Mevlâna, “Bedevi ve Karısı”nın
diyaloğundan sonra birbirinden bağımsız, ilk başta bir başlık altında pek
toplanamıyacak gibi duran kısa kısa hikayeler anlatmaya başlar. (2455 den
itibaren) Bu hikayeler, belki insan-ı kamilin nitelikeri başlığı altında toplanabilecek gibi
duran hikayelerdir. Fakat iş hikayede “Bedevi ve Karısı”nın semboliğini yoruma
gerek duymayacak biçimde açıklamasıyla sanki değişir, ve Mevlâna birbiri
ardınca pek çok mana incisini delmeye başlar. Oldukça yoğun olan bu bölümü
basitleştirerek yazmaya çalışacağım.
Bu sefer, birbirini izah eden pek çok
kavramı yine Mesnevi’den gerekçelemek için çok fazla
yorum yapmadım. Ama bol alıntı yapmak zorunda kaldım. Bu yüzden kaynaklardan takip eden okuyucular için okumak biraz yorucu
olacak.
*
2628 Erkekle kadının hikâyesini anlattık
ya; sen onu, nefsinle aklına örnek bil.
Nefisle akıldan ibâret olan bu kadınla
erkek, iyinin, kötünün ayırt edilmesi için gerek mi, gerek.
2630 İkisi de şu toprak yurtta gereklidir;
gece gündüz savaştadır, ikisi de olaylar içindedir.
Kadın, durmadan evin ihtiyaçlarını diler
durur; yâni şeref ister, ekmek ister, sofra ister, mevki ister.
Nefis, kadın gibi her şeye bir çâre bulmak
peşindedir; kimi toprağa döşenir, kimi yücelik arar.
Aklınsa bu düşüncelerden haberi bile
yoktur; aklında, fikrinde Allah’ın gamı vardır.
C.I –A.G.
Toparlamak gerekirse burada nefse ("Aklın bu düşüncelerden haberi yoktur" 2633 ile nefsi de basit bir
isteme ve hevesten, içinde istek olan düşünce seviyesine çıkararak) ve akla, birbirine
üstünlük vermeden, her ikisine de “toprak yurtta “ ihtiyaç olduğundan bahseder.
Her ikisinin de olayların içinde olduğunu ve her ikisinin gerekli olduğunu
söyler. Niçin her ikisine de ihtiyaç duyarız? Beyitin içinde cevap verir; bu, iyi
ile kötünün savaşıdır ve bu savaşta her ikisine ihtiyaç vardır. 2629
2643 Dış yüzde görünen işlerden meydana gelen şey, bambaşka bir şeydir; insan, bunlarla, içinde gizli olanı belirtmek ister.
Olayların, olguların içindeki mânayı ayırt etmekteki gaye, iyi ya da kötülüğü, biraz daha geniş düşündüğümüzde işin hakikati. Bu anlamda şekil bize yardımcı olabilecek bir takım belirtiler sunuyor. Ama bu belirtiler bizi yanıltabilir de.
Mesela dostlar arasında bir hediye sevgiye tanıklık edebiliyor. (2637) Yine çoşkunluk gösteren birinin coşkunluğunun sebebi şarapta olabiliyor ayranda da. (2640-2641-2642) Mevlâna burada sonuçlar için belirtiler diyor. Görünen, deneylenen şeyi, belirtiyi sebeple birlikte anıyor. (2647) Mevlana 2645 de bu belirtilerden, sebeplerden mânayı ayırt edecek görüşü vermesi için Allah'a dua eder.
Burada duyguya ayırt edici bir istisna
getirir; sevgi. (Duygudan kast ettiği ise dar anlamıyla his, duygu. ) Sevgi
büyüdükçe sebebi yine kendisi olur. Bunu da "Tanrı ışığı" olarak
anar. (2645-2646-2647) Sevginin iyi ile kötü
arasındaki farkı anlamadaki katkısını ve toplumsal aksini daha evvelki “Salih’in
Devesi” bölümünde açıklamıştı. Bu konuda önceden yazdığım bir yazıyı da kendi
yorumum olarak dipnota ekliyorum.
Barış dalgaları coşar, köpürür,
gönüllerinden kinleri söker – atar.
2590 Savaş dalgaları, bir başka şekilde
köpürür – coşar; sevgileri alt – üst eder.
Sevgi, acıları tatlılaştırır; çünkü
sevgilerin temeli, insanı doğru yola götürmektir.
Kahırsa tatlıyı acılığa çeker götürür;
acı, nerden tatlıyla bir arada bulunacak?
***
Mevlâna’nın nefis ve sevgi kavramına yüklediği
anlama biraz daha yakından bakalım:
2636 Sevgi, yalnız düşünce tamamiyle mânâ
olsaydı namazın, orucun, şekilleri de yok olur-giderdi.
Yukarıdaki beyiti 2628 nolu beyitle
başlayan alıntıyla birlikte düşündüğümüzde Açıktır ki burada nefis’e bildiğimiz
anlamdan daha farklı ve geniş bir anlam yüklemekte. Şekiller, sayılar aleminde
tekilleri tecrübe edebilen, duyularla algılanabilen bir dünyadan bahseder gibi.
Kant’ın “ Duyusuz kavramlar boş, kavramsız duyular kör” daki sınıflamasına çok
yakın bir yerde duruyor. Aklı da aynı şekilde tümelleri tecrübe eden müdrikeye/
anlık’a yakın. Bu benzerliğin altını çizdikten sonra farklara bakalım. Mevlana
işin içine duyguları da ekliyor. (Spinoza?) Çünkü onun ulaşmak istediği bir hâl
var; sevgi. İyi ile kötünün savaşını buradan temellendirmeyi düşünüyor. Kant
ise (bilime bir temel sağlamak ve metafiziğe yer açmak derdinde) anlama ve
bilginin imkanlarını ve süreçlerini sorguluyor. Neticede her ikisi de özneden ("Herkesin hareketi, bulunduğu durağa uygundur,
herkes her şeyi kendi varlık çevresinden görür." sayfa 433 - başlık) hareket
ediyor ve doğru hüküm için (ahlaki/dini/insani) yargının imkanını/yolunu
araştırıyor. (Her ikisinde de değerlemeyi yapacak insan sınırlı yetilere sahip.
Mevlana’da duyuşsal yeteneklerin sınırlarına ek olarak insanın nefsinin
hastalıkları da bir engel.) Mevlana sevgi dolu bir ruh ile amacına ulaşırken,
Kant da görev etiği ile düşüncelerini temellendirecektir.
*
TANRI IŞIĞI SEVGİ *: Tanrı ışığının zıttı nefs değil,
yine bir duygu olan nefsin hastalıkları, öfke, hırs, tamah vs. olmalı.
Zihinsel hallerimizi yanlış anlamadıysam;
nefs, akıl ve aklın aklı şeklinde sınıflandırıyor. Akılların aklı erenlerin
aklı olarak metinde geçiyor. (2508). Akıldan ayırıcı özelliği sevgiye sahip oluşu. Binici, deveci metaforunu sık sık kullanır. Mevlâna, Mesnevi’de aklın nefsin; aklın aklının ise aklın binicisi olduğunu anlatır.
2507 Aklın deveciye benzer, sense devesin;
seni emrine râmeder, ister-istemez, dilediği yere çeker, götürür.
Erenler de aklın aklıdır; akıllar, tâ sona
dek, hep develere benzerler.
Erenler nitelikleri konusunda metinden bilebildiğimiz
“Tanrı ışığı” sevgiye sahip olmaları. Erenlerin tek niteliği sevgi mi? Üstü
kapalı bazı olağanüstü hallerden de bahseder. Örneğin 2409 da eğitilmeye layık
olmayanları kendinden uzak tutma becerisi. Fakat bu beceri nezaketle uzak
tutmak da olabilir. Neticede tek niteliğin sevgi olup olmadığını söylemek zor,
ama en önemli niteliği bu olduğunu söylemek mümkün.
Bunun yanında “Salih’in devesi”
hikayesinde nefs hastalığına sahip olanların hâlini anlatır. Aklın (ve tabii
doğal olarak akılların aklında) niteliklerini bu beyitlerin zıddı olarak düşünebiliriz sanırım. En çarpıcı beyitleri alıyorum:
2576 İnatlarına mı, alaylarına mı
kınamalarına mı ağlıyorsun? Şükret ki Tanrı, onları mahpus etti.
Elleri de eğri, ayakları da eğri, gözleri,
görüşleri de eğri. Sevgileri de eğri, barışları da eğri, öfkeleri de eğri.
Onlar taklit peşine düştüler, anlatılan
şeylerden, akıllarına uyanlara (/işlerine gelene?) uydular da şu ihtiyar aklın
başına ayak bastılar.
Birbirlerine gösteriş yapmak, yaptıklarını
başkalarına duyurmak kaygusuna düştüler; bir pîr satın alacakları yerde kart
eşek kesildiler.
*
2680 Diyorduk ki; Seni noksanlardan münezzeh bilişimizin ışığını lâfa, söze satıyorsun.
Meleklerin Tanrıya bu şikayeti aklın
kendini ifade etme aracı olan sözden, daha da önemlisi kavramlardan şikayet
gibi duruyor. Aklın bu şekildeki kavrama gücü insanın sorumluluğunun
başlangıcı. Muhakeme, yorum dolayısıyla iyiyi kötüden ayırabilme bu sayede bir imkân
olarak ortaya çıkıyor. Söylemeye gerek bile yok bu da topluluk halinde, bir
arada yaşamayı mümkün kılıyor.
Dipnot
----
Heidegger "duygulanım ile anlama iç
içe geçer" der ve şöyle devam eder "ekonomik bir kriz yaşayan,
işsizliğin çok fazla olduğu bir ülkeye gittiğinizde sokaklarda umutsuzluğu
hissedersiniz"
Hobbes "İnsan insanın
kurdudur" sözüyle devlet öncesi bir dönemi - medeniyetin olmadığı bir
dönemi tasvir eder. İnsanlar sınırsız özgürlüklerinden, hukuk ile garantilenen
bir ortamın oluşması halinde vazgeçerler. Bu tekinsiz ortamın yarattığı ölümcül
korkudan, her an tetikte olma halinden, hayatta kalma reflekslerini her an
uyanık tutmaktan kurtulurlar. Komşularına, arkadaşlarına, başkalarına
güvenmenin rahatlığını yaşarlar.
Hobbes'un tasarımı aynı zamanda
bir duygu dünyasını da bize anlatır. Tavşan uykusunda uyumak zorunda kalan
endişeli, güvensiz insanların dünyası. Tehlikenin nerden geleceğini bilemiyen
insan; ne kapısındaki kilide ne de kapalı penceresine güvenebilir. Muhatabında
düşman görmeye proglanmıştır. Hukuğun işlemediği (/olmadığı), insanın kendini
güvende hissetmediği, diğer insanların çıkarı için fırsatını bulursa gırtlağına
basacağına inandığı/inandırıldığındaki zihin hali. Bu zihin halinin eşlik
ettiği duygu dünyasının gözünü diktiği tek bir dürtü vardır; hayatta kalma
dürtüsü. Bu yüzden herkesten kuşkulanır, dost olarak uzanan her ele kuşkuyla
bakar. Bu anlam ve duygu dünyası çevresini eksilterek ilerler; dostlukları
eğretidir. Bu anlam/duygu dünyasında din inşa edici değil teskin edicidir,
düşünce ise mazeret bulmak için kullanılan bir araç.
Medeniyetin, barışın, birlikte
yaşamanın/yaşayabilmenin anlam (/ve duygu) dünyasının mottoları ise farklı.
Bütünleyerek, benzerlikleri bularak ilerliyor. (Mesnevî’deki
Şaşı Çırak hikayesi – Fihi Ma Fih’in
54. Bölümü). Din inşa edici, düşünce ve
insan yanılmaya/eleştiriye/neşeye açık ve sosyal.
Düzeltilmedi
Not:
* Tanrı ışığı tanımlamasına daha evvel "Kadın Tanrı ışığıdır" da rastlamıştık.
Düzeltilmedi
Not:
* Tanrı ışığı tanımlamasına daha evvel "Kadın Tanrı ışığıdır" da rastlamıştık.
2 yorum:
Ben tabii nörobilimci olarak bir de "sağ beyin ile sol beyin farkı"nı gördüm ve tabii ikisinin birbirini tamamlaması, ayrıldığında yaşamı tam görmenin de mümkün olmamasını.
İkinci konu ise, akıl içinde duygu olmadan hiç bir işe yaramıyor dersek, yine burada da "zeka" kavramına duygusal zekanın katkısı düşünülüyor. Fakat duygusallığın aklın önüne geçtiği durumlar ile aklın duygusallığın önüne geçtiği durumlar farkı biraz düşündürücü. Nefsin hastalıkları çok açık ama ya aklın aşırı mantığın hastalıkları?
Üçüncü konu; dipnot, günümüzün özeti. Peki küreselleşme bunun neresine düşüyor, aynı ev içinde bile "sen ve öteki" varken koca dünyaya nasıl uyarlanacak bu bütünleşme? Misal; Almanya'da "açık görüşlü, ırkçı olmayan kesim" diye bilinenlerden en çok duyduğum cümle: "sen hiç Türk'e benzemiyorsun".. İnsan beyni belki sadece "guruplama" ve "ayrıştırma" sistemiyle çalışıyor..
Sanırım aklın da önünü göremediği zamanlar var. Bireysel bir sorumluluğu olmadığında insaların kötülüğü görmezden gelmeleri çok sık rastlanan bir durum. Bu durumun en bariz örneği sıradan Alman'ın Nazilerin yaptıklarından bir sıkıntı duymamış olması. Post-modernizmin temel konularından biri. Bu karanlık dönemi ilk gören Nietzsche olmuş. Aklın ilacı nerede? Hüseyin S.Saraçer hoca aklın ilacı gene akılda demişti. Bir bilimci gibi değil bir sosyal bilimci gibi yargıları tekrar tekrar elden geçirmek, temel ilkelere, insan haklarına, insanlığa sormak gerek. Mesela bir memurun her zaman nazik olması mümkün olmayabilir. İnsanız kötü günlerimiz de var iyi günlerimizde. Kötü günlerde duygu sustuğunda görev bilinci, insanlık ilkeleri yol gösterici olabilir, karar verme eyleme açısından.
Aklın ve duygunun saf bulunduğu durumların çok nadir olduğunu sanıyorum. Saf akıl herhalde robotlar için söz konusu olabilir. Karşımızdaki kişi ya da olay/olgu için tamamen duygusuz olduğumuzu farz etsek bile bizim içinde bulunduğumuz bir hal. Yoldaki birinin kaba davranışı bütün günkü kararlarımız etkileyebilir.
Sosyal psikolojide öteki için bir ön yargıdan bağımsız bir halin mümkün olmadığı öğretilişti. Tesisatçılar, öğretim görevlileri, bankacılar, Çinler için aklımızda hep bir fikir vardır. Sanırım karşımızdaki birey olarak tanıma isteği, önyargılara takılmama bu işin çaresi. Karşımızdaki dakik bir marangoz, işini temiz yapan bir tesisatçı da olabilir. Ya da bu mesleğin zorluklarının getirdiği bir zorunluktur.
Yorum Gönder