demişti ki: “Bu ikisinden de geç, nazarına her ne sığarsa put olur!”
475. Öbüründe; “Bu mumu söndürme ki bu görüş, meclise mum mesabesindedir.
Eğer nazardan ve hayalden geçersen gece yarısı visâl mumunu söndürmüş olursun” demişti.
Birinde demişti ki: “Söndür, hiç korkma ki yüz binlerce karşılığını göresin.
Çünkü nazar mumunu söndürmekle can mumu artar, kuvvet bulur. Sabrının yüzünden Leylâ’n Mecnun olur!
Kim, zâhitliği yüzünden dünyayı terk ederse dünya onun önüne çok, daha çok gelir!”
480. Başka birinde; “Hak sana ne verdiyse onu icat ederken tatlılaşmış.
Kolaylaştırmıştır. Onu güzelce al; kendini zahmete sokma” demişti.
Birinde demişti ki: “Kendine ait olanı terk et, çünkü tabiatının kabul ettiği, merduttur, kötüdür.
Birbirine aykırı yollar, nefse kolaydır, herkese bir din, can olmuştur.
Eğer Hak’kın din işlerini kolaylaştırması, doğru bir yol olsaydı her yahudi ve mecusi, Tanrı’yı duyar, anlardı” demişti.
485. Öbüründe demişti ki: “Kolay, odur ki gönlü hayatı ve canın gıdası ola.
Tabiatın hoşlandığı her şey, vakti geçince, çorak yere ekilmiş tohum gibi mahsul vermez.
Onun mahsulü, pişmanlıktan başka bir şey olmaz; onun kazancı, sahibine ziyandan başka bir şey getirmez.
O zevk, sonunda da önünde olduğu gibi kolay ve hoş görünmez; nihayette adı güç olur, güçlenmiş bir hale gelir.
Sen güçleştirilmişle, kolaylaştırılmışı, birbirinden ayırdet; bunun yüzünü de sonuna nazaran gör, onun yüzünü de sonuna nazaran.”
490. Bir tomarda da; “Bir üstad ara. Âkıbeti görme hassasını nesepte (şunun bunun soyundan gelmiş olmakta ve bununla öğünende) bulamazsın.
Her çeşit din sâlikleri üstad aramaksızın, peygamberlere tâbi olmaksızın işlerin âkibetlerini gördüler, kendi akıllarınca netice hakkında istidlâllerde bulundular da bu yüzden hata ve dalâlete düştüler.
Âkıbet görme; elle dokunmuş, örülmüş değildir. Böyle olsaydı dinlerde nasıl ayrılık olurdu?” demişti.
Bir tanesinde demişti ki: “Usta da sensin; çünkü ustayı da sen tanırsın.
Er ol, erlerin maskarası olma; kendi başının çaresine bak sersemleşme.”
495. Bir diğerinde; “Bunların hepsi birdir. İki gören kimse şaşı adamcağızdır” demiş.
Bir tomarda da; “Yüz, nasıl bir olur, bunu kim düşünür, meğer ki deli olsun!
Bunların her biri, öbürünün zıddıdır. Gayrı zehirle şeker nice bir olur?
Zehirden de, şekerden de geçmedikçe vahdet bahçesinden nice koku alabilirsin? demişti.
O İsâ dinine düşman olan vezir bu tarz da, bu çeşitte on iki tomar yazdı.
Yorum Gönder