Modernizm eleştirilerinde kavram kargaşaları var. Modernizim bir kavram olmaktan çıkarılıp güdelik hayatın sorunlarıyla ilişkilediliyor. Bazen de post-modernizmle, nihilizmle karıştırılıyor ve ahlaki çöküntü sebebi ile sunuluyor.
Modernizm bir eleştiri ile doğuyor. Ama belli bir iyimserliği, gelecek beklentisini, toplum düzeni arayışını da içinde barındırıyor. Modernizmin içinden fikir beyan edenlerden toplum düzenini ahlakta ya da dinde görenlerde bulunuyor. Tüm cevapları içinde barındırmıyor, bir dönemin dünyaya bakışı, insan aklının gelişmesinde bir merhale nihayetinde. Modernizmin kendine göre muhafazakarlığı var mı bilmiyorum? Ya da bundan söz edilmesi doğru olur mu? Tanımından yola çıkarsak elindekini koruma, kültürü aktarma derdi var. Bu yeterli mi ayrı bir soru.
Modern insanın hasta olarak nitelendirilmesi ise bir genelleme. Hasta olmayan insan tanımlamasını da genelleyenden talep eden bir hâli. Dayanışma, insanlık insanî kavramlar. Dönemlerin sartlarından zorlaşabilir, kolaylaşabilse de hiç bir dönemde hiç bir koşul insanın sorumluluğunu kaldırmıyor. İnsanın sorumluluğı ne ideolojilere ne de ekonomik bakışlarla modernleşmeye devredilebiliyor.
Modern insan tanımını sulu tarımla, yani artık ürünün elde edilmesiyle başlatmak, onu medeniyetin başlangıcına götürmek olur. Artık ürün üzerine geliştirilmiş teorilerle birlikte anılır. Burdan bakıldığında ise insanlığın çok parlak devirlerini, çok kötü devirleriyle bir arada hasta olarak görmek sıkıntısı ile karşılaşırız. Moğol saldırıyla, II. Dünya harbiyle, dinlerin doğuşlarını ve yaşandıkları asrı saadet dönemlerini de aynı kefeye koyup hasta ilan etmiş oluruz.
6 yorum:
Moderniteyi doğrudan her olumsuzluğun altındaki “suçlu” olarak ele alan popüler yaklaşımların tersine, farklı bir mesafeden kavrayışınız ne kadar anlamlı. Evet; bir ideoloji olarak modern-izm, elbetteki aydınlanma projesinin tek yürürlükçüsü olarak affedilmez hatalar da yapmıştı. Ancak toplumsal bir durum olarak ve sanayi devrimi sonrası tarihselliğin iler tutar tektoplumsal tasarımı olarak bugünki fikri mertebemiz hususunda çok şeyler borçlu olduğumuz bir durumun adı “modernty”/modernite.
Kendi eleştirel düşünce ortamını da mümkün kılan moderniteye, sanırım en amansız irdelemelerle ve kuşkuyla Frankfurt Okulu sakinleri; nami diger “Eleştirel Teori”yaklaşmıştı. Malum; özellikle “kültür endüstrisi” “akıl tutulması” gibi kavramsallaştırmaların da neredeyse isim babalığını yapan H.Marcuse ve Horkheimer, kıyasıya bu politik ve ekonomik sistemin kitleler üzerindeki tahribatlarından ciltler boyu eserleriyle söz ettiler. Nihayetinde dikkat de çektiler. Ancak, bu aşırı pozitivizm karşıtlığı, toplumsal düşünceyi bu kez sizin de yazınızda belirttiğiniz gibi post-modernizm gibi; tutarsız bir akledişe yöneltti.Aklın ve rasyonalitenin büsbütün hiçe sayıldığı, her tür ütopya ve idealin küçümsendiği bu parçacıl yaklaşımın sakıncaları hiç de modernite sakıncalarından az değildi.
Bu nedenle yazınız, mesafeli duruşuyla sahiden değerli bir vaziyet alış bana kalırsa. Ne diyelim bu kadar uzattıktan sonra; akla ait alanı eleştirebilmek için bile, elimizde akla ait bir kıstas olması zorunludur.
Ellerinize sağlık.
Modernizm eleştirisi üzerinden akıl eleştirisi yapılıyor bir yerde. Modernizm/aydınlanma aklın kullanılmasında bir öneri ile geliyor, eksiği gediği ile daha işe yarayanı bulunana kadar.
Bir iki yıl önce bir forumda, aklın kıyasıya eleştirildiği ve geleneğin dışında olması gerektiğini söyleyen bir arkadaşa Mesnevi'den şu beyiti yazmıştık :
1065. Önce aklı hoca iken, sonra akıl ona şakirt olur.
Akıl; Cebrail gibi “Ey Ahmed, bir adım daha atarsam yanarım!
Sen beni bırak, bundan sonra sen ileri yürü. Ey can sultanı! Benim haddim bu karardır” der.
Aklın bir hırka gibi dürülüp kenara konulabildiği bir meydandan ne kadar uzağız.
Kanatimizce akla olan ihtiyacımız sorumluluktan, adalet derdinden. Sorumluluğunu üzerine alamayan ile eylediğinde adalet derdi olmayanın bir yolu olabilir mi? Kesinlikten her zaman noksan, yanılmaya hep meyilli akıl gene de elimizde olan tek şey. Aklı bırakabileceğimiz meydanın kapısına kadar irfanın bastonuda o. Aklın ölçüsüz eleştrisine itirazımız bundan.
Bu güzel yorum için çok teşekkürler:)
İnsana öyle zengin düşünme kapıları açan bir yazı ki; gereğinden çok "yer kapladıysam" mazur görün. Ama şu naçiz gözlemimi paylaşmadan edemedim:
Hani Descartes'i bir milad kabul edip, onun ruh/madde, akıl/kalp, madde/mana üzerine kurduğu ikicil bakış açısını her fırsatta dillerine dolayıp çarmıha gerenler; gündelik hayat pratikleri içinde Descartes'ten de kartezyen bakış açılarıyla olgu ve vakaları değerlendirmeye alıyorlar. Savunma şu: "Canım o başka, bu başka" Belirli bir zemin üzerine aynı ilkesel kararlılıkla bakmak için de, çarpıtıp yanlış bilinçler oluşturmakta da elimizde olan bu:akıl
Basiret sahibi bir kemalata yaklaşana dek hiç değilse akıllı olabilsek; o da marifet...
Güzel cevap ve değerlendirme için bilmukabele teşekkürler.
Estğ. yer kaplamak ne demek. Böyle ufuk açıcı sohbetler her zamanın kârı değil. Cevaplar ve yorumlar için biz teşekkür ederiz. Eyvallah efendim :))
Bir iki noktaya da ben dikkat çekeyim.
Akıl, anlama için de lazım, konuşma için de. Ki, konuşma akla aklın konuşmaya ihtiyacından daha bağımlı.
Akıl, sessiz de gider, konuşma akılsız cümlesini bile bir arada tutamaz!
Sessiz akıl diskursif/söylemesel değil demiyorum burada.
Akıl, varlığın hissedilmesi için de şart. seninle konuşan, tartışan, inatlaşan, kapışan her canlıda akıl var. Yalnız onlarda mı var? Bu konuda birşey söylemek değil söylediğim.
Aydınlanma aklın hamisi, savunucusu değil. Rasyonalizmin öyle olduğu söylenir. Ancak empirizm de aklın bir başka çeşidini öne çıkarır. Her rasyonalizm ile empirizm birbirine rakipdir de demiyorum burada:)
Aydınlanmanın idealist, materyalist, rasyonalist, empirisist bir çok versiyonu var. Bir alanda bir kutba giden başka bir alanda tersini de savunmak durumunda kalır çoğu kez. Kant trazendental planda idealisttir. Empirik planda Realistdir (buna da materyalizm denir, bazılarınca.)
Kendilerine "materyalizme" karşı çıkmak için idealist diyenlerin bir kısmı ise tranzendental planda realist, empirik planda idealist oluverirler bazan.
Yani zaman, mekan insani anlamanın kategorileridir diyen kant empirik reailst ama tranzendental idealistdir. Zaman mekan reel olarak var diyenler tranzendental planda realist oluverirler.
Aydınlanmanın ayırd edici yanı akla biçilen görev de diyemeyiz. Akla derken, kurallı, kanunlu bir dünya üzerinden , sosyal ve doğabilimlerinin kanunlarının yakalanabilirliği üzerinden anlamak lazım bilimlere yazdıkları mantığı.
Gelenek kendisinden kurtulacağımız bir şey haline gelir. Otorite kavramı da öyle.
Ayırt edici olan, burada, akıl ile eleştirebileceğimiz, ayırt edebilirliğimiz üzerine duyulan güven.
Nesnellik gibi kriterler aydınlanma olmasa da vardı. Bunların esnemesi, alanlara göre şekillendirilmeleri de zamanla oldu. Kısmen aydınlanmanın da içindeki tartışmalarda.
Descartesde ve hatta kantta ego tranzendental. Tek ve evrensel bir akıldan yola çıkıyoruz kabaca söylersek.
Oysa akıl gelişimini toplumsal interaksiyona yazanlar bu monojik modelin karştı, interaktif, diyalogsal bir model izliyorlar:)
Mesnevide aklın oyun ile geliştiği gibi vurgular bu duruşun yeni olmadığını, batı düşüncesine Goethe üzerinden gitmiş olabileceğini de gösteriyor gibi ya neyse:)
Adorno Horkheimerin eleştirilerine modifiye edilebilir bir modernite anlayışıyla yaklaşanların tıkanmaları pozitivizm veya akıl üzerinden değil de evrensel bir modern diskur temellendirememeleri üzerinden oldu.
Şimdilerde Adorno Horkheimere benim gibi sessizden gidenler dikkat etmeye başladılar, eleştirilerinde bir başka planda, anlamda, düzeyde haklılık payı var gibi:)
Uzatmayayım. Dönemler, eğlimler, okullar analitik ayrımlar. Hakikat analitik değil:) Düşünürken ayırd etmekte zorlanıyorum herşeyin içiçeliğinde: İyi ki akademik hayatta değiliz ve kitapları bizler yazmıyoruz, hem herkesin kafası hem de kendi kafamız karışırdı, zoraki outsiderlar adına konuşursam Efendim.
Nohutun Dayısı
Hocam her zamanki gibi ufkumuzu açtınız:))
Mesnevi'de özellikle ikinci cildin başında ciddi bir akıl övgüsü var. Dudu kuşunun hikayesinde kıyasa bir eleştri var. Filozflara getirilen eleştiri ise gelenkler arasındaki bakışlar üzerinde değerlendirilmeli sanırım. Eleştirinin temelinde Tanrı'nın varlığını akılla ispata çalışanlar olsa gerek. Bu konuda islami akımlar/mezhepler arasındaki fikri farkları incelemek lazım. Elimiz bu konuya bir türlü gitmedi. Sizin işaret ettiğiniz gibi Gazali'ye dönmeye çalışacaz ilk fırsatta.
Felfese konusunda ise yazmış olduğunuz bölüm ise bize yol gösterici, oldukça değerli bir metin. Kant'a ve diğerlerini okumaya sıra geldiğinde tekrar tekra değerlendieceğiz efendim.
Aşk-u niyaz ile
Yorum Gönder