14 Ekim 2009 Çarşamba

Notlar


Olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol bir dönüştürme.

Neyi ; aceleci insanı

Bir önkabulü gerektiriyor hakikat(lilik) derdi, eksik oluşu.

Ne konuda, nasıl , ne kadar eksik? henüz belli değil

Olduğu gibi.. de, ne olduğunu, ne olabileceğini henüz bilmiyor, bildiği sadece eksik olduğu

Kendini tanı madanda bu (olduğun gibi ... ye geçmek) mümkün değil. O halde ilk hareket kendini tanımak.

Eksik olduğunu kabulden öneceki halinde böyle bir derdi yok. Çoğu zaman kendini eksiksiz görebiliyor.

Kendini tanımada doldurulacak bir liste, cevaplanacak test işi değil. Her an olan içinde mümkün. Ve bitirip ben buyum şurda eksiklerim var üzerinden, bitmiş bir netice üzerinden olduğun gibi .. ye geçmek mümkün değil. Yani değişen hayatın sürprizleriyle kendini tanıyan insanın, kendini tanıma sürecini bir yerde bitirmesi mümkün değil. Buna vaktide yok ayrıca, vadesi belli olmadığı için. O halde tanıma bitmeyeceği için olduğun gibi görün... çabasıda tanıma ile birlikte birbirini besleyerek ilerlemeli galiba.

"Hakikat Derdi

Kimde hakikat derdi (gerçekleri araştırıp öğrenme çabası) yoksa, hakikati istemiyor demektir. Mümin o kimsedir ki, balık gibi susuz yaşayamaz. Bütün dünya nimetlerini balığın önüne koysanız, su olmadığı için orada eğleşemez. Öyle ise mümin de balık gibi suya koşar, suya atılır, hem de küçücük bir suda kurtuluş bulamaz. Küçücük bir suda avlanan balık, su az olduğu için oltada kalır. O su balığın içine sinmez, onu tatmin etmez, deniz gerektir ki, balık orada büyüyüp koskoca timsah hâline gelsin. "

Hz. Mevlâna'nın hocası Seyyid Burhaneddin Hz. den
.
.
taslak

2 yorum:

Huseyin Salim Saraçer dedi ki...

"Olduğun gibi görün göründüğün gibi ol"u ben sanırım biraz fazla felsefi/dilbilimsel anlamıyla okuma eğilimindeyim. Nedeni iletişimi "garantileyen" karşımızdakinin söylediğini kastettiği ve kastettiğini söylediği önkabulüne (Habermas'ın metodolojik anlamda ütopyası!) temel hazırlayışı.

Mevlâna metodolojik bir önkabulle uğraşmıyor. Riyadan, ikiyüzlülükten, takiyyeden, şişinmeden (Kurbağa ile Öküz Hikayesindeki gibi), inanmadığımız şeylerin sözcüsü olmamızdan (çok kimliliğin ahlaki anlamda savunulamayacak hallerinden) kaçınmamız gerekliliğinden dem vuruyor.

Bir başka deyişle: Tevazu içinde, belki bazan öfkemiz içinde, belki bilgimizle ya da cehaletimizle kuşanmış olarak ama değişmeye, dokunulmaya, hitap edilmeye, itiraza kendimizi açık tutarak.

Ancak şiarı açtığımızda, sizin üzerine düşündüğünüz konuya da geliyoruz. İnsan hep bir proje. Olmaya çalıştığı bir şeyler var, olacağı bir şeyler var ve biz insanı ne olduğu ile değil, ne olacağı ile bir bütünlükte ele alıyoruz.

İnsanın kendini ele alışı ile algılanışı farklı. İnsan insana itirazla kişiliğini oturtuyor. Olduğu gibi görünen insana olduğu gibi görünen (buna gayret eden) insanın bakışı Sartre'nin "garson" örneğinden ya da "parkta oturan adamdan" farklı. Şahit olma ile tartışmaya çalıştığım ancak onu aşan bir başka kategori işin içine giriyor: Bizi/beni/onu anlamaya çalışan bakış'ın arkasındaki insan. (Buradaki bakış elbetteki Sartre'deki gibi algısal/perseptüel değil.)

İnsanın yarım oluşu, tamamlanmamış kalışı, sanırım, bir tasarım oluşundan başka anlamlar da taşıyor. Hem zamanı yetersiz, hem de son'u bir tamamlanmışlık değil. İnsanın hayat tasarımını ihmal eden bir bakıştan da bu kabul edilebilir.

İnsanı ezen, abluka altına alan sömürgeci bakış, tepeden bakış, tahakküm ve zulümden bakış düşünüldüğünde olduğu gibi görünmeme, riya, büyüklenme, kibir eterince algılanamaz.

İnsanın kendisine yaptığı değil de (iki yüzlülük v.b. ile) insana insanlığa, insani diskura, dile, gerekçelendirmelerimize yaptığı ettiği ile değerlendirirsek olduğu gibi olma sorununun "kurucu" önemini daha yerinde tartışabiliriz sanırım.

"Olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol!", bir tamamlanmışlık, aynı noktada inat içermiyor. Akışı doğal gören, akanı ve değişeni de zaten bir ve aynı oluşun akışı olarak görür.

Tanpınarın bahsettiği ve Bergsonda aranan "akan derede yüzen", hep değişen ve aynı kalan insan Mesnevîde tekrarlanır durur.

"Olma", "özdeşlik" bizim geleneğimizde bir sabitlik, durağanlık, kesitte dondurmuşluk sorunu değildir.

Evet, Mevlananın ele aldıkları derin felsefi ve disiplinlerarası sorunlardır, hayatı şekillendirmemize, praksise bağlı olarak ele alınırlar, bilgi çıkarım yapmaktan çok genişletilmek, yeniden düşünülmek için vardır.

Merkezî bir şiara, merkezî bir problemden girmişsiniz. Keşke yarın çaılşmayacak olsak da oturup uzun uzun kafa yormaya devam edebilse idik, gezinebilse idik zevrak-ı derûnumuzda sehere kadar.

Geçmiş ile, gelecek ile Efendim.

Enis Diker dedi ki...

Efendim , bizim için oldukça aydınlatıcı yorumunuz için ne kadar teşekkür etsek azdır.

Bu küçük aklımızla cevabını aradığığımız yada anlamaya çalıştığımız, etrafında döndüğümüz şudur:

Şems-i Tebrizi Hz. lerinin penceresinde Mevlana efendimize , Mevleviliğe baktığımızda hakikatlilik , bir yazınızda sizinde belirymiş olduğunuz tasavvuf pratiğinin önüne geçiyor.

Hz. Pir in öncelik konularından biri olan aşkın anlaşılmasında bu hakikatliğin bir katkısı olacağını zanediyoruz. Hakikatliliğin ve aşkın aslında bir bütünün farklı görünüşleri olabileceğini umuyoruz. (Şaşı çırak hikayesinde olduğu gibi). Var olan iki neşenin/geleneğin belkide böyle bir temeli vardır deme cüretinde bulunuyoruz.

Bu yüzden bu şiarın etrafında dönüp duruyoruz. Belkide Şeyh Galp Dedeni Zübde-i Aleminde, insana hürmette bu sorunun cevabı vardır ki Huzurda da Tanpınarın vardığı yerde burasıdır.

Fakat adımlarımız küçük, bilgimiz az, yol uzun :) biz kurcalayalım belki bir çözen olur bizde istifade ederiz.

Hürmetlerimizle