4 Mayıs 2016 Çarşamba

1


Tasavvufun ne olduğu ya da insanın bu konuda ne yapabileceği üzerine bir şeyler söylemek çok zor. Bir yanda farklı anlayışlar diğer yanda onun karmaşık yapısı işi zorlaştırmakta. Diyebileceklerimiz galiba kaydıyla anlama çabasından ibaret.

Ritüelsiz bir tasavvufu düşünmek zor. Ritüel-adab/erkan tasavvufi düşünceyi kültür yoluyla taşıyan bir paket. Ama tek başına ritüel eşit tasavvuf da değil.Tasavvuftan tek başına  ritüel anlaşıldığında bu, şekilcilikten öteye gitmiyor; yapılan bir performanstan öte bir şey olmuyor. Bir şekilde onun taşıdığı kültürel kodların çözülmesi, hayata geçirilmesi gerekiyor.

Ritüel belli davranış kalıpları ile bir kültürün düşünce kodlarını taşıyıor. Bu hem bir aidiyet veriyor hem de gündelik hayatta karşılaşılacak problemler için çözümler önerip, hayat tarzı sunuyor.


Bu haliyle gündelik yaşamda radikal bir doğruluk anlayışına, hakikat derdine dönüşmesi lazım. Bu yetiyor mu? Bence hayır, bu haliyle de ahlakçılıktan öteye gitmiyor. Radikal bir doğruluk, hakikat takıntısı, adalet talebi bir halin yükselmesi için olması gereken bir zemin. Tek başına tasavvuf diyemeyeceğimiz ama yokluğunda da dünyadan kopuk, gelişmeye öğrenmeye kapalı bir insana dönüştüren bir şey. Bu aktif çaba, sorumluluk - etiğin, hukukun kısaca iradenin/sorumluluğun alanı olan yerler. İşte akıl burada faal.


Tasavvuf için bu zeminden bir sıçramaya ihtiyaç var. İç alemimizin düzenlediği, evren ve Tanrı anlayışımızın farklılaştığı bir sıçrama.

Hayata ve Tanrıya karşı 7/24  rızayla yaşanabilecek bu hâl ise bir lutuf. Kayıtsızlığından dolayı Tanrı bu lutfu istediğine verir, dilerse hiç bir çabası olmayana da. İnsanın, yeryüzünden insanların arasından bakan insanın ise çalışıp, ummaktan, ümit etmekten başka elinden bir şey gelmez. Bu hâl için belki bir evvelkindeki aktif çabanın gerektirdiği akıldan ziyade bir sezişten, uyanıklılıktan söz etmek mümkün. Düşünmeden alışkanlıkla eylediklerimizin dünyası.

Mesnevî'den bir detay:

"Tanrı isterse sözünü söylemediler dememden maksat, gönül kapalılığını anlatmak; yoksa eğreti bir hâl olan "inşâallâh" sözünü unuttuklarını anlatmak değil.

50 Nice "inşâallâh" demeyen var ki canı, "inşâallâh" a eş olmuştur.

*A.Gölp. Mesnevi Cilt 1

Hâl, dilin alanından ayrı. Sanırım bu yüzden kavramlarla, akılla ilintili değil. Müzik gibi. Müzik üzerine yazarken bu çok belirgin ortaya çıkmıştı. Dilin alanının dışına çıkış. Ama yine de bir şekliyle bu dünyada oluş. Burada dil felsefecilerinin söyleyeceklerine kulak kabartmak lâzım.

Galiba insanın bu hallerde/durumlarda kalıcı olmadığını; bazen iç içe olabilmekle birlikte çoğu zaman birbirine dönüştüğünü söylemek çok mantıksız olmaz. Yani dünya bazen akılla bizi sınamakta, bizden cevap beklemekte; bazen de bizi bir hâle itmektedir.

Hiç yorum yok: