Mevlana 2253 den itibaren "Bedevi ve Karısı"nın hikayesini
anlatmaya başlar. Hikaye ikisi arasındaki diyalogla başlar. Oldukça uzun olan
bu diyalog karşılıklı delil getirmeler ve çürütmelerle Sokratik bir diyalogdur.
Hikaye kısaca şöyledir: Çölde yaşayan karı koca çok yoksuldur. Kadıncağız kocasına yoksulluklarından dolayı şikayet eder, ondan şehirdeki cömert halifeye yardım dilemesini için gitmesini ister. Kocası önceleri yoksulluklarından şikayet etmemesi, yoksulluğu hor görmemesi için çeşitli deliller getirir, yoksulluğun faziletlerini anlatarak öğütler verir. Yoksulluğun Tanrı vergisi olduğunu, Tanrının ise adalet sahibi olduğu için yoksullara başka nimetler vereceğinden söz açar. Karısını ikna edemeyeceğini anladığında ise sinirlenir ve onu terk etmekle tehdit eder. Kadın bu durumda geri adım atar, ağlamaya başlar. Karısının göz yaşlarını gören bedevi üzülür ve karısının dediğini yapmaya ikna olur.
Karısının ağladığını gören bedevinin hâlini anlatan bölümü alıntılayıp işe
başlayalım :
2442 Peygamber dedi ki: Kadın, akıllılara, gönül ehline adam-akıllı
üst olur.
Bilgisizlerse kadınlara üst olurlar; çünkü omlar sert, pek kaba kişilerdir.
İncelik, lûtuf, sevgi azdır onlarda; çünkü yaratılışında hayvanlık
üstündür.
Sevgi, acımak, insanlık huyudur; öfkeyle istekse hayvanlık huyları.
Kadın, Tanrı ışığıdır, sevgili değil; kadın, sanki yaratıcıdır; yaratılmış
değil.
Mevlâna alıntıya iyi huylu bir kocanın vasıflarını anlatacakmış gibi
başlar. Oysa ikinci mısradan itibaren insanın, gönül ehlinin niteliklerini
saymaya başlar. Ve hikayenin içinde tüm insanlığı (kocayı, bekarı, erkeği,
kadını – herkesi) kapsayacak bir şekilde ilerleyip “Kadın, Tanrı ışığıdır” ile
hikayeye döner. Arada saydığı sadece iyi huylu bir kocanın vasıfları değil, tüm
insanlığın vasıflarıdır.
Mevlâna akıllı ve bilgili olmayı gönül ehli kişilerin bir vasfı olarak bir
arada anar. Akıl ve bilgiyi toplumsal yönleri üzerinden tekrar
tanımlanırken iyi vasıflar olarak güvenceye alınır. Bugün rasyonel düşünme
olarak algıladığımız akıllı ve bilgili olmak incelik, lûtuf ve sevgiye sahip
bir tabiata sahib olmadır.
Mevlâna’ya göre. Yani, rasyonel düşünmenin dışına taşarak insanı duygu
dünyası, huyları, karakteri ile akıl ve bilgi ile birlikte bir bütün olarak ele
alıyor. (Aristo'nun Nikamakhos’a Etik’te cahil ahlaklı olamaz demesi aklıma
geldi.) Burada ilginç bir noktaya geliriz, gönül sahibi olmanın vasıfları
biri(leri)ne yönelmesi gereken vasıflardır. Issız bir adada yaşayan için
inceliğin kendini göstereceği fırsat yoktur. Anlatılan insan toplum içinde
yaşayan biridir.
Bedevi karısını ikna etmeye çalışırken meseleyi kavramak ve yorumlamak için
de değişik bakış açılarını denemek zorunda kalır. Önce soyut, kitabi kavramlar
üzerinden iknaya çalışır. Bunları yaparken eşinin bakışını önemsemez. Kendi
ezberi üzerinden deliller getirir. Bu noktada o eşine öğüt veren bir kocadan
bir vaizden, öğütçüden farklı değildir. Kendi özel durumlarını görmez, ona göre
hüküm vermez. Karısının ağladığını gördükten sonra ise o eşinin kalbini kırmış
bir eşe dönüşür. Bedevinin yeni tavır alışı kendini eşinin gözünden görüşü ile
mümkün olmuştur demiyorum, bu çok iddialı olur. Ama buna yakın bir şeyler de
var. Başkasının gözünden görme işi çağdaş felsefenin işi. İşi çağdaş felsefeye
bağlamadan, ama onu da hatırlatarak daha basit bir şekilde ele alalım.
Bedevinin karşısında kalbi kırık biri vardır, bu kalp onun "hoyratlığı" yüzünden kırılmıştır. Bedevi iddialarından (sanırım) vaz geçmiyor.
Bununla birlikte yeni bir tavır alıyor. Ona bu esnekliği sağlaya şey eşine
duyduğu sevgi. Karısının gönlünü yapmak isteyen duyarlı bir kocaya dönüşür-
duyarlı kocadan kasıt, dinleyen ve karşısındakine yönelen, ona ihtimam gösteren
insan. Yönelim yorumunu insan ilişkilerinde arayacağız ve böyle bir durum Hz.
Ali kıssasında da karşımıza çıkacak. (C.1- 3720)
Bu noktada sorabileceğimiz soru şu olacaktır. Gönül ehlinin bütün vasıfları
sadece incelik, lûtuf, sevgiden mi ibarettir? Toplumsallaşmayı gerektirmeyen
başka huyları, vasıfları da olamaz mı? Bu mümkün. Fakat buradan yola çıkarak gönül
ehlinin önemli vasıflarından birinin karşısındakine ihtimam olduğunu rahatlıkla
söyleyebiliriz. Hikayenin ilerleyen bölümünde göreceğimiz gibi saliki yola
düşüren ya da onun yolunu açan da bu ihtimam olacaktır.
ANLATIM ÜZERİNE BİR KAÇ NOT:
Mevlâna tasavvufi kavramları anolojilerle anlatma yoluna gidiyor. Okuyana
kavramın birkaç niteliğini vererek okuyana meseleyi sezgiyle anlama imkanı
veriyor. (Meşhur körlerin fillerin birkaç niteliğini vererek sezdirme.) Bunu
can, gönül ehli gibi soyut kavramlar için yapıyor. Kavramın tanımını bu yolla
kapatmıyor, kesinleştirmiyor yeni nitelikler için tanımın sınırlarını açık
bırakıyor. Tabii dinleyeni de hikayeden koparmamış oluyor bu yolla.
2293 Şeyhini can sanır oysa bedendir. Can / beden
ikiliği kurarak bedenin özellikleri vererek okurdan can'ı anlamasını bekliyor.
Muhtemelen beden, dünyevi arzulardan geçememiş, hâlâ onlara esir olan kişiyi
anlatıyor. Peki can? Bedene göre daha muğlak bir şey olan can; görbildiğimiz,
tanıdığımız beden kavramından anlıyoruz Beden tanımına aklî bir işaret, can
tanımına ise henüz buradan bakan derviş/okuyucu/muhip/meraklı için
sezgisel bir işaret var. Beden sahibini alamız kolay, onun değili üzerinden de
“can”ın ne olması gerektiğini sezeriz.
Mevlâna bir hikaye anlatıyor olmanın avantajını kullanır. Peşi sıra
tasavvufi bir anlatımı olduğu beyitleri dünyevi anlatımın olduğu beyitler takip
eder. Geçişler çok hızlıdır böylece bir hikayenin içinde iki farklı anlatım
kendine yer bulur. Dinleyen her iki katmanı da izler. 2320/21 ve onu takip eden
2322/23 ile 2327 ve 2329'a bakılabilir.
*
*
Genel kabul görmüş bir düşünceye göre Mesnevi kültürel kodlarımızdan
biridir. Bu büyük hacimli eserin bir etik anlayışını içinde barındırdığı
söylemek abartı olmayacaktır. Etik terminolojisi üzerinden konuşabilmek için
onun metafizik ve epistemolojik anlayışını, bakışını ortaya çıkarmak
gerek. Etik değerlerini gerekçeleyebilmek için buna ihtiyaç var
İnsanının görüşünün gücü
kadar anlayışa sahip olduğu konusunda ise bu bölümde bir hatırlatma var.
2371 ve 2372 insanın görüşünün sınırlılığı üzerine. Devam eden bölüm bu
konu üstüne, başlık: " Herkesin hareketi, (düşünme/anlama değil hareket.
Neden?) bulunduğu durağa uygundur, herkes herşeyi kendi varlık çevresinden
(ufku diyebilir miyiz?) görür." İnsanının ufkunun sınırlı oluşu da
faniliğinden neticede.
Düzeltilmedi
Düzeltilmedi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder