18 Eylül 2018 Salı

28






Mevlana 2253 den itibaren "Bedevi ve Karısı"nın hikayesini anlatmaya başlar. Hikaye ikisi arasındaki diyalogla başlar. Oldukça uzun olan bu diyalog karşılıklı delil getirmeler ve çürütmelerle Sokratik bir diyalogdur.

Hikaye kısaca şöyledir: Çölde yaşayan karı koca çok yoksuldur. Kadıncağız kocasına yoksulluklarından dolayı şikayet eder, ondan şehirdeki cömert halifeye  yardım  dilemesini için gitmesini ister. Kocası önceleri yoksulluklarından şikayet etmemesi, yoksulluğu hor görmemesi için çeşitli deliller getirir, yoksulluğun faziletlerini anlatarak öğütler verir. Yoksulluğun Tanrı vergisi olduğunu, Tanrının ise adalet sahibi olduğu için yoksullara başka nimetler vereceğinden söz açar. Karısını ikna edemeyeceğini anladığında ise sinirlenir ve onu terk etmekle tehdit eder. Kadın bu durumda geri adım atar, ağlamaya başlar. Karısının göz yaşlarını gören bedevi üzülür ve karısının dediğini yapmaya ikna olur.

Karısının ağladığını gören bedevinin hâlini anlatan bölümü alıntılayıp işe başlayalım :

2442 Peygamber dedi ki: Kadın, akıllılara, gönül ehline adam-akıllı üst olur.

Bilgisizlerse kadınlara üst olurlar; çünkü omlar sert, pek kaba kişilerdir.

İncelik, lûtuf, sevgi azdır onlarda; çünkü yaratılışında hayvanlık üstündür.

Sevgi, acımak, insanlık huyudur; öfkeyle istekse hayvanlık huyları.

Kadın, Tanrı ışığıdır, sevgili değil; kadın, sanki yaratıcıdır; yaratılmış değil.

Mevlâna alıntıya iyi huylu bir kocanın vasıflarını anlatacakmış gibi başlar. Oysa ikinci mısradan itibaren insanın, gönül ehlinin niteliklerini saymaya başlar. Ve hikayenin içinde tüm insanlığı (kocayı, bekarı, erkeği, kadını – herkesi) kapsayacak bir şekilde ilerleyip “Kadın, Tanrı ışığıdır” ile hikayeye döner. Arada saydığı sadece iyi huylu bir kocanın vasıfları değil, tüm insanlığın vasıflarıdır.

Mevlâna akıllı ve bilgili olmayı gönül ehli kişilerin bir vasfı olarak bir arada anar.  Akıl ve bilgiyi toplumsal yönleri üzerinden tekrar tanımlanırken iyi vasıflar olarak güvenceye alınır. Bugün rasyonel düşünme olarak algıladığımız akıllı ve bilgili olmak incelik, lûtuf ve sevgiye sahip bir tabiata sahib olmadır.
Mevlâna’ya göre. Yani, rasyonel düşünmenin dışına taşarak insanı duygu dünyası, huyları, karakteri ile akıl ve bilgi ile birlikte bir bütün olarak ele alıyor. (Aristo'nun Nikamakhos’a Etik’te cahil ahlaklı olamaz demesi aklıma geldi.) Burada ilginç bir noktaya geliriz, gönül sahibi olmanın vasıfları biri(leri)ne yönelmesi gereken vasıflardır. Issız bir adada yaşayan için inceliğin kendini göstereceği fırsat yoktur. Anlatılan insan toplum içinde yaşayan biridir.

Bedevi karısını ikna etmeye çalışırken meseleyi kavramak ve yorumlamak için de değişik bakış açılarını denemek zorunda kalır. Önce soyut, kitabi kavramlar üzerinden iknaya çalışır. Bunları yaparken eşinin bakışını önemsemez. Kendi ezberi üzerinden deliller getirir. Bu noktada o eşine öğüt veren bir kocadan bir vaizden, öğütçüden farklı değildir. Kendi özel durumlarını görmez, ona göre hüküm vermez. Karısının ağladığını gördükten sonra ise o eşinin kalbini kırmış bir eşe dönüşür. Bedevinin yeni tavır alışı kendini eşinin gözünden görüşü ile mümkün olmuştur demiyorum, bu çok iddialı olur. Ama buna yakın bir şeyler de var. Başkasının gözünden görme işi çağdaş felsefenin işi. İşi çağdaş felsefeye bağlamadan, ama onu da hatırlatarak daha basit bir şekilde ele alalım. Bedevinin karşısında kalbi kırık biri vardır, bu kalp onun "hoyratlığı" yüzünden kırılmıştır.  Bedevi iddialarından (sanırım) vaz geçmiyor. Bununla birlikte yeni bir tavır alıyor. Ona bu esnekliği sağlaya şey eşine duyduğu sevgi. Karısının gönlünü yapmak isteyen duyarlı bir kocaya dönüşür- duyarlı kocadan kasıt, dinleyen ve karşısındakine yönelen, ona ihtimam gösteren insan. Yönelim yorumunu insan ilişkilerinde arayacağız ve böyle bir durum Hz. Ali kıssasında da karşımıza çıkacak. (C.1- 3720)


Bu noktada sorabileceğimiz soru şu olacaktır. Gönül ehlinin bütün vasıfları sadece incelik, lûtuf, sevgiden mi ibarettir? Toplumsallaşmayı gerektirmeyen başka huyları, vasıfları da olamaz mı? Bu mümkün. Fakat buradan yola çıkarak gönül ehlinin önemli vasıflarından birinin karşısındakine ihtimam olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Hikayenin ilerleyen bölümünde göreceğimiz gibi saliki yola düşüren ya da onun yolunu açan da bu ihtimam olacaktır. 


ANLATIM ÜZERİNE BİR KAÇ NOT:

Mevlâna tasavvufi kavramları anolojilerle anlatma yoluna gidiyor. Okuyana kavramın birkaç niteliğini vererek okuyana meseleyi sezgiyle anlama imkanı veriyor. (Meşhur körlerin fillerin birkaç niteliğini vererek sezdirme.) Bunu can, gönül ehli gibi soyut kavramlar için yapıyor. Kavramın tanımını bu yolla kapatmıyor, kesinleştirmiyor yeni nitelikler için tanımın sınırlarını açık bırakıyor. Tabii dinleyeni de hikayeden koparmamış oluyor bu yolla.

2293  Şeyhini can sanır oysa bedendir. Can / beden ikiliği kurarak bedenin özellikleri vererek okurdan can'ı anlamasını bekliyor. Muhtemelen beden, dünyevi arzulardan geçememiş, hâlâ onlara esir olan kişiyi anlatıyor. Peki can? Bedene göre daha muğlak bir şey olan can; görbildiğimiz, tanıdığımız beden kavramından anlıyoruz Beden tanımına aklî bir işaret, can tanımına ise  henüz buradan bakan derviş/okuyucu/muhip/meraklı için sezgisel bir işaret var. Beden sahibini alamız kolay, onun değili üzerinden de “can”ın ne olması gerektiğini sezeriz.
Mevlâna bir hikaye anlatıyor olmanın avantajını kullanır. Peşi sıra tasavvufi bir anlatımı olduğu beyitleri dünyevi anlatımın olduğu beyitler takip eder. Geçişler çok hızlıdır böylece bir hikayenin içinde iki farklı anlatım kendine yer bulur. Dinleyen her iki katmanı da izler. 2320/21 ve onu takip eden 2322/23 ile  2327 ve 2329'a bakılabilir.


*

Genel kabul görmüş bir düşünceye göre Mesnevi  kültürel kodlarımızdan biridir. Bu büyük hacimli eserin bir etik anlayışını içinde barındırdığı söylemek abartı olmayacaktır. Etik terminolojisi üzerinden konuşabilmek için onun metafizik  ve epistemolojik anlayışını, bakışını ortaya çıkarmak gerek. Etik değerlerini gerekçeleyebilmek için buna ihtiyaç var 

İnsanının görüşünün gücü kadar anlayışa sahip olduğu konusunda ise bu bölümde bir hatırlatma var.

2371 ve 2372 insanın görüşünün sınırlılığı üzerine. Devam eden bölüm bu konu üstüne, başlık: " Herkesin hareketi, (düşünme/anlama değil hareket. Neden?) bulunduğu durağa uygundur, herkes herşeyi kendi varlık çevresinden (ufku diyebilir miyiz?) görür." İnsanının ufkunun sınırlı oluşu da faniliğinden neticede.

Düzeltilmedi

Hiç yorum yok: