6 Mart 2018 Salı

26





“1089 Adâlet nedir? Ağaçları sulamak. Zulüm nedir? Dikene su vermek.

Adâlet, bir nimeti yerine koymaktır; su emen her kökü sulamak değil.

Zulüm nedir? Bir şeyi kon­maması gereken yere koymak; buysa, belâya kaynak olur ancak.”*

Peki bir şeyin adil olduğunu nasıl biliriz?

Henüz tam olarak ifade edemediğim soruyu aramaya devam ediyorum.


Biraz tekrar gibi olacak ama şimdiye kadar yazdıklarımı bir özetleyeyim. Fenomolijiden yola çıkarak, bilincin devamlı bir şeye yöneldiğini yazmıştık. Bu yönelişlerde bilince çoğu zaman bir duygunun eşlik ettiğini de eklemiştik. Duygu bazen bilincin yöneldiği şeyi anlamlandırmak konusunda önemli rol oynayabiliyor, bakış açısını değiştirip, şekillendirebiliyordu.

(Bir küçük parantez açıp kapayalım - tabiidir ki değişen duygu dünyası bilincin yöneldiği nesneyi anlama ve tefsir şeklini bir kırılmaya uğratacak, belki de yeniden şekillendirecektir. Anlama ve tefsir üzerinde etkisi olan bu şey bu yüzden ilgi alanımızda)

İnsanın ruhsal dünyasını şekillendirme iddiasındaki (aynı zamanda duygu dünyasını) tasavvuf insanın doğru olmasına büyük önem verir. İnsanın ruhsal dünyasının şekillenmesi ile doğru insan olma gayretinin arasında nasıl bir ilişki olabilir? Tasavvuftaki (/ve etikteki) ahlaki edimle, (ya da doğru insan olmakla), insanın ruhsal dünyasını şekillendirmeye çalışan tasavvufun ilgisi nasıl kurulabilir? Tasavvufun içinde insanlığa yapılan vurguyu bu minvalde nasıl anlamalıyız? Bu meselenin içinde düzgün insan olmak önemli bir yer tutuyorsa bunun kişinin ruhsal gelişimine (/tekamülüne?) katkısı ne olabilir? Bunun için verilen neredeyse takıntılı denilebilecek çabanın, kişinin ruhsal yönüyle olan bağı kurulmadıkça mesele ahlakçılık sınırları içinde kalacaktır. Bir neden sonuç ilişkisi olarak değil de, birlikte var olma olarak ruhsal gelişim ve düzgün insan olma çabası için ne söylenebilir?( Neden- sonuç ilişkisi üzerinden kavramı tasavvufu araçsallaştırdığı için)

Burada şöyle bir varsayımda bulunalım: İyi insan olma çabası, (/ya da insanlık) kişide (diyelim ki) bir gerekçeleme ihtiyacı doğuruyor. Doğruluk, adil davranma çoğu zaman  olumsuz sonuçlara, kayıplara yol açmakta (Bana zarar vermesine rağmen ben bunu niye yaptım?). Buna rağmen gerekçeleme her ikna edici cevapta doğruya ve iyiye olan inancı tazeleyerek döner. Bu çoğu zaman, zamanlar üstü ve evrensel kavramlar üzerinden bir gerekçeleme mekazanizması ile çalışır. Zamanlar üstüdür, tarihsel bir kavrayışı gerektirir, evrenseldir, her şartta herkesin kullanabileceği evrensel değerler üzerinden çalışır,  ki bunlar " en yüksek iyi" ile kendilerini çok rahat gerekçeleyebilirler.

Gerekçeleme sanırım, basit bir “iyi” gerekçelemesinde kalmıyor. (basit duygulardan daha karmaşık duygulara ve kavramlarla tekrar tekrar gerekçeleniyor) duygu dünyamızda rıza ve şükür üzerinden ilerleyerek bir çok kavramla, yaşanmışlıkla kompleks bir iyi kavramına dönüşüyor.  Her seferinde iyi olarak açıklansa da bu bir çok alt başlıkla sınanmış o ilk iyiden geçiştirilmiyecek biçimde güçlü bir iyiye dönüşüyor. Bu süreç halin, kişinin dönüşümüne de sebep olacaktır. Yani, insanlık çabası bir halin değişimine, bireyin gelişimine doğru ilerleyebilecek bir dönüşümün de yolunu açar. Bunu ise devamlı "şimdi"de kalarak değil (olayların akışı içinde sürüklenerek değil), bir tarihsellik içinde (Geleneğin sahnede olduğu, her seferinde yeniden canlandığı alanda aynı zamanda) yapıyor olmalı. (Varlık ve Zaman  79. Bölüm) Geçmiş, şimdi, ve sonranın birleştirilmesinde bu kavramlar kullanılacak.

Ek olarak, bu inancın tazelenmesi, (duygu dünyasının/halin değişmesi) bir sonraki edimde iyiye yönelme için enerji sağlayacaktır. Buna bir hâlin ve anlayışın derinleşmesini de ekleyelim. 

Burada vicdanın güçlenmesi bahsine hiç girmedik. Belki ilerde bu mevzuya döneriz.


EK: İlk motivasyon bir gerekçeleme olabilir. Bunun bir gerekçelemeden hakikat derdine ilerleyen farklı psikolojilere sahip bir süreç (tekamül) olması ihtimalinden de söz edebiliriz.

*

AĞAÇLARI SULAMAK

Düzgün insan tanımı oldukça netameli bir tanım. Sürekliliği yok. Hayatın insanı sınadığı ve ondan iyi yanıtı bulmasını beklediği zamanları çıkardığımızda insan genelde stand by konumundaki bir doğruluk makinası gibi. İnsanın hoşnutluk hâli de bu sınama anlarında ibaret kalıyor ister istemez. 
İşte, Mevlâna aşk vurgusuyla insanın diğer gündelik filleri üzerinden insanlık anlayışını genişleterek, bu hoşnutluk haleti ruhiyesini tüm zamanlara yaymayı öneriyor. Bunun en sessiz ve çoğu zaman görülmeyeni el altındakilerine ve başkalarına nezaket. Böylece insanlık kavramı doğru bir tavırla bir köşede sınanmayı beklemekten çıkıp,  bir neşe ile tüm zamanlara yayılıyor. Ve aşk bazen sabır bazen şükür olarak hal üzerinden yayılırken hayatın sıradanlıklarına ve rutinlerine sızıyor ve içinde bir çekirdek olarak olmazsa olmaz doğruluk tavrını dışarıda bırakmayacak bir insanlık vurgusunu beraberinde taşıyor.

İnsan, dünya sukunet halilndeyken, bu bazen neşe ile, bazen sohbetle, bazen bir iş yaparak, her seferinde barışçıl bir ortamı inşa ederek ya da sadece dert dinleyerek insanlığı ayakta tutuyor. İnsanlığın içinde neşeyi canlı tutmak, küçük sorunlarla ilgilenmek de giriyor. Böylelikle anlam bir sorun çözmenin dışına taşıyor içeriği genişler.  Diğer yandan insanlık ile de aşk içi boş bir heves olmaktan kurtuluyor.


"Şimdi tekrar ne yapsam dedirtme bana yarabbi
taşınacak suyu göster, kırılacak odunu
kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde
bileyim hangi suyun sakasıyım ya rabbelalemin
tütmesi gereken ocak nerde?"

*

NOTLAR : Kısa kısa

‘Gönül’ün başka dillerde karşılığı olmayan, bize has bir Türkçe kelime olduğu söyleyip dururuz. İnsanda bıraktığı ilk izlenim, kelimenin insanının duygu dünyasını anlatan kişisel bir cevherden bahsediyor oluşu, ki o; kırılıyor, düşüyor, alınıyor. Öyle ki, ona bir şey olduğunda, o harekete geçtiğinde onu fark ediyoruz. Bazen duyguların barındığı bir yer, bazen de halimizi bir cevhermiş gibi anlatan bir kelime oluveriyor. 
Bu yüzden gönül kelimesini anlamak için onun kullanımlarını kurcalamak en doğrusu gibi.

Gönül düşürmek aşık olmak anlamında. Birisine yönelmiş faal bir ilgiyi ve bu ilgiden kendini alamamayı temsil ediyor. Fizyolojik bir şey, bir hastalık olsaydı onu herhalde en güzel krampa benzetirdik. Birini düşünmekten kendini alamama ile bir  bacağı istemsiz bir şekilde kasılı tutma gevşetememe benzer gibi.

Gönül koymanın manası ise kırılmak. Gene bir duygu hâli söz konusu. Belki burda bir tam anlamıyla bir takıntıdan bahsetmek söz konusu olmasa bile, bile içerleme olduğunda yapılanı unutamama var. Bir dosta kırılmayı da gönülle anlatabiliyoruz.


Namazın gönül huzuru ile kılınmasında bahsedilen gönül ise bir başka kullanım. Çağrışım yaptığı ilk şey namaz kılarken bir şey düşünmemek, Yorumda günahlardan duyulan pişmanlıkta da var. Onarılacak bir şey ise, kırılmış bir kalp yüzünden duyulan ise tamir edilmesi önerilir. (Ariflerin Menkıbeleri'nde yapılan ibadetten zevk alamama şeklinde bir menkıbede geçer) Namaza (ve namazda Tanrıya) odaklanmak olarak niteleyebileceğimiz bu tavrın iki yönü var; akli ve duygusal olarak başka bir yerde olma. Burada da tam bilincin yönelişini görüyoruz: Bilinç ne öyleyse? Sadece zihinsel bir yönelme değil aynı zamanda duygusal olarak da yönelme var işin içinde. Pişmanlıklarda kurtulmuş olamak olarak anlamak eksik kalabilir, yani duygu dünyasını susturmuş olmak onu engel olarak almak gibi. Bunun bir de şevk yanı var. Yani duygunun da bir şekilde modifiye edilmesi gerekiyor.

Gönülün anlamı ancak eylem ile anlaşılır hale geliyor. Gönül koymak kırılmak da aynı. İlla aşkın açıldığı yer değil. Bir dosta kırılmayı da gönül anlatabiliyor.

*Abdülbâki Gölpınarlı: Mesnevi ve Şerhi, c. VI, İst., 1985,  c. V, s. 193.

Düzeltilmedi

2 yorum:

N.Narda dedi ki...

Çok dolu notlar bunlar. .cok guzel okumalariniz var.insallah üzerinden gecilmis olarak da okuyabiliriz . Kendi adima maksimum fayda acisindan :))

Enis Diker dedi ki...

İlk cildi bitirebilirsem, notları bir elden geçireceğim. Başlarken bir fikrim yoktu, ama yavaş yavaş bir şeyler şekilleniyor. Yorum için çok teşekkürler :)