http://mesneviyiokumak.blogspot.com/2010/03/oldugumuz-gibi-gorunmedigimizde.html yazısının düşündürdükleri:
Olduğu gibi görünüp, göründüğü gibi olmak bir çırpıda kurulacak bir denge değil(öğüt böyle olmadığını varsayıyor). Alışkanlık işi de aynı zamanda. Toplumsallaştırıcı rolünü teslim ettiktikten sonra kişi için dönüştürücü rolü üzerinde de düşünebiliriz sanırım. Ne olduğumuz, ne olmamız, ya da nasıl görüldüğümüz bir (toplum içinde) farkediş ile alâkalı. Ve her yeni konuda yeniden oluşanı (oluşması gerekeni) farkediş. Bu farkediş, farkediş ile kalmıyor, bir dönüştürücü/düzeltici/kendini görüntüsü ile dengeleyici bir eyleme yönlendiriyor. Her zaman, ne olduğumuzu ve nasıl göründüğümüzü bilemeyiz (zihin buna yönelik değildir en azından). İnsanların bizi nereye yerleştirdiği (Cüneyd Bağdadi'nin çocuğun kendisini, bütün gece namaz kılan biri sanmasını, çocuğun arkadaşıyla konuşurken duyması hikâyesindeki gibi) nasıl gördüklerini de bilemeyiz. Oluş ile görünüşü birleştiren bir farkediş ikisini birleştirmek, aynı hale getirmek için her zaman ihtiyaç duyulan bir şey. Ve bu en başta insanın eksikliği (dengesizliği?) düşüncesinden doğuyor.
Şu da söylenebilir sanırım: İnsanın nasıl göründüğünün ve ne olduğunun farkında olduğu zamanlar da vardır. Bunun sürekliği konusu tartışmaya açık olabilir.("Tasavvufun amacı, amaçlarından biri budur, sürekli muhakeme? ya da refleksiyondur" denebilir mi?) Bugün göründüğüm gibi yarın görünmeyebilirim. Bugün olduğumu yarın olmayabileceğim gibi.
taslak
5 yorum:
bu yazıyla "samimiyet" başlıklı yazınızı arka arka okuyunca bir izlek çıkıyor sanki. ya da bana öyle geliyor. platon'un mağara benzetmesini düşündürüyor. fakat bence o benzetmedeki sorun şu ki, dışarı çıkıp da içeridekilere dışarıyı anlatan insana inansa bile içeridekiler, kafalarında canlanan inanç, dinlediklerinden anladıkları üstünden gelişecektir. farkındalık gece yarılarında, yalnız kalındığında, en büyük gizler fısıldandığında (yine kendine) en çok işe yarıyor. onun dışında insan sürekli kendinin farkında olsa bile, dışarıya bu şekilde yansıtması hiç de kolay değil. algılarla sınırlı bir dünyada yaşadığımız için ve çoğu insan elini ateşin içine sokup da yanmanın ne olduğunu bizzat görmek istemediği için gölgelerle yetiniyor belki de. çok mu dağıttım konuyu? sanırım öyle. bağışlayın. kendimle konuşur gibi yazdım. sevgiler.
Yok efendim dağıtmamışsınız çok güzel yerlere dokunmuşsunuz . Onaylamalı yoruma yeni geçtiğimiz için yorumunuzu geç fark etmiş olabiliriz. Anladığımız kadarıyla, mağara benzetmesinde bir bütünlük düşüncesi var. Bunu daha sonraları başka yerlerde de görmekteyiz. Burada galiba bahsettiğiniz problem bütünlük bakış açılarının hayata ne kadar uyacağı üzerine. Bu toplu bakışı bilimsel olarak insanı, toplumu açıklayan, açıklamaya çalışan düşüncelerde de görüyoruz.. Bir yerden, bir kuraldan bakma; anlamaya çalışma insanın zihninin ya da doğasının bir neticesi sanırım. İnsanın içinde yaşadığı cemiyetin, yaşadıklarının, bildiği felsefi/dini bakışın penceresinden bakma, ilk değerlendirmesini yapma, anlama çabasına başlaması; bir manada bir takım önyargılarla işe başlaması bir zorunluluk gibi duruyor. Bunun yanı sıra hayat dinamik“Bugün yeni bir şey söylemek lazım” da burada önem kazanıyor. Anlama, yorumlama, değerlendirme dünü, ön yargılarımızı bu günle değerlendirerek bir adım sonrasına bir yorum yapma neticede. Fakat “ tarihin sonundan” (Gadamer yanılmıyorsam ) bakmadığımız(/bakamadığımız) için bu yorumda bir yerde kişisel, bugüne ait ve eleştiriye açık. Burada yorumbilgisi/hermenutik aşağı yukarı Mevlana nın söylediği yerlerde sanırım.
Yaptığı şeyin farkında olmak, bunu amaçlayarak yapmak, buna niyetli olmak her zaman mümkün değil. Kazanılmış alışkanlıklarda sorun olmadığı müddetçe kendimiz otomatiğe bağlıyoruz. Araba kullanırken, işe giderken, iş yerinde çalışırken otomatik pilotta gibiyiz Birde, bir şeyin farkına varma hikmete ulaşma ya da hayatın bir yönünü yakaladığını düşünme ise sanki bir doğuş gibi, farkına varma, dediğiniz gibi, gece yarılarına, yalnızlığa denk geliyor.
Selamlar, sevgiler
bütünlük olabileceği gibi parçalanmışlık da olabilir sanki. eğer bunları birbirinden ayırmak mümkünse... insan kadar değişken bir canlının toplumlar oluşturup sonra toplumsal bakışlar geliştirmesi kapasitesizlikten ya da isteksizlikten, tembellikten mi acaba? sosyologlar alınmasın ama onların alanlarının var olması insanın kabullenmişliğine bağlı gibi geliyor bana bazen. asla küçümsüyor ya da yargılıyor değilim. aksine, çok da önemsiyorum sosyolojiyi. malzeme bol ve çeşitli. ama tuhaf işte. çözemediğimiz insan denen bir varlığın binlercesinin bir araya gelişini izliyoruz. birinin bayrak sallamasıyla herkesin bayrak salladığı, dünyanın öteki ucundaki toplumdaki değişikliğin bize kurbanlar kestirdiği bir toplumdayız, dünyadayız. sesimizi duyurmaktan çok bulmaya çalışıyoruz. ve fakat bir metronom var sürekli tik taklayan. uymayan dışarı, uymayan dışarı der gibi.
sevgi, saygı, selam bizden.
Yorumlari okurken aklima Augustinus'un -gerci cok taninan- bir cümlesi geldi:
Tanrim, aydinlanmam icin yardim et, ama lütfen hemen olmasin.
(O Gott, hilf mir rein zu sein, aber nicht umgehend.) -gerci latincedir, ama onu suan aramak istemiyorum..
Aurelius Augustinus
insanin kendini biraktiginda otomatiklesmeye basladigi, aliskanliklari mekaniklesmeye basladigi bencede dogru, yoksa bazi topluluklarin bazi davranislari zor aciklanir gibi geliyor.
ama yinede her zaman insanin farkindalik ihtimali var, uyanis potansiyel olarak hep var.
180 derece dönüsleri maalesef hep trauma geciren insanlarda izledim, mesela bir kazadan sonra insan bütün hayatini degistirdi algisi degistigi icin, sanki kaybederek kazaniliyor hayat. tecrübeden genele cikmak bir mantik hatasi ama hayat aliskanliklarin ritmini stoplamayla kiriyor sanirim. ve tabi yine anlayana.
Travmalar, şoklar, sıkıntılar hayatın anlamını sorgulama, silikinme için yeni bir sebebe neden oluyor galiba :)
Yorumlar için teşekkürler efendim :)
Yorum Gönder