El sueño de la razón produce monstruos
“Akıl Uykuda Canavarlar Üretir”
(Francisco De Goya)
Yıllar önce galiba facebookda şakayla karışık bana tasavvuf konusunda ders verme yetkisi verseler önce Aristoteles'in Nikomakhos'a Etik' ini okuturdum diye bir not paylaşmıştım. O zaman etiğin bu temel kitabının tasavvuf için niye önemli olduğu üzerinde çok fazla düşünmemiş, gerekçelememiştim. Bu, o zaman için bir sezgiydi.
Geçenlerde bir arkadaş için aynı notu
paylaşmış ve elimi artırıp Kant'ın Pratik Aklın Eleştirisi'ni de listeye
eklemiştim. Ve Ramazan sonrasına konuyla ilgili bir yazı yazmanın sözünü
vermiştim. Notları Ramazan boyu yazmıştım ama yazı iş yoğunluğundan biraz
gecikti.
*
Nikomakhos, okuyucusuna bir erdem etiği
önerir. Fakat bunu yaparken olayların tekilliği karşısında son değerlendirmeyi
insana bırakır. Kısaca "ölçülü ol" der. Bu aynı zamanda bir itidal
çağrısıdır. Örneğin olaylar karşısında çok cesur olmanın aptallık olduğunu, çok
korkaklığın da pısırıklık sayılacağını, en doğrusunun ikisi arasında bir yerde
durmak olacağını savunur.
İslam düşünce geleneği içinde bu yol,
"orta yol" genellikle benimsenmiş, hatta müslüman için ümmeti vasat
denmiştir. Gerçi bunun Musevilik ile Hristiyanlık (Sadece dünyacı/ sadece öte
dünyacı) arasında tenzih ile teşbih arasında bir yerde olmak gibi bir anlamı
olsa da genelde böyle de algılanabilir.
Benim Nikamakhos' u bir tasavvuf kitabı
olarak önerme sebebim, olayların biricikliği karşısında bir adım geri çekilip
tavır almasında. Aklılla doğruyu, olayın/vakanın hakikatini anlama çabasında.
Bu çaba, insanı bir tarafgirlikten çıkarıp hakikat arayışına itiyor. Bir şart
koşmadan zamanı, olayları okumayı öneriyor.
Kant'ın Pratik Aklın Eleştirisi'nde de aklın
aletleleri ise maximler. Zihnin "bunu niye yapıyorum" sorusuna
aradığı ilk cevap bu eylemi özgür iradeyle yapıp yapmadığı. İkinci cevap bunun
bir şeyin karşılığı olup olmadığı. Yani ahlaki eylem bir işleve (çıkara mı
sahip). Ve son soru bu eylem bir insani tavır olarak genellebilir mi, bu
eylemden bir ahlaki ilke çıkar mı?
Bu sorular her ne kadar dış dünyadaki bir
eylemin doğruluğu üzerineyse de aynı zamanda iç dünyamızda da tutarlı bir
benliğin oluşmasına(/arayışına) da katkı yapar. Kişinin kendi kendine tanıklığı
ister istemez "o olayda böyle tepki verdim bunda ise böyle" diye
kendini sorgulamaya ve bir orta yol, tutarlılık, bütünlük arayışına yönelir. Bu
tanıklık ileride derinleşmek gerektiğinde bambaşka bir yerde de işimize
yarayacak.
Sorgulama (içe dönüş) çoğunlukla iş işten
geçtikten sonra bazen bir pişmanlığın rahatsızlığıyla, gecikmiş bir cavapla ve
bir farkındalıkla biter. Bana kalırsa bu cevapların "kendini bil" e
giden yönü var.
Yolda olanın, yola çıkmış olanın ya da sadece
insanlık derdi olanın duygularının ve aidiyetlerinin dışında ya da onların
farkında dünyayı okuma derdi, hakikat derdi.
Biz, gerek Ariston'unun Nikomakhosun'da
gerekse Kant'ın Pratik Aklın eleştirisisinde tasavvuf adına "keyfiliğin
hudutlarını" arıyoruz. Farklı ihtiyaçlar için suçun/iyi-kötünün yargısını
nasıl bulacağımızı - bu yargıları nasıl gerekçeleyebileceğimizi arıyoruz. Bir
başka ifade ile önümüze çıkan bir olay hakkında vereceğimiz hükmü siyasi
bagajımızın, kültürel aidiyetlerimizin, dinsel kabullerimizin, duygularımızın
(nefretimizin veya sevgimizin) kısaca tüm ezberimizin dışında eğmeden bükmeden
aklımızla değerlendirebilmenin imkanını, dayanaklarını arıyoruz. Gerek Aristo
gerekse Kant bize bir alet çantası verir. Çünkü sorumlu olmak bir yerde akli
melekelere sahip olmak demek.
Aristoteles ve Kant bize iyi ve doğruyu
bulmak için bir alet çantası öneriyor, ama işin doğrusu, adili, iyisi için bu
yeter mi yetmez. Hüküm bu yüzden kesinliğin dışında bir yerde. Eleştiriye her
zaman açık. Bu bana Tasavvufçuların bir meseleyi uzun uzun izah ettikten sonra
işin sonunu İşin doğrusunu Allah bilir" diye bağlamalarını hatırlatıyor.
Tüm zamanlar için söz söylemenin sahibini hatırlayarak, hatırlatarak.
*
Meselenin hakikati arayışına tasavvuf yeni
bir şey ekler, eylemin nasıllığı. Genellikle nezaketle, iyilikle tavır alma
derdi, (/bazense sertlikle). Gene her olayın şartlarına göre asla emin
olunamaycak bir seçiş. Ve hükmün neliğinde olduğu gibi bitmez tükenmez bir
tanıklık, kendini sorgulayış.: "En doğru tavır bu muydu?"
İçerde aradığımız şey kendimiz. Biteviye bir
benlik inşası. Kendi kendimiz şekillendirdiğimiz anlamlandırdığımız. Bu
süregiden bir tanıklık olduğu için devamlılığı olan bir iletişim, yeninden
yeniden yaratım ve tanıklık.
*
Notları hazırlarken ChatGPT ye editlemesi
için atmıştım. Sonra yazıyı etkiler diye okumaktan vaz geçtim. Sanırım yapay
zeka tutarlı bir şeyler yakalamış. Onun emeğini de zayii etmeyelim. Edebi
editlemeyi atlıyor Akademik tonla yaptığı editlemeyi de aşağı ekliyorum.
ChatGPT benim daha sonra yazı uzamasın diye çıkardığım notları da kullanmış, bu
haliyle bu notlarda kullanılmış olur.
ChatGPT:
Elbette, metni şimdi akademik bir dille
yeniden yazıyorum. Anlatımı daha analitik, kavramsal temellere dayalı, açık ve
tutarlı hale getiriyorum. Felsefe, ahlak kuramı ve tasavvuf arasındaki ilişkiyi
vurgulayan akademik bir tonla yapılandıracağım:
Ahlaki Maksimler, Akli Yargılar ve
Tasavvufi Farkındalık Arasında Bir Kavrayış Arayışı
Ahlaki maksimler yalnızca davranış normları
koymaz; aynı zamanda bireyin kendilik bilinciyle yüzleşmesini mümkün kılar. Bu
tür ilke ve önermeler, bireyin eylemlerini yalnızca dışsal değil, aynı zamanda
içsel ölçütler üzerinden değerlendirmesine neden olur. Sıklıkla “Bunu neden
yaptım?” sorusu, eylem gerçekleştikten sonra gündeme gelir ve cevabı çoğunlukla
geç kalmış bir iç sorgulamaya işaret eder. Bu durum, bireyin eylem-sonrası
muhasebe sürecinde etik öz-farkındalık geliştirmesinin bir tezahürüdür.
Bu bağlamda, ahlaki refleksiyon sadece dışsal
normatif sistemlerin değil, içsel duygusal durumların da farkına varılmasını
gerektirir. Dolayısıyla, bireyin davranışsal pratiği ile duygusal deneyimi
arasında kurulan bağ, ahlaki bilinç düzeyini artırır. Buradan hareketle,
insanın kendine yönelişi, klasik anlamda bir "kendini bil" çağrısına
dönüşür.
Aristoteles’in erdem etiği ve Kant’ın
deontolojik kuramı, bireyin iyi ve doğruyu belirlemesine yardımcı olacak
kuramsal çerçeveler sunar. Her ikisi de aklın rehberliğine dayalı bir ahlaki
eylem modellemesi önerir. Ancak bu kuramların sağladığı “alet çantası”, gerçek
yaşamın karmaşıklığı içinde her zaman yeterli olmayabilir. Zira ahlaki hüküm
verme eylemi, çoğu zaman bağlamdan etkilenir ve dolayısıyla kesinlikten
uzaktır. Bu da, ahlaki yargıların daima eleştiriye açık olduğunu gösterir.
Bu noktada, tasavvuf düşüncesindeki
“kesinlikten kaçınma” eğilimi dikkat çekicidir. Tasavvuf geleneğinde sıkça
rastlanan “Doğrusunu Allah bilir” ifadesi, bilginin sınırlarını ve hüküm
vermenin tehlikeli doğasını hatırlatır. Bu yaklaşım, ahlaki yargının teolojik
ve metafizik boyutuna dikkat çekerken, aynı zamanda bireyin epistemolojik
tevazu içinde kalmasını önerir.
Bu anlayışla bağlantılı olarak “ümmet-i
vasat” (orta yol topluluğu) kavramsallaştırması önem kazanır. İtidal
(ölçülülük) ilkesi, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde dengeyi gözeten bir
ahlak anlayışının temelidir. Bireyin kendi iç dünyasında anlam arayışı ise
yalnızca dışsal normlar üzerinden değil, içsel dönüşüm ve farkındalık süreçleri
aracılığıyla gelişir. Bu anlamda, tasavvufi gelenek bireyin “kendi”sini
şekillendirdiği bir iç yolculuğu vurgular. Bu yolculuk süreklilik arz eder;
çünkü insanın varoluşu durağan değil, dinamik bir yaratım süreci olarak
kavranır.
Sürekliliğin kesintiye uğraması, bireyin
anlam dünyasında bir kopuş yaratır. Tanıklığın sürekliliği, ahlaki bütünlüğün
ve varoluşsal istikrarın sürdürülebilmesi için elzemdir. Gündelik hayatta
karşılaşılan olaylara büyük anlatılar (örneğin dini, kültürel ya da etik
normatif sistemler) üzerinden verilen tepkiler, bireyin kendisini ve dünyayı
anlamlandırmasında temel bir işleve sahiptir. Bu büyük anlatıların eksikliği
ise içsel bir dağınıklık, normsuzluk ve dolayısıyla güven kaybı doğurur.
Bu bağlamda “yolda olan” birey için bu
anlatılar yol gösterici olabilir. Duyguların ve aidiyetlerin bilinciyle ya da
onlardan arınarak dünyayı kavrama çabası, hem bireysel farkındalık hem de
toplumsal etkileşim açısından önemlidir.
Tasavvuf geleneğinde yer alan ilkeleri
sıralamak mümkün olsa da, bu ilkelerin bireyden bireye farklılık göstermesi,
onların sabit önceliklere indirgenemeyeceğini gösterir. Ancak genel olarak,
tasavvufun temel gayesi “Allah’ın rızası ve aşkı”, metodu ise “insan
yetiştirmek” olarak özetlenebilir. Aşk ve rıza birer nasip meselesi olduğuna
göre, insanın eğitimi ve terbiyesi konuşulabilir ve çalışılabilir tek alan
olarak kalır.
Son olarak, Aristoteles’in Nikomakhos’a
Etik’inde ve Kant’ın Pratik Aklın Eleştirisi'nde, tasavvufun ahlaki sınırlarını
belirleme çabasıyla örtüşen bir tema vardır: “Keyfiliğin sınırları.”
İyi ya da kötüye dair yargılarda bulunurken,
birey çoğu zaman kültürel, siyasal ve dinsel arka planının etkisi altındadır.
Bu etkilerden bağımsız ve akli temellere dayalı bir değerlendirme yapmanın
imkânı ise hala açık bir felsefi sorudur.
Her iki filozof da bu soruya yanıt ararken,
bireye akli melekelerini kullanma sorumluluğu yükler. Çünkü ahlaki sorumluluk,
nihayetinde aklın etkin ve eleştirel işleyişine bağlıdır.
Bu versiyon,
akademik bir makale ya da sunum metni olarak kullanılabilir. İstersen kaynakça
ekleyebilir, başlık-alt başlık yapısı kurabilir veya belirli kavramları
derinleştirebilirim. Nasıl ilerleyelim?
4 yorum:
hah işte beklediğim yazı geldi! heyecanla hoş geldi yazmak istedim, uzun uzun okuyup yorum da yapacağım, teşekkürler
Siz de hoş geldiniz. :) Yazıyı gözden geçirdikten sonra bir örneğini buraya ekledim. Buraya daha çok uyar gibi. Şimdilik iki blogda da olsun, sonra belki oradan kaldırırım.
Hangi yazıyı?? Kaçırdım anırım oraya da gidiyorum.... Bu sıra corona yüzünden beynim işlevini biraz yitirdi (geçen sudoku çözerken fark ettim, gerçekten zorlandım!) bir iki haftaya toparlarım :)
Çok geçmiş olsun, siz çok çabuk toparlarsınız, yorgunluktandır.
Yorum Gönder