Anladığım kadarıyla...
1434 Ömer, selâmını aldı, yanına çağırdı, emîn etti onu, karşısına oturttu.
Korkmayı sözü, korkanlara sunulan yemektir; bu yemek, korkanların harcı olan bir yemektir.
Kim korkarsa ona aman verirler; korkan yüreciğini yatıştırırlar onun.
Korkmayana nasıl olur da korkma dersin? Derse muhtaç olmayana ne diye ders verirsin?
Ömer de o yüreği yerinden kopmuş adamın gönlünü neş'elendirdi; yıkılmış hatırını yaptı.
Ondan sonra da ince sözler söylemeye, iyi bir yoldaş olan Tanrı'nın sıfatlarından bahsetmeye koyuldu.
Korku faal bir ilgiyi engeller. Korkunun bulunduğu yerde insan muhatabından gelecek zarara odaklanır. İnsanın karşısındakine yönelmesi, kendini açması, karşındakinin (ve kendinin) ufkunu izlemesi, bir şeyler öğrenmeye gayret etmesi faal bir ilgi ile mümkün; korku bu tarz bir ilgiye engel.
İlgiyle yönelişin gayesi ya da bir gaye olmasa da neticesi olan bitene bir anlam yüklemedir.
1434 Ömer, selâmını aldı, yanına çağırdı, emîn etti onu, karşısına oturttu.
Korkmayı sözü, korkanlara sunulan yemektir; bu yemek, korkanların harcı olan bir yemektir.
Kim korkarsa ona aman verirler; korkan yüreciğini yatıştırırlar onun.
Korkmayana nasıl olur da korkma dersin? Derse muhtaç olmayana ne diye ders verirsin?
Ömer de o yüreği yerinden kopmuş adamın gönlünü neş'elendirdi; yıkılmış hatırını yaptı.
Ondan sonra da ince sözler söylemeye, iyi bir yoldaş olan Tanrı'nın sıfatlarından bahsetmeye koyuldu.
Korku faal bir ilgiyi engeller. Korkunun bulunduğu yerde insan muhatabından gelecek zarara odaklanır. İnsanın karşısındakine yönelmesi, kendini açması, karşındakinin (ve kendinin) ufkunu izlemesi, bir şeyler öğrenmeye gayret etmesi faal bir ilgi ile mümkün; korku bu tarz bir ilgiye engel.
İlgiyle yönelişin gayesi ya da bir gaye olmasa da neticesi olan bitene bir anlam yüklemedir.
Bilincin yöneldiği, dikkat kesildiği şeye yüklediği anlam ise
çoğu kez beraberinde bir duyguyu uyandırır. İnsan
sadece zihinsel olarak bir şeye yönelmiyor, aynı zamanda duygusal olarak da bir
şeylere yöneliyor. Yönelen bilince duygu da bir şekilde eşlik ediyor.
(Heidegger'in haleti ruhiye dediği).
Yani, bir olgu karşısında takındığımız tavrın hem akli bir tarafı, hem de duygusal bir yönü var. Bir yandan onu neden- sonuç ilişkileri içinde gerekçelendirerek zihnimizde bir yere oturturuz. Diğer yandan onu bir duygu ile kabul ederiz.
Anlam arayışında uyanan duygu ya yıkıcı, bölücü kötü bir duyguyu
uyandırır ya da yapıcı, iyileştirici, birleştiriciyi. Olumsuz içerikli
duyguların nefsi uyandıran duygular olduğunu söylemek sanırız yanlış olmaz.
Nefs dediğimiz şey tam da bu mudur? Bundan emin değilim. Buradan devam edersek,
nefste iş duyguda mı zihinde mi başlar bir şey söylemek zor. Ama nereden
başlıyorsa başlasın, bir kısır döngüyle sonuçlanmakta - zihnin duyguyu,
duygunun zihni beslediği bir süreç ortaya çıkmaktadır. Sonuçta bir zihin duygu
uyumu oluşur. Zihin gerçekleri çarpıtarak, yalan yanlış gerekçeler üreterek,
hakikat karşında insanın durumunu savsaklıyararak kötücül duyguyu canlı tutar.
Duyguysa öfkenin ve nefretin verdiği hazla düşüncenin kendini sorgulamasını
engeller. Kötü duygunun yarattığı tutku/alışkanlık zihne döner ve onu tekrar
ele geçirir. Yani duygu ve zihin birbirine karşılıklı olarak mütemadiyen gerekçeler. İşte hâli takip burada anlamlı bir şekle bürünüp bir işe
yarayabilir. Bu kısır döngüyü kıracak şeylerden biri olabilir.
Bu düşünceye şöyle itiraz edilebilir. İçinde duygu olmayan savaş
suçları yok mu denilebilir? Otomatiğe bağlanmış kötülüğe ne demeli? Bu üzerinde
durmaya değer bir itiraz. Horkheimer'in Akıl Tutulması'nda pragmatik
kabullerle, öznel aklın eleştirisini yaparken bir anlamda bu konu üzerinde durur.
Rutine bağlanmış kötü bir işin gerekçelendirilmesinde insanı motive eden sadist
bir duygudan, başkalarının kaderi üzerinde söz sahibi olmaktan alınan hazdan da
sanırım ayrıca bahsedilebilir. Bu mevzuda gerekçeleme için Akıl Tutulması'nı
işaret edip geçelim.
Duygunun zihni ele geçirdiğini ve kendine göre yönlendirdiğini söylemek belki bir gereksiz bir genelleme olacaktı, ama anlamı kendi rengine boyadığı, etkilediğini söylemek çok da yanlış olmaz.
Olumlu Duygular : Kendi kendini besleyen nefret ve kötü düşüncenin bir kısır döngü yarattğını gördük. Bu haliyle insan kendini olayların akışına kendini kaptırır. Özgür iradesiyle, seçimleriyle belli ilkelere göre uyma açısından bir proje değildir. Bir nevi kısır döngünün hakimiyetinin olduğu, onun çalıştırdığı bir otomatır artık. Otomat insan otomat eyleyen insan; ya alışkanlıklarıyla ya da bir emirle düşünmeden eyler, nefret ve öfkenin esiri olarak eyleyenler de öyle. Kötü duygularının nefslerinin aracıdır. Nefsle mücadele bu anlamda bir proje halini alır; (Desein'in) her düşüşünden sonra dönülecek bir proje. Kendi kendini besleyen nefret ve kötü düşünce bir proje değil bir kısır döngü.İyiliğe, doğru eyleme duygularına rağmen eyleyenler ise bir proje adına eylemiş olurlar. Kendi özgür iradeleri ile kabul ettikleri bir projededirler. Kısaca şimdilik kötülüğe yönelmnin değil de iyiliğe yönelmişliğin bir proje olduğunu not edelim.
Doğruluğun ve yardımseverliğin bir huy ve tabiat olarak ortaya çıkmadığı hallerde mümkün. Öyle olması gerektiği için yapmak, içinden gelerek yapmak. Bir şeye "Rağmen yapmak"la içinden gelerek yapmak bir büyük yelpaze sanırım, iki farklı seçenekten ziyade. Kararlar, içinde ikisini de barındıran grilerdir çoğu kez. (1412)
DASEİN'IN YÜZÜNÜ HAKİKATE İHTİMAMLA DÖNMESİ :
Hikayedeki korku, Heidegger'ın bahsettiği
varoluşsal kaygıdan farklı olarak sebebi belli olan bir korku gibi
gözükmektedir: Elçi bir ağacın dibinde uyumakta olan Hz. Ömer'in
karşısında sebebini açıklayamadığı bir korku duyar. (Benzer bir temaya gene Hz.
Ömer ile çengçinin hikayesinde, 2184 - 2188 de de rastlarız. Mezarlıkta keder
içinde kendi haline dalmış çalgıcı karşısında Hz. Ömer'i görünce korkup
yerinden sıçrar) Her ne kadar duyulan korku bir olayın neticesinde olsa da
uyandırdığı korkunun içinde hakikat karşısında ihtimam göstermeye sevk eden bir
şeyler de var gibidir de. Varoluşun tekinsizliğini ve ehemiyetsizleştiriciliği
ile ilgisi pek yokmuş gibi gözükse de. (Bunu kötülüğün değil de iyiliğin bir
proje olduğu tezimiz üzerinden çıkarabiliriz)
Mesnevideki her iki kahraman da kendilerini bir proje olarak kurma aşamasında Ömer'le karşılaşırlar, belki de buna hazır bir yapıları vardı. Bilgisizlikte ya da yanlış bir hayatta/anlayışta (tarihsellikte?) bir yerde takılmışlardı, Belki de Ömer'le karşılaşmaları bu takıldıkları noktayı aşmalarına, kendilerini bir proje olarak kurmalarına yardımcı oldu.
Burada teoriyi hatırlamakta fayda var :
Heidegger insanın, onun deyimiyle Dasein'in hakikikat karşısında kendinin anlama imkanlarını açık tutmasını varoluşun anlamı olarak sunarken oldukça gerilere gidip incelikli bir analizde bulunur. En başta Dasein'in kendini dünyaya açımlamasını iki unsur üzerinden başlatır : Bulunuş ve anlama. (Varlık ve Zaman; Sh. 194). Bulunuşu Heidegger havf (korku) ve ihtimam başlıkları altında açıklar. Havf nesnesi, sebebi belli olmayan bir korkudur. Dasein'in dünyada olmanın tekinsizliğini, ehemiyetsizliğini (VZ. Sh.197) sezmesinden doğar ve Dasein bu sayede kendisiyle karşılaşarak müstesna bir hale getirir. Bütün bunlar insana bir imkan olarak döner, imkan da bir proje olarak kendini ifade eder. "Varlık imkanı, Dasein'in hep bir şey uğruna var olduğu, yani fiilen var olduğu şeydir" (VZ. Sh.204) Basitleştirerek açıklamaya çalışırsak kendi haline dalmış, toplumun değerleri içinde yüzen, soru sormayan (VZ. Sh.7) insan kendini gerçekleştirmek gibi bir imkanı yoktur. İhtimam (ilgi ve itina ile yönelme) göstermek imkanlara açıklıktır, Bu anlamda bir arzuya meyletmekse tek bir imkana açıklık olduğundan, ve bu yüzden diğerlerine kapandığından sahih bir Dasein değildir. Varlığın kendini ifşa etmesi diğer imkanlara açık olmak bütünü kavrama ile mümkün olur. Körlerin fili tarifini hatırlayalım.
*
MEVLÂNA'NIN PROJESİ : Peki,
Heidegger'in felsefesinin imkanlarından da istifade ederek değerlendirirmeye
çalışırsak Mevlâna'nın projesi ne olabilir? Proje derken neyi kast
ediyoruz?
Mevlâna'nın projesi, deyim yerindeyse
bilincin/aklın/dikkatin bu yöneliminde uyanacak olan duygunun nefret değil de
sevgi olması ile hakikate açıklıktır (1094). Nefret, öfke, şehvet vs. gibi
uyanacak olumsuz duyguların aşk/sevgi gibi olumlu duygularla modifiye
edilmesidir. Nefsle savaşta bu suretle pratik bir yol önermiş olur. Burada bahse konu olan şey bitimsiz bir cezbe halinde
neredeyse yarı sarhoş bir halde kendinden geçmiş bir yaşam değil.
Aşkın/sevginin onarıcı ve iyileştirici gücünü bazen adalette, bazen
anlamada, bazen dinlemede kendini bir eylem olarak; bir şeye yönelmiş olarak
kendini ortaya koymada anlamak makul gözüküyor. Bu sayede hayatın içinde her şeye dağılırken, bu birbiriyle ilintisiz gözüken şeylerde ortak bir birlik yakalamak mümkün olabilir. Yani, varlığı olumlu duyguların
rengiyle açmak, açımlamak belki de. İnsanın bunu yapabilmesi için bu duygu
değişiklilerin öncelikle farkında olması gerekir. Yani içinde bulunduğu hale
karşı uyanık olması, onu takip ediyor olması.Sevginin görünüşü karşılaştığı
olaylarda değişik biçimler alacaktır; bazen bir gülümseme/şükür bazen
adil davranma, ya da bir hakkı teslim. Bunu herhalde en genel anlamıyla
ihtimamın yöneliş tarzı olarak ifade etmek belki mümkündür, hakikati anlama
açısında barışı, birliği anlama (tevhid - Şaşı çırak hikayesi). Bu aynı
zamanda insanın herkes-içinde olmaklığının bir sonucu. Hakikate açıklık
konusunu daha evvel yazdım. Gereğinden fazla uzayan yazıyı daha fazla uzatmamak
için girmiyorum.
Bu noktada insan yalnız değildir. Diğer insanlarla birliktedir ve bir geleneğin/tarihselliğin içinden bakar. Ahlaki/dini/hukukî vs ilkeler dediğimizde de kuru ilkelerden bahsetmiyoruz. Belli davranış setleriyle, pratikle, tecrübeyle uyanan ve sanırım ancak böyle canlı tutulabilecek bir tarihsellikten, pratikten, sürekli yeniden yorumlamadan bahsediyoruz.
Burada Mevlevîlikte olumlu dil kullanımının hatırlayalım, Fihi Ma Fih 'in 54. bölümünü, insanın kendini inşasınıan başkalarıyla birlikte nasıl mümkün olabileceğini anlatan bölümü de buna ekleyelim. İlerde dönmek üzere not edelim.
***
Geçenlerde bir yabancı uzmanın bir sözü sosyal medyada oldukça sık paylaşıldı. Aklımda kaldığı kadarıyla uzman şöyle bir şey diyordu: "Bazıları Mevlâna'yı Heidegger üzeinden açıklamaya çalışıyor, Mevlâna varken niye Heidegger'i okuyayım". Bu okuma tarzı toplumları ve kültürü sabit kabul ediyor. Eğer her ikisi arasında bir benzerlik bulursa birini diğerini haklılaştırma için kullanıyor. İkisi de aynı gerçeğe ulaşmış, aynı şeyi bulmuş diyor. Bu yüzden diğerinin okunması artık ona fuzuli geliyor. Disiplinler arası okumada ve yorumda benzerlik aramadan öteye gitmeyen bu çaba her seferinde,"Bak Heidegger de (/ ya da bir başkası) aynı şeyi söylüyor" ile neticeleniyor. Bu biraz da felsefe, sosyolojinin nasıl çalıştığını bilmemekten kaynaklanıyor. Dönemine damga vurmuş felsefi akımların çoğu o dönemin belirli sorunlarına cevap olarak doğmuş ya da çağını açıklamada diğerlerinin önüne geçmiş akımlardır. Her dönemde, aynı ontolojik ve epistemolojik kabullerden hareket eden ekoller bu düşüncelerin üzerine yeni şeyler katarak, gittikçe derinleşerek ilerler. Platonun idealist epistemoloji anlayışı Descartes'te, Kant'ta yeniden şekil bulurken bu haliyle de kendi dönemlerinin bir sorununa cevap olur. Bu yüzden bugün Mesnevî'yi içinde bulunduğumuz çağın felsefesi üzerinden okumak hem dönemin sorunlarına bir cevap arayışı, hem de onun genel düşünce çerçevesi için kavramları elden geçirmek olacaktır. Yorumu yapan bu işin altından kalkabilir, kalkamaz ayrı mevzu. Eğer Mesnevî bugün için bir şeyler söyleyecekse bugün için üretilmiş kavramlar üzerinden bunu yapabilir, bu kavramları üretmek ise bu tarz çalışmaların işi olacaktır. Bu sayede gelenek üzerine daha evvel yapılmamış yorumlar yapılabilir, denenmemiş fikirler denenebilir, gelenek farklı bir pencereden açımlanma imkanına kavuşur.
Dzeltilmedi, kontrol edilmedi
*Resim .: OLGAY SÖYLER @olgaysyler1
İstanbuldan gelen ünlü bir rahip ve Mevlana Karşılaştıklarında birbirlerine hürmet gösteriyorlar minyatürde Sevâkıb-ı Menâkıb'dan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder