25 Nisan 2025 Cuma

49

 


                                    El sueño de la razón produce monstruos 

                                         “Akıl Uykuda Canavarlar Üretir” 

                                                (Francisco De Goya)


Yıllar önce galiba facebookda şakayla karışık bana tasavvuf konusunda ders verme yetkisi verseler önce Aristoteles'in Nikomakhos'a Etik' ini okuturdum diye bir not paylaşmıştım. O zaman etiğin bu temel kitabının tasavvuf için niye önemli olduğu üzerinde çok fazla düşünmemiş, gerekçelememiştim. Bu, o zaman için bir sezgiydi.

Geçenlerde bir arkadaş için aynı notu paylaşmış ve elimi artırıp Kant'ın Pratik Aklın Eleştirisi'ni de listeye eklemiştim. Ve Ramazan sonrasına konuyla ilgili bir yazı yazmanın sözünü vermiştim. Notları Ramazan boyu yazmıştım ama yazı iş yoğunluğundan biraz gecikti.

*

Nikomakhos, okuyucusuna bir erdem etiği önerir. Fakat bunu yaparken olayların tekilliği karşısında son değerlendirmeyi insana bırakır. Kısaca "ölçülü ol" der. Bu aynı zamanda bir itidal çağrısıdır. Örneğin olaylar karşısında çok cesur olmanın aptallık olduğunu, çok korkaklığın da pısırıklık sayılacağını, en doğrusunun ikisi arasında bir yerde durmak olacağını savunur.

İslam düşünce geleneği içinde bu yol, "orta yol" genellikle benimsenmiş, hatta müslüman için ümmeti vasat denmiştir. Gerçi bunun Musevilik ile Hristiyanlık (Sadece dünyacı/ sadece öte dünyacı) arasında tenzih ile teşbih arasında bir yerde olmak gibi bir anlamı olsa da genelde böyle de algılanabilir.

Benim Nikamakhos' u bir tasavvuf kitabı olarak önerme sebebim, olayların biricikliği karşısında bir adım geri çekilip tavır almasında. Aklılla doğruyu, olayın/vakanın hakikatini anlama çabasında. Bu çaba, insanı bir tarafgirlikten çıkarıp hakikat arayışına itiyor. Bir şart koşmadan zamanı, olayları okumayı öneriyor.

Kant'ın Pratik Aklın Eleştirisi'nde de aklın aletleleri ise maximler. Zihnin "bunu niye yapıyorum" sorusuna aradığı ilk cevap bu eylemi özgür iradeyle yapıp yapmadığı. İkinci cevap bunun bir şeyin karşılığı olup olmadığı. Yani ahlaki eylem bir işleve (çıkara mı sahip). Ve son soru bu eylem bir insani tavır olarak genellebilir mi, bu eylemden bir ahlaki ilke çıkar mı?

Bu sorular her ne kadar dış dünyadaki bir eylemin doğruluğu üzerineyse de aynı zamanda iç dünyamızda da tutarlı bir benliğin oluşmasına(/arayışına) da katkı yapar. Kişinin kendi kendine tanıklığı ister istemez "o olayda böyle tepki verdim bunda ise böyle" diye kendini sorgulamaya ve bir orta yol, tutarlılık, bütünlük arayışına yönelir. Bu tanıklık ileride derinleşmek gerektiğinde bambaşka bir yerde de işimize yarayacak.

Sorgulama (içe dönüş) çoğunlukla iş işten geçtikten sonra bazen bir pişmanlığın rahatsızlığıyla, gecikmiş bir cavapla ve bir farkındalıkla biter. Bana kalırsa bu cevapların "kendini bil" e giden yönü var.

Yolda olanın, yola çıkmış olanın ya da sadece insanlık derdi olanın duygularının ve aidiyetlerinin dışında ya da onların farkında dünyayı okuma derdi, hakikat derdi.

Biz, gerek Ariston'unun Nikomakhosun'da gerekse Kant'ın Pratik Aklın eleştirisisinde tasavvuf adına "keyfiliğin hudutlarını" arıyoruz. Farklı ihtiyaçlar için suçun/iyi-kötünün yargısını nasıl bulacağımızı - bu yargıları nasıl gerekçeleyebileceğimizi arıyoruz. Bir başka ifade ile önümüze çıkan bir olay hakkında vereceğimiz hükmü siyasi bagajımızın, kültürel aidiyetlerimizin, dinsel kabullerimizin, duygularımızın (nefretimizin veya sevgimizin) kısaca tüm ezberimizin dışında eğmeden bükmeden aklımızla değerlendirebilmenin imkanını, dayanaklarını arıyoruz. Gerek Aristo gerekse Kant bize bir alet çantası verir. Çünkü sorumlu olmak bir yerde akli melekelere sahip olmak demek.

Aristoteles ve Kant bize iyi ve doğruyu bulmak için bir alet çantası öneriyor, ama işin doğrusu, adili, iyisi için bu yeter mi yetmez. Hüküm bu yüzden kesinliğin dışında bir yerde. Eleştiriye her zaman açık. Bu bana Tasavvufçuların bir meseleyi uzun uzun izah ettikten sonra işin sonunu İşin doğrusunu Allah bilir" diye bağlamalarını hatırlatıyor. Tüm zamanlar için söz söylemenin sahibini hatırlayarak, hatırlatarak.

*

Meselenin hakikati arayışına tasavvuf yeni bir şey ekler, eylemin nasıllığı. Genellikle nezaketle, iyilikle tavır alma derdi, (/bazense sertlikle). Gene her olayın şartlarına göre asla emin olunamaycak bir seçiş. Ve hükmün neliğinde olduğu gibi bitmez tükenmez bir tanıklık, kendini sorgulayış.: "En doğru tavır bu muydu?"

İçerde aradığımız şey kendimiz. Biteviye bir benlik inşası. Kendi kendimiz şekillendirdiğimiz anlamlandırdığımız. Bu süregiden bir tanıklık olduğu için devamlılığı olan bir iletişim, yeninden yeniden yaratım ve tanıklık.


*


Notları hazırlarken ChatGPT ye editlemesi için atmıştım. Sonra yazıyı etkiler diye okumaktan vaz geçtim. Sanırım yapay zeka tutarlı bir şeyler yakalamış. Onun emeğini de zayii etmeyelim. Edebi editlemeyi atlıyor Akademik tonla yaptığı editlemeyi de aşağı ekliyorum. ChatGPT benim daha sonra yazı uzamasın diye çıkardığım notları da kullanmış, bu haliyle bu notlarda kullanılmış olur.

ChatGPT:

Elbette, metni şimdi akademik bir dille yeniden yazıyorum. Anlatımı daha analitik, kavramsal temellere dayalı, açık ve tutarlı hale getiriyorum. Felsefe, ahlak kuramı ve tasavvuf arasındaki ilişkiyi vurgulayan akademik bir tonla yapılandıracağım:

Ahlaki Maksimler, Akli Yargılar ve Tasavvufi Farkındalık Arasında Bir Kavrayış Arayışı

Ahlaki maksimler yalnızca davranış normları koymaz; aynı zamanda bireyin kendilik bilinciyle yüzleşmesini mümkün kılar. Bu tür ilke ve önermeler, bireyin eylemlerini yalnızca dışsal değil, aynı zamanda içsel ölçütler üzerinden değerlendirmesine neden olur. Sıklıkla “Bunu neden yaptım?” sorusu, eylem gerçekleştikten sonra gündeme gelir ve cevabı çoğunlukla geç kalmış bir iç sorgulamaya işaret eder. Bu durum, bireyin eylem-sonrası muhasebe sürecinde etik öz-farkındalık geliştirmesinin bir tezahürüdür.

Bu bağlamda, ahlaki refleksiyon sadece dışsal normatif sistemlerin değil, içsel duygusal durumların da farkına varılmasını gerektirir. Dolayısıyla, bireyin davranışsal pratiği ile duygusal deneyimi arasında kurulan bağ, ahlaki bilinç düzeyini artırır. Buradan hareketle, insanın kendine yönelişi, klasik anlamda bir "kendini bil" çağrısına dönüşür.

Aristoteles’in erdem etiği ve Kant’ın deontolojik kuramı, bireyin iyi ve doğruyu belirlemesine yardımcı olacak kuramsal çerçeveler sunar. Her ikisi de aklın rehberliğine dayalı bir ahlaki eylem modellemesi önerir. Ancak bu kuramların sağladığı “alet çantası”, gerçek yaşamın karmaşıklığı içinde her zaman yeterli olmayabilir. Zira ahlaki hüküm verme eylemi, çoğu zaman bağlamdan etkilenir ve dolayısıyla kesinlikten uzaktır. Bu da, ahlaki yargıların daima eleştiriye açık olduğunu gösterir.

Bu noktada, tasavvuf düşüncesindeki “kesinlikten kaçınma” eğilimi dikkat çekicidir. Tasavvuf geleneğinde sıkça rastlanan “Doğrusunu Allah bilir” ifadesi, bilginin sınırlarını ve hüküm vermenin tehlikeli doğasını hatırlatır. Bu yaklaşım, ahlaki yargının teolojik ve metafizik boyutuna dikkat çekerken, aynı zamanda bireyin epistemolojik tevazu içinde kalmasını önerir.

Bu anlayışla bağlantılı olarak “ümmet-i vasat” (orta yol topluluğu) kavramsallaştırması önem kazanır. İtidal (ölçülülük) ilkesi, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde dengeyi gözeten bir ahlak anlayışının temelidir. Bireyin kendi iç dünyasında anlam arayışı ise yalnızca dışsal normlar üzerinden değil, içsel dönüşüm ve farkındalık süreçleri aracılığıyla gelişir. Bu anlamda, tasavvufi gelenek bireyin “kendi”sini şekillendirdiği bir iç yolculuğu vurgular. Bu yolculuk süreklilik arz eder; çünkü insanın varoluşu durağan değil, dinamik bir yaratım süreci olarak kavranır.

Sürekliliğin kesintiye uğraması, bireyin anlam dünyasında bir kopuş yaratır. Tanıklığın sürekliliği, ahlaki bütünlüğün ve varoluşsal istikrarın sürdürülebilmesi için elzemdir. Gündelik hayatta karşılaşılan olaylara büyük anlatılar (örneğin dini, kültürel ya da etik normatif sistemler) üzerinden verilen tepkiler, bireyin kendisini ve dünyayı anlamlandırmasında temel bir işleve sahiptir. Bu büyük anlatıların eksikliği ise içsel bir dağınıklık, normsuzluk ve dolayısıyla güven kaybı doğurur.

Bu bağlamda “yolda olan” birey için bu anlatılar yol gösterici olabilir. Duyguların ve aidiyetlerin bilinciyle ya da onlardan arınarak dünyayı kavrama çabası, hem bireysel farkındalık hem de toplumsal etkileşim açısından önemlidir.

Tasavvuf geleneğinde yer alan ilkeleri sıralamak mümkün olsa da, bu ilkelerin bireyden bireye farklılık göstermesi, onların sabit önceliklere indirgenemeyeceğini gösterir. Ancak genel olarak, tasavvufun temel gayesi “Allah’ın rızası ve aşkı”, metodu ise “insan yetiştirmek” olarak özetlenebilir. Aşk ve rıza birer nasip meselesi olduğuna göre, insanın eğitimi ve terbiyesi konuşulabilir ve çalışılabilir tek alan olarak kalır.

Son olarak, Aristoteles’in Nikomakhos’a Etik’inde ve Kant’ın Pratik Aklın Eleştirisi'nde, tasavvufun ahlaki sınırlarını belirleme çabasıyla örtüşen bir tema vardır: “Keyfiliğin sınırları.”

İyi ya da kötüye dair yargılarda bulunurken, birey çoğu zaman kültürel, siyasal ve dinsel arka planının etkisi altındadır. Bu etkilerden bağımsız ve akli temellere dayalı bir değerlendirme yapmanın imkânı ise hala açık bir felsefi sorudur.

Her iki filozof da bu soruya yanıt ararken, bireye akli melekelerini kullanma sorumluluğu yükler. Çünkü ahlaki sorumluluk, nihayetinde aklın etkin ve eleştirel işleyişine bağlıdır.

Bu versiyon, akademik bir makale ya da sunum metni olarak kullanılabilir. İstersen kaynakça ekleyebilir, başlık-alt başlık yapısı kurabilir veya belirli kavramları derinleştirebilirim. Nasıl ilerleyelim?